Günümüzdeki bu kaygılandırıcı ortam aslında şaşırtıcı sayılmaz. Toplumsal yapımız modernleşme tarihimiz içerisinde kendini sürekli hissettiren ideolojik amaçlı çatışmacı ve ayrıştırıcı bir geleneği içinde barındırmaktadır. İttihat Terakki hareketinden beri politikacılar çoğu defa yönetime egemen olmak amacıyla rakiplerini düzene karşı tehdit odağı olarak tanımlamış, “öteki” saymış, bertaraf etmenin yollarını aramışlardır. Hükümet darbeleri, idam kararlarının verildiği özel yetkili mahkemeler, Takrir-i Sükun Kanunu gibi belirli amaca yönelik yasalar, halkın iradesini vesayet altına almayı amaçlayan düzenlemeler bu cümleden sıralanabilecek örneklerdir.
Her şeyin normal seyrettiği, kurallara uygun yaşandığı, yasaların uygulandığı huzurlu bir toplum neden olamıyoruz. Sosyal, kültürel ve tarihî boyutlarıyla ele alınıp çözümlenmesi gereken meseleler neden birer çatışma unsuru haline getiriliyor. 16.yüzyılda dönemin şartları bağlamında yaşanıp bitmesi gereken bir Alevî-Sünnî gerginliği hangi gerekçeyle bu yüzyıla kadar taşınıp getiriliyor; bunun mantıkî bir izahı var mı?
Dini inancı, bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, toplumsal bir ortak payda olarak kabullenmek yerine, gericiliğin, irticanın, rejim karşıtlığının başlıca parametresi şeklinde sunmaya çalışmanın, inanan insanları incitip aşağılamanın doğru bir tarafı olabilir mi?
Kendi ekseninde cereyan etmesi gereken siyasal mücadeleyi, maliyetinin ne olacağını hesaba katmadan, başka alanlara üniversiteye, yargıya, sivil ve askerî bürokrasiye taşımanın, sokaklara taşırarak çatışmaya dönüştürmenin sonuçlarının ne olduğunu yakın geçmişte yaşamadık mı?
Toplumsal hafızamız ne yazık ki güçlü değil. Geçmişteki olayları günümüze ışık tutan, problemlerin çözümüne yardımcı olan dersler, birikim ve deneyim unsuru şeklinde algılamayı çoğu kere başaramadığımızdan, sık sık başa dönüp ağır kayıplara mal olan geçmişi tekrarlamaya yöneliyoruz.
Geçen Mayıs ayında demokrasi tarihimiz açısından çok önemli iki olayın yıldönümlerinde bu konulara kısaca değinilip geçildi. Üzerlerinde gerektiği şekilde durulmadı. Oysa hem 14 Mayıs hem de 27 Mayıs sıradan birer siyasî olay değildir. Türkiye’nin modernleşme sürecinde yaşadığı zihniyet problemleri, siyasal kültürümüzde zaman zaman kendini hissettiren çatışma eğilimi, jakoben, seçkinci ve otoriter yönetim istekleri, halkımızın bu eğilimlere karşı tavrı, siyasal tercihleri bu iki olayda somut şekilde ortaya çıkmıştır.
14 Mayıs 1950 de yapılan seçimler sonucu Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi sadece Türkiye açısından değil, bütün Müslüman dünya için demokratik bir devrimdir. Yurttaşlık sıfatına sahip olan ancak yönetimden uzak tutulan Türk halkı, kendine tanınan seçme hakkını büyük bir vakar ve olgunlukla kullanmış, yönetimi elinde bulunduran oligarşik merkeze, otoriter bürokratik yapıya tepkisini göstermiş, inanç ve değerlerine, eğilimlerine daha uygun olduğunu düşündüğü bir siyasal kadroyu iktidara taşımıştır.
Ülkeyi yıllardır dilediği şekilde yöneten, halkın isteklerini ve beklentilerini değil kendi tercihlerini esas alan, toplum üzerinde bürokratik tahakküm kuran, geleneksel seçkinci zihniyetin bu sonuca rıza göstermesi şaşırtıcı olurdu. 54 ve 57 genel seçimlerinin sonuçları halkımızın tercihinin değişmediğini ortaya koymuş, seçkinci siyaset anlayışının hangi ad altında olursa olsun normal yasal ve demokratik yollardan iktidara gelme şansının bulunmadığını açıkça göstermiştir. Bu tablo Türk siyasetinde bir eksen kaymasına yol açtı; siyasî mücadele kendi kulvarının dışına çıkarıldı. Askerî ve sivil bürokrasiye, üniversitelere intikal etti. Böylece Atatürk’ün derin bir ferasetle siyasetin dışında kalmasına özen gösterdiği asker ittihatçı geleneği tekrarlayarak bir kere daha kışlasından çıktı. 27 Mayıs’ta gerçekleştirilen darbeyle yönetime el koydu.
Bu olay demokrasimiz adına her bakımdan tarihî bir faciadır. Çok partili siyasî hayata yeni yeni alışmaya çalışan, demokrasinin kurum ve kurallarıyla yerleşmesi için zamana ihtiyacı olan Türk toplumuna büyük bir haksızlık yapılmış, özgür iradesiyle yönetimi şekillendirmesinin önü kesilmiştir.
"27 Mayıs'ın sonuçları siyasî ve sosyal hayatımıza etkileri konusunda söylenecek çok şey var; ancak meselenin bu yönü üzerinde durmak yerine, askerî müdahaleyi hazırlayan saikleri hatırlamak, 27 Mayıs öncesi toplum psikolojisini, siyasî tansiyonu irdelemek günümüz şartları bakımından daha doğru olur."
Adnan Menderes 27 Mayıs sabahına kadar Türk siyasetinin kesinlikle en popüler ve karizmatik şahsiyetiydi. 1950’de Başbakan olduğu sırada fazla bilinip tanınmıyordu ancak göreve başladığı andan itibaren kendine özgü bir yöntem izledi. İnsanlarla duygusal ilişkiler kurmayı, içlerinden biri olduğuna inandırmayı başardı. İtibarı sürekli yükseldi. Partisi içinde dalgalanmaların başladığı, bazı çalışma arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığı, basında yoğun şekilde eleştirildiği sıkıntılı dönemlerde de bu görünümü değişmedi. 1959 yılının Şubat ayında Londra’ya Kıbrıs ile ilgili anlaşmayı imzalamak için giderken, uçağı sis nedeniyle bir tepeye çarptı. Uçaktakilerden hayatını kaybedenler oldu. Menderes yaralı olarak kurtulanlar arasındaydı. İlk tedavisini takiben Mart ayında Türkiye’ye döndüğünde, kendisini Ankara Garı’nda on binlerce insan karşılamıştı. Karşılayanlar arasında CHP lideri İsmet İnönü de vardı. İnsanlar Menderes’in otomobilini havaya kaldırmaya çalışıyorlar, sevgilerini göstermek için çırpınıyorlardı.
Menderes’in karizmatik kişiliğinin egemen olduğu Türkiye tablosu o yılın yaz aylarından itibaren değişmeye başladı. İsmet İnönü inceden inceye hesaplanıp planlanan bir “siyasî taarruz” hareketi başlattı. Siyasî tansiyon bilinçli şekilde yükseltildi. Basının önemli bölümü bu sistematik kampanyaya destek verdi. CHP teşkilatı ve özellikle gençlik kolları seferber oldular. Müthiş bir fısıltı gazetesi işletilmeye başladı. Menderes ve DP yönetimi bu psikolojik saldırıyı doğru değerlendirip tedbir alacak beceriyi, feraseti sergileyemedi. Tam tersine 1960’ın ilkbaharında olayları incelemek amacıyla “Tahkikat Komisyonu” kurulmak istenmesi Meclisi siyasî düello alanı haline getirdi. İnönü kürsüden açık açık ihtilâlin işaretlerini verdi.
“Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşru bir haktır. Böyle bir ihtilâl bizim dışımızdakiler tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam.”
28-29 Nisan öğrenci olayları günümüzdekilerle kıyaslandığında aslında son derece sınırlı, düşük katılımlı gösterilerdir. Mayıs ayında Kızılay’ın belli bir noktasında memurların çıkış saatlerine denk getirilerek yapılan gösterileri düzenleyenler aynı isimlerin oluşturduğu 20-30 kişilik bir gruptan ibaretti. Ancak organize şekilde oluşturulan bu psikolojik ortam İstanbul ve Ankara gibi iki ana merkezi bir bulut gibi kuşatıp teslim aldı, Silahlı Kuvvetler içerisinde beş altı yıldan beri sürdürülen ve hükümeti devirmeye yönelik faaliyetlerle birleştirildi. Sonuçta on yıllık DP iktidarı çok kolay şekilde 27 Mayıs sabahı teslim alındı.
Bu dönemden çıkarılacak önemli dersler vardır. 27 Mayıs darbesine giden süreçte, toplumsal gerginlik sürekli tırmandırılmış, iktidarla muhalefet, CHP ile DP iki hasım kamp halinde mevzilenmişlerdi. Her iki partinin teşkilat görevlileri can güvenliklerinin bulunmadığını, evlerinin işaretlendiğini, yok edilmek istediklerini öne sürüyorlardı. Konular demokratik siyasî ortamın gerektirdiği çerçevede tartışılmıyor, siyasî toplantılar taraflar arasında kavga ve çatışmanın vesilesi kılınıyordu. İktidarla ilgili çeşitli rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ortaya atılıyor, bunlar basında geniş yer buluyordu. Özellikle Nisan ayından itibaren bu tarz dedikodular çok daha sistemli hale getirilmiş, onlarca öğrencinin katledildiği, Et-Balık Kurumu’nun kıyma makinelerinde cesetlerinin yok edildiği masalı trajik bir dille anlatılmaya başlanmıştı. O kadar ki 27 Mayıs sabahı, darbeciler Et-Balık Kurumu’na giderek yapıldığına kesinlikle inandıkları bu katliama ilişkin kalıntıları aramaya kalkıştılar. Kutuplaşmanın, kamplaşmanın siyasal ve toplumsal merkezler arasındaki ilişkilerin düşmanlığa dönüşmesinin, kin ve intikam duygularının kabarmasının nelere mal olduğunu kimse unutmamalıdır.
Ülkeyi diktatörlükten kurtarmak, hukuka dayalı meşru bir yönetim kurmak iddiasıyla yönetime el koyanlar, yakın siyasî tarihimizde elemle hatırlanacak trajik bir dönemin sorumlusu oldular. Bazı üniversite hocalarının, profesörlük sıfatı taşıyan hukukçuların verdikleri mütalaalara dayanılarak özel bir mahkeme kuruldu. Hukukun temel ilkeleri ve mevcut yasalar pervasızca ihlal edilerek sözde hukukî bir yargılama yapıldı; bir başbakanın ve iki bakanın asılmasıyla sonuçlanan bu dava tarihî bir yüz karamızdır.
27 Mayıs 1960 müdahalesinden itibaren kırk dokuz yıl geçti. Ancak bu olayın yol açtığı sonuçlar, siyasal, sosyal ve ekonomik hayatımızdaki etkileri, demokrasi tarihimizdeki olumsuz yeri hiçbir zaman unutulamaz. 27 Mayıs’ı sebepleriyle, failleriyle ve sonuçlarıyla bilmeden, değerlendirmeden, siyasî basiretsizliklerin, bağnazlıkların hazırladığı kamplaşmaları doğru algılamadan günümüz Türkiye’sini yönetmek mümkün değildir.