ABD’nin, son günlerde Kıbrıs’ta yaşanan doğalgaz krizindeki rolü ile Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak ortaya koyduğu tavır, bize 1964 tarihli Johnson Mektubu krizini hatırlatmaktadır. Zira, her iki bunalımda da ABD’nin benzer siyasi/diplomatik taktikler uyguladığına şahit olmaktayız. Öyle ki geçtiğimiz günlerde, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan'ın, Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak, Türk Millî Savunma Bakanı’na gönderdiği mektup, üslup ve zamanlama açısından Johnson Mektubu ile ciddi benzerlikler göstermektedir.
Bilindiği üzere, 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik, bir nevi meşru müdafaa hakkını kullanması kapsamında değerlendirilebilecek bir askerî harekâtını ABD engellemişti. ABD bunu yaparken Türkiye’nin NATO üyeliğini bahane göstermişti. Haziran 1964’te Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkisine istinaden Kıbrıs’a yapacağı askerî harekâtın NATO üyeliğiyle bağdaşmayacağını ileri süren Washington, bugün aynı haksız gerekçeyle, Türkiye’nin hava savunma sisteminin güçlendirilmesine yönelik ciddi bir girişimini engellemeye çalışmaktadır.
1964 yılında, Kıbrıs’a müdahale etmesi hâlinde Rusya ile savaşa girecek olan Türkiye’nin NATO tarafından savunulmayacağı ve yalnız kalacağı tehdidini ileri süren ABD, bugün Rusya ile savunma işbirliğine gitmesi hâlinde Türkiye’yi F-35 savaş uçakları üretimi programından çıkarmakla ve parası ödenen uçakları teslim etmemekle tehdit etmektedir. Dün, Türkiye’nin dış politikasında dönüm noktası olan ve Türkiye’nin yönünü Batı’dan Sovyetler Birliği’ne çevirmesine yol açan Johnson Mektubu, bugün ise Türk-Amerikan ilişkilerinde kırılma noktası olarak kabul edilebilecek Shanahan Mektubu. Her ikisi de Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere Batı ile olan ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşamasına ve ciddi bir güven krizine yol açmıştır. Üstelik eş zamanlı olarak, ABD’nin Rum/Yunan tarafının haksız girişimlerine açık destek vermek suretiyle Doğu Akdeniz’deki krizi körüklemesi ve uluslararası camiada Türkiye’yi yalnızlaştırmaya yönelik gayretleri, ilişkilerdeki güven krizini daha da derinleştirmektedir.
Bilindiği gibi 1964 yılında, Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tamamen Rumların kontrolü altına sokmuşlardı. 1964 yılında, Türkiye’nin Ada’ya bir askeri müdahale girişimi ABD tarafından engellenmişti. ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İnönü’ye yönelik tehditlerle dolu olan Mektubu, kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı. Bu mektup, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, Türkiye’nin, başta Washington olmak üzere Batı Bloğuna olan güveni ciddi biçimde sarsıntıya uğramıştı.
Ağır ve sert bir dille kaleme alınan Johnson Mektubu, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı müdahaleyi ABD’nin onaylamadığını şu gerekçelerle bildiriyordu: “Yıllar boyunca Türkiye’yi desteklemiş olan ABD’nin fikri alınmadan, tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılması doğru değildir. Türkiye 1960 Anlaşmaları uyarınca öteki garantör devletlerle görüşmeden Kıbrıs’a müdahale hakkına sahip bulunmamaktadır ve öteki garantör devletlerle danışma görüşmeleri yapmamıştır. Yapılacak bir müdahale 1960 Anlaşmalarında yasaklanan taksime yol açacaktır. Kıbrıs’a yapılacak bir müdahale Türk-Yunan savaşının başlaması demektir ve NATO müttefiklerinin aralarında savaşmalarına ABD izin veremez. NATO müttefiklerinin tam rıza ve onayı olmadan Türkiye’nin girişeceği hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı NATO müttefiklerinin Türkiye’yi savunmak zorunlulukları yoktur. BM barışı sağlamak için çaba gösterirken Türkiye’nin müdahale etmesine BM üyeleri sert tepki göstereceklerdir. Türkiye 1947 Anlaşmasının 14. Maddesi uyarınca ABD’den aldığı askeri yardımı veriliş amaçlarının dışında kullanamayacağına göre, Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede ABD’den aldığı askeri malzemeleri kullanmasına ABD onay vermeyecektir…”
Başbakan İnönü, kuşkusuz bu mektuba uygun bir üslupla cevap vermiştir. İnönü, ABD’nin bu tehditkâr mektubuna karşı cevabı özetle “…Yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye de burada yerini alır…” şeklinde olmuştur. Bu olaydan sonra Türkiye esasen, Kıbrıs’ta anayasal düzenin yeniden sağlanması ve Kıbrıslı Türk Soydaşlarının meşru ve temel hak ve yetkilerinin korunması için Ada’ya yönelik muhtemel bir askeri müdahalenin hazırlıklarına da başlamış oldu. Nihayet, 10 yıl sonra, 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye, kendi imkânlarıyla Kıbrıs’a başarılı bir askerî harekât düzenlemiş ve Kıbrıs Türk Barış Harekâtıyla Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Her ne kadar Kıbrıs Türk Barış Harekâtı nedeniyle 1975-1978 yılları arasında ABD Türkiye’ye yönelik silah ambargosu uygulamış olsa da Türk Milleti bildiği yoldan dönmemiş ve Kıbrıs üzerindeki uluslararası hak ve yükümlülüklerini yerine getirmeye devam etmiştir.
Kuşkusuz bugün de Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar tarafından, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan'ın mektubuna hak ettiği üslupla cevap verilecek ve Türkiye, millî hava savunma sistemini güçlendirecek adımlardan vazgeçmeyecektir. Kaldı ki Türkiye Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi alım işlemini tamamlamış ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu konuyu net bir şekilde dünya kamuoyuna açıklamıştır. Ayrıca Türkiye, ABD'ye S-400 ve F-35'ler konusuna ilişkin olarak NATO'nun da içinde olduğu ortak bir çalışma grubu kurulması önerisinde bulunmuştur. ABD, bu teklifi kabul eder veya etmez. Bilinen şudur ki ABD’nin Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi uluslararası siyasette köşeye sıkıştırma gayretleri ve F-35 savaş uçakları projesinden Türkiye’yi dışlama tehditleri, Türkiye’nin millî savunmasını güçlendirmesine engel olamayacaktır.
ABD ve Batı, dünyanın en ileri teknolojiye sahip (5. nesil) uçakları (F-35) ile bu uçaklara karşı geliştirilmiş en ileri düzeydeki füze savunma sistemlerinin (S-400) aynı ülkenin ve özellikle de Türkiye’nin elinde bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadır. Buna karşın, 1964 Johnson Mektubu, 1975 Silah Ambargosu, Suriye’de yaşanan olaylar, S-400 ve F-35 krizleri ile ABD’nin Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizine yaklaşımı birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin millî savunma sistemini süratle güçlendirmesinin ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, 1998 yılında, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne konuşlandırılmak istenen S-300 hava savunma sistemi, garantör ülke Türkiye’nin itirazları üzerine Girit’e konuşlandırılmıştı. NATO üyesi Yunanistan’ın, Türkiye’nin yanı başındaki bir adaya, hem de NATO müttefiki Türkiye’ye karşı Rus S-300 füzelerini yerleştirmesine ses çıkarmayan Batı, bugün aynı füze sistemlerinin Türkiye tarafından temin edilmesine karşı çıkması anlamsızdır, samimiyetten yoksundur.
Öte yandan, ABD tarafından, GKRY ile Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki haksız ve uluslararası hukuka aykırı doğalgaz arama ve sondajlama faaliyetlerine tam destek verilirken, Türkiye’nin haklı itirazları görmezden gelinerek, Kıbrıs Türk Halkının eşit siyasi ve ekonomik haklarının hiçe sayılması manidardır. Türkiye, Kıbrıs’ta iki eşit halkın var olduğunu ve Doğu Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Ülke olarak, bölgede deniz egemenlik haklarının bulunduğunu Dünya kamuoyuna her fırsatta açıklamaktadır. Ancak, GKRY’nin Ada’nın tek meşru hükûmeti olarak görülmesi ve Türkiye’nin egemenlik haklarının görmezden gelinmesi, Türkiye’yi bölgede sismik araştırmalar ve akabinde sondaj çalışmaları yapmak zorunda bırakmıştır.
Bilindiği üzere GKRY, sözde Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği alanlarda, Amerikan ve İtalyan enerji devleriyle imzaladığı sözleşmeler uyarınca sondaj çalışmalarına devam etmektedir. GKRY’nin bu uluslararası hukuka aykırı girişimleri karşısında, Türkiye ve KKTC 2011 yılında imzalamış oldukları Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Anlaşması uyarınca, Bölgede önce sismik araştırma faaliyeti yürütmüş ve geldiğimiz noktada ise sondaj çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kapsamda, hâlen Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren Fatih sondaj gemisine ilave olarak Türkiye geçtiğimiz günlerde Yavuz sondaj gemisini de bölgeye sevk etmiştir. Yavuz’un, Magosa Körfezi’nde, E parselinde sondaj çalışması yapması planlanmaktadır (1974 yılından beri kapalı olan Maraş Plajı, bu parselin kıyısında yer almaktadır.). Yavuz sondaj gemisi hâlen Doğu Akdeniz’e doğru sefer hâlinde olup GKRY ve Yunanistan’ı ciddi anlamda paniğe sevk etmiş görünmektedir. Öyle ki Yunanistan Başbakanı Çipras, Yunan basınına verdiği beyanatta “…Akdeniz ve Ege’de savaş riski var. Türkiye Meis açıklarında sondaj yaparsa silahlı kuvvetlerimiz kesin talimat aldı. Kıbrıs'ta Türk garantörlüğü son bulmalı…” şeklinde tehditvari bir açıklama yapmıştır. Hâlen Yavuz, Yunanistan’ın tehditlerine aldırış etmeden Akdeniz’deki yolculuğuna (Türk F-16’lar eşliğinde) devam etmektedir.
Öte yandan, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaya yönelik girişimlerine karşı yaptırım kararları aldırmak amacıyla başta ABD ve AB olmak üzere Batı’yı harekete geçirmeye çalışmaktadır. Özellikle son 10 yılda savunma sanayisinde ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye gibi bir ülkeyi fiilen durdurabilmenin mümkün olamayacağını gören Yunanistan, uluslararası toplum nezdinde Türkiye’ye diplomatik baskı uygulamanın arayışı içindedir. Bu kapsamda, son günlerde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal faaliyetlerinin hukuka aykırı(!) olduğu yönünde AB ve ABD’li bazı diplomat ve siyasetçilerin açıklamalarına şahit olmaktayız. Hatta, bu konuda Türkiye’ye karşı birtakım yaptırım tehditleri de Batılı bazı diplomat ve siyasetçiler tarafından dile getirilmektedir.
Mesela ABD’nin Kıbrıs Büyükelçisi Judith Gail Garber, “ABD, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarında bulunma niyetinden derin endişe duymaktadır. ABD Hükûmeti söz konusu eylemlerden kaçınması yönünde Türkiye’ye çağrıda bulunacak.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, ABD Temsilciler Meclisinde onaylanan 372 Sayılı Yasa’da F-35 iptali ile ilgili hükmün yanı sıra, Türkiye, Kıbrıs’ta işgalci(!) olarak tanımlanmıştır. ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Elito Engels “…Türkiye’nin S-400’leri elde etmesi hâlinde, iki yıl önceki bipartizan yasanın yani Rumlara silah ambargosunun kaldırılmasını öngören tasarının geçeceği ve Türkiye’ye yaptırımların başlatılacağı” şeklinde bir açıklaması olmuştur. Öte yandan, 18 Haziran 2019 tarihinde toplanan AB Zirvesinde, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarına başlaması hâlinde gerekli adımların atılması için AB Komisyonuna yetki verilmiştir. Zirve sonrasında, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “Türkiye’nin sözde Kıbrıs Münhasır Ekonomik Bölgesindeki faaliyetlerinden dolayı AB’nin Türkiye’ye karşı bir an önce sert önlemler alacağı” şeklinde açıklama yapmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Kıbrıs ile tam bir dayanışma içindeyiz ve bağımsızlıklarını destekliyoruz. Türkiye Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesindeki yasadışı! faaliyetlerini mutlaka durdurmalı. AB bu konu hakkında zayıflık göstermeye niyetli değil.” şeklinde tehditte bulunmuştur.
Ayrıca, GKRY, Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyeti yürüten Türk gemilerindeki personel için uluslararası tutuklama kararı çıkartmıştır. Yine, AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları ile ilgili olarak Türkiye ile gümrük birliği müzakerelerini dondurmayı öngören bir teklifi değerlendirmeye alacakmış. Yunanistan’ın önümüzdeki günlerde Girit açıklarında sondaj çalışmaları yapmak üzere Amerikan Exxon Mobil ile bir anlaşma imzalamayı planlıyormuş. Çipras, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının ikili problemlerden çok, bir Türkiye-AB problemi olduğunu iddia ediyormuş vs. Bu tehditkâr açıklamaların örneklerini çoğaltmamız mümkündür. Tüm bu açıklamalar, Kıbrıs Adası ve bilhassa Doğu Akdeniz üzerinde birtakım çıkar hesapları yapan çevrelerin, Türkiye’nin bölgedeki güçlü varlığından duydukları rahatsızlığın dile getirilmesinden ibarettir. Ancak, bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki Türkiye bu tehditlere pabuç bırakmayacaktır. Türkiye, uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yetkilerini sonuna kadar muhafaza edecektir.
AB, ABD ve Rum/Yunan tarafının tüm bu haksız ve tehdit içerikli açıklamalarına, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gereken cevap verilmektedir. Mesela, S-400 krizi ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye kendi güvenlik gereksinimlerini karşılama konusunu hiçbir ülke ile müzakere etmek, bu konuda izin almak, hele hele baskılara boyun eğmek durumunda değildir. S-400 meselesi doğrudan egemenlik haklarımızla ilgili bir konudur ve bundan geri adım atmayacağız.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, Doğu Akdeniz’de yaşanan doğalgaz krizi ile ilgili olarak “Talimat vermiş birileri, tutuklatacaklarmış o gemilerdeki personeli. Avucunuzu yalarsınız. Neyi tutuklatıyorsunuz”; “Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını yok sayan girişimlere müsaade edilmeyecektir.” sözleriyle cevap veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu açıklamalarıyla Türkiye’nin haklı yürüyüşünden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini ve bu konudaki kararlılığını tüm Dünyaya ilan etmiştir.
Netice itibarıyla, Türkiye’nin 1952 yılında NATO üyesi olmasıyla zirveye ulaşan Türk-Amerikan ilişkileri, 1964 yılına kadar tam müttefiklik çerçevesinde devam etmiş; Türkiye bu dönemde koyu bir Amerikan politikası izlemiştir. Ne var ki 1964 Johnson Mektubu ve 1975 Amerikan silah ambargosu ilişkilere indirilen ağır darbeler olmuştur. Kıbrıs meselesi 1964’ten itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinde ana eksen olmuş ve ikili ilişkiler Kıbrıs’taki gelişmelere göre inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Tehditkâr bir dille kaleme alınan 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu, Türkiye’nin Batı ve özellikle de NATO müttefiki ABD ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine sebep olmuş, bu da Türkiye’nin Sovyet Rusya ilişkilerini yeniden şekillendirmesine imkân tanımıştır. Görüleceği üzere, bu dönemde, Türk-Amerikan ilişkileri adım adım Kıbrıs ipoteği altına girmeye başlamıştır.
Geldiğimiz noktada ise, Türk-Amerikan ilişkileri tıpkı Brüksel’in ”Ya AB, Ya Kıbrıs” dayatmasına benzer şekilde, Kıbrıs meselesi üzerinden şekillendirilmeye çalışılmakta ve bu konu, S-400 krizinin çözümünde, Türkiye’ye karşı bir baskı aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Son günlerde, gerek Brüksel ve gerekse Washington’un Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayretlerinin S-400 füze savunma sistemi alımı ile yakın ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, Yunanistan iyi bilmektedir ki AB ve ABD’nin bu tehditkâr açıklamaları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaktan alıkoyamayacaktır. Kuşkusuz Türkiye dik duruşunu koruyacak ve yoluna devam edecektir. Son yıllarda, milli savunma alanında ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye, hava savunma sistemlerini de güçlendirmeye devam edecektir elbette. Bilinmelidir ki aynı anda hem Suriye’de hem Kıbrıs’ta ve hem de Ege’de harekât yapabilecek güce ve tecrübeye sahip olan Türkiye, egemenlik hak ve yetkilerini kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir.