Arkadaşımız Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol 28 Şubat 1997’de Yüksek Askeri Şura kararıyla “irticai faaliyetlerde bulunmak” suçlamasıyla Silahlı Kuvvetler’den ihraç edilmiş, kamu haklarının bir çoğundan mahrum bırakılmıştı.
Çok küçük yaşlardan itibaren Türk Milliyetçiliği düşüncesini benimseyen, milletimize ve vatanımıza hizmet etmeyi hayatının gayesi sayan, kendisine emanet edilen çok önemli devlet hizmetlerini bu ruh ve heyecanla yerine getirmeye çalışan bir insana yapılan bu muamelenin haklı ve vicdani bir tarafı yoktu; yapılan tam anlamıyla bir “zulüm”dü.
Muhterem annesi rahmetli Zarife hanımla birlikte bu zulmün ağırlığını, ıstırabını senelerce yaşadılar. Neyse ki annesi hayatının son günlerinde 2012’de bu haksızlığın giderilmeye çalışıldığını, oğlunun haklarının iade edildiğini gördü. Ancak zulmü yapanlarla adalet önünde hesaplaşma imkânı olmadan Hakk’a yürüdü.
Şu anda yürütülmekte olan 28 Şubat’la ilgili dava bağlamında kardeşimiz Mustafa Kahramanyol geçen hafta Ankara 5.Ağır Ceza Mahkemesi’nde ifade verdi. Maruz kaldığı korkunç haksızlığa yol açan sanıklarla mahkeme huzurunda hesaplaştı.
Müşteki ve mağdur sıfatıyla katıldığı davada ortaya koyduğu acı gerçeklerin herkes tarafından bilinip öğrenilmesi gerekiyor. Çünkü rütbe ve sıfatlarının hakkını vermek, onurunu titizlikle korumak yerine, bunları hiç çekinmeden kendi fikir ve görüşleri yönünde istismar etmeye kalkanların bir kere daha teşhir edilmesi tarihe not tutma anlamına geliyor. Ama esas hesaplaşma elbette Mahkeme-i Kübra’da yapılacaktır. Beşeri adalet divanında Mustafa Kahramanyol’a hesap veremeyenler, Hakk’ın divanında rahmetli Zarife teyzeyle bakalım nasıl hesaplaşacaklar?
Dr.Kahramanyol duruşmada şunları anlattı:
30.10.2014 Ankara
Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesine,
MÜŞTEKİ: | Mustafa KAHRAMANYOL Emekli Prof. Tbp. Kd. Alb. (970-12) |
28 Şubat 1997 tarihinde, meşru hükümete karşı darbe tertiplemekle itham edilen eski askerlere karşı açılmış olan bir dâvâ dolayısıyla yüce mahkemenizin huzurunda bulunmaktayım.
Meşru hükümete karşı darbe tertip etmekle itham edilen kişilerin aziz ordumuzun mensupları olmaları yüzünden derin bir üzüntü duymaktayım. Zîra, ben ve benim gibi yoksul halk çocukları Türk Ordusu denen ocakta hayat, rütbe ve her türlü meşru imkânı bulabilmiş olduklarından, ordu bizim için mukaddes bir varlıktır. Huzurunuzda sanık sıfatıyla bulunan subayların arasında hiçbir kabahati olmayanların da bulunduğu kanaatındayım. Bunlar, sadece silsileyi meratip ve bulundukları makam dolayısıyla birtakım faaliyete iştirak etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Zîra, Türk Ordusu’nda Genel Kurmay Başkanı ve yakın çevresi tek kudret mercisidir. Bunun dışına çıkılmış hâller vardır, ama onlar ihtilâl hâlleri idi ve kısa bir zaman içinde klâsik düzene dönülmüştür. Hükümet darbelerinde ise, işin başında daima Genelkurmay Başkanları bulunmuştur.
Cumhuriyet Savcılığı’na daha önce sunmuş bulunduğum iki adet suç duyurusundaki ifadelerimi ve taleplerimi tekrar ederim. 28 Şubat hâdisesi, bu hâdisenin öncesi, süreci ve sonuçları hakkında aşağıdaki ifademi mahkemenizin huzurunda okumak istiyorum:
Ben, dul bir kadının, dikiş dikerek yetiştirmiş olduğu bir insanım. Hayatımın çok erken bir döneminde, komünist hapsinde yatan anneme veya dedeme sefertasıyla yemek götürürken hürriyetin ve adâletin ne olduğunu öğrendim. Fırsat bulunca da vatanıma göç ettim. Anamla beraber çalışarak hayatta kaldım. Orta öğrenimde başarılı bir öğrenci idim. 1963 yılında Hacettepe Tıp Fakültesini birincilikle kazandım ve aynı yıl askerî öğrenci oldum ve ömrümce sadık kalmış olduğum askerlik yeminini ettim. Neticeten, 34 yıla yakın bir süre asker kisvesi giydim ve bu sürede hep çok çalışkan, dürüst ve disiplinli olarak bilindim. Yıllar boyunca devremin sicil birincisi oldum.
Gülhane’de bir yıl eğitim, üç yıl değişik kıtalarda askerî hekimlik, 1974-1977 yıllarında Gülhane As.Tıp Ak. KBB AD’nda asistanlık ve aynı yerde 1977-1980 yıllarında başasistanlık ettim.
1979 yılında kursa giderek İngilice’yi anadilim kadar iyi öğrendim. 1985 yılında da yine kursa giderek Fransızca’yı iyi derecede öğrendim.
1980-1981 yıllarında ABD The John Hopkins Üniversitesi KBB AD’nda eğitim gördüm. Profesör George Nager tarafından yayımlanan “Pathology of the Ear” adlı kitapta oradaki çalışmalarım konulmuştur.
1981-1983 yıllarında Gülhane As.Tıp Ak. KBB AD’nda müşavirlik ettim. Bu dönemde, NATO Tıp Merkezi’ndeki bir görev için açılan imtihanı kazanarak oraya tayin edildim.
1983-1986 yıllarında Belçika’daki NATO SHAPE Tıp Merkezi’nde hekim olarak çalıştım. Takdirnameler aldım. Bunlar mahkemenizin nezdinde bulunan dosyadadır.
1984-1986 yıllarında, haftada bir gün olmak üzere, Anvers Üniversitesi KBB Kliniği’nde Araştırma görevlisi olarak çalıştım. Takdirname aldım. Fotokopisi dosyadadır.
1983-1986 yıllarında, masrafı kendime ait olmak üzere Paris Sorbon Üniversitesi, Zürih Üniversitesi ve Tübingen Üniversitesi KBB bölümlerinde ve Londra Kıraliyet KBB Enstitüsü’nde gözlemci ve misafir öğretim üyesi sıfatıyla birer ay çalıştım.
1986-1987 yıllarında Sarıkamış Asker Hastahanesi’nin baştabibliği görevlerinde bulundum.
Gülhane As.Tıp Akademisi’nde 1987 yılında yardımcı doçent, 1988 yılında doçent ve 1994 yılında profesör oldum.
Kulak hastalıklarının tedavisi ile ilgili özel bir cerrahi yöntem geliştirdim ve adını “Gülhane Masoidektomisi” olarak tescil ettirdim. Bu hususta, yerli ve yabancı bilim mecmualarında 1988-1992-2000 ve 2007 yıllarında yayınlarım oldu. Bu yöntem, Profesör Mikro Tos’un 1983 yılında yayınlamış olduğu “Manual of Middle Ear Surgery” adlı kitapta 319-321 sayfalarında geniş olarak takdim edilmiştir.
Eski Yugoslavya’da başlayan çatışmalar şiddetlenince, Balkanlar’ı iyi tanımam ve oranın dillerinden bâzılarını iyi bilmem dolayısıyla, Başbakan Süleyman Demirel’in ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in uygun görmeleri üzerine, 1993-1996 yıllarında, Başbakan Müşaviri ve Başbakanlık Balkan İşleri Koordinatörü olarak çalıştım. Bosna Cumhurbaşkanı tarafından takdir ve taltif edildim. Belgeler dosyadadır.
1996 Yılında Erbakan-Çiller Hükümeti kurulunca, başbakanlık müşavirliğinden istifa ederek Gülhane’ye döndüm ve hekimlik ve hocalık vazifelerimi ele aldım.
03.Ağustos.1997 Pazar günkü gazetelerden, Gülhene’den yirmiyi aşkın bilim adamının ihraç edilmiş olduğunu büyük bir üzüntü ile okudum. Bunları arasında kendi adımı görünce de dehşete düştüm.
GATA’da Prof. Tbp. Kd. Albay olarak görev yapmakta iken, herhangi bir disiplin veya ceza soruşturmasına uğramamış olmama rağmen, GATA komutanlığınca tarafıma tebliğ edilen ekteki emirle disiplinsizlik adı verilmiş bir kararla YAŞ tarafından TSK’nden ayrılma işlemine tâbi tutulmuş bulunuyorum. (KKK.lığının 04.Ağustos.1997 gün ve PER.:4184-601-97/EMK.ve ARŞ.Ş.sayılı emri; GATA Cer.Tıp.Bil.Böl.Bşk.07.Ağustos.1997 gün ve 4184-257-97 sayılı emri)
Bu işlemin sonucu olarak da birçok haklarımdan mahrum edildim ve hekimlik ile hocalık mesleğimi de ifa edemez hâle getirildim. Bu bağlamda, emekli subay kimliğini taşıyamamakta, av tüfeği dâhil, hiçbir tür ateşli silâh bulunduramamakta, ordu evleri ve askerî hastanelere girememekte ve üniversitelerde görev alamamakta idim. En önemlisi de, toplumda bir vebalı ve bir hain gibi muamele görmüş olmanın verdiği maddî ve manevî sıkıntıları âzamî derecede yaşadım. Aradan on yedi yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, uğradığım haksızlığın ve zulmün etkisinden halâ kurtulabilmiş değilim.
Tüm çabalarıma rağmen, neden böylesi ağır bir muamalaye tabi tutulmuş olduğumun belgelerine ulaşamamıştım.Ta ki 2012 yılında 28 Şubat dâvâsı açılıncaya kadar. Dâvâyı yürüten savcılıktan almış olduğum iki adet belgeyi ekte sunuyorum ve izninizle bunlar üzerinde tahlilde bulunmak istiyorum.
1-GATA Komutan Prof.Tbp.Tümgeneral Fahrettin Alpaslan imzalı, 21 Haziran 1997 tarihli ve 3590-135-97 sayılı yazı Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner'in şahsına gönderilmiş olup, hakkımda birtakım bilgiler sunulduktan sonra „Anılan personelin ilgi yönerge gereğince takip ve kontrol altına alınıp, alınmaması hususunu tensip ve emirlerinize arz ederim“ şeklinde son bulmaktadır.
Demek ki, o tarihe kadar hakkımda, disiplinsizlik sayılacak bir fiilim tesbit edilmemişti. Nasıl oldu ise, birden bire akıllarına beni araştırmak fikri gelmiş olmalı. Demek ki bir takım imalar ve ihsaslar olmuş.
Bu yazının (f) bendinde „1983 yılında ülkücü faaliyetleri nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı Kirazlıdere Komisyonunda sorgulanan ve hâlen Mevki Hastanesi Baştabibi olan Tbp.Tuğgnl.Metin Denli ile belirtilen yıllar itibarıyla yakın ilişkide olduğu“ denilmektedir.
Ben, vatanını ve milletini seven ve siyaseten Milliyetçiliği benimsemiş olmakla iftihar ederim. Ancak, siyasî fikirlerimi askerî ortamlarada asla ifade etmemişimdir. Öyle olduğu içindir ki hiç bir zaman hakkımda bir soruşturma yapılmamıştır. Kaldı ki, irtibat içinde olduğum ifade edilen şahıs da general yapılmıştır. Demek ki, fikirlerimizin orduya bir zararı yokmuş.
Yazının (g) bendinde „Alpaslan Türkeş tutuklu olarak GATA ve Mevki Hst.de yatarken kendisiyle Metin Denli ile birlikte ilgilendikleri, gereken sosyal yardım yaptıkları“ denilmektedir.
Sayın Türkeş tutuklu iken kendisini hiç görmüş değilimdir. Çünkü, o dönemde, önce Amerika'da ve sonra da Belçika'da bulunuyordum ve iddia edilen işi yapmış olmam maddeten mümkün değildir. Dolayısıyla bu sözler safi yalandan ibarettir.
Yazının (i) bendinde „Görev yaptığı bölümde; bilimsel katkısının olmadığı, karısını ihmal ettiği, sosyal bir kişi olmadığı“ denilmektedir. El insaf. Yüce mahkamenize sunduğum kitaplarda adım geçerken, özel bir ameliyat yöntemi geliştirmiş ve adını Gülhane'ye izafe etmişken „bilimsel katkısı yoktur“ şeklinde bir iftirada nasıl bulunulabiliyor?! Bunu yapanlar, kuldan utanmaz ve Allahtan korkmaz adamlar olsa gerektir.
Yazının (2.) bendinde „ilk karısının ise tesettürlü olduğu ve sosyal faaliyetlere iştirak etmediği yolunda teyide muhtaç bilgiler alınmıştır“ denilmektedir.
Benim ilk eşim hekim idi ve başı hiç bir zaman örtülü olmamış olduğu gibi İslâmî amelle de alâkası olmamıştır. Huzurunuzda sanık olarak bulunan bâzı generaller bu hususta şehadet edebilirler. Ben, çok şükür Müslümanım ve hayatım boyunca iyi bir mümin olmağa gayret etmişimdir. Bu vadide de eşimin iman ve amel işlerine karışmamışımdır. Şayet eşim başını kapatmak isteseydi bence o da makbul olurdu. Ama bu ihbar utanç verici bir yalandır ve darbeci zihniyetin ahlâksızlığını göstermektedir.
2-Genelkurmay Başkanlığı 31 Temmuz 1997 tarihli ve Per: 4184-268-97/Oer.D.Ynt.Ş.(4) sayılı ve „Yüksek Askerî Şûra Gündemine Girmesi Uygundur“ kararı ile biten yazı Orgeneral Çevik Bir ve Organeral İsmail H.Karadayı tarafından imzalanmış.
İşbu yazının bitiminde bulunan „K.K.K.lığı Kararına Göre İşlem Yapılması Uygundur“ kararı çarpı işareti konularak iptâl edilmiş. Demek ki bir takım tereddütler vaki imiş. İhraç için sıralanan gerekçeleri aşağıda tahlil edeceğim:
Yazının (1-a) bendinde „Işıkçı tarikatına mensub olduğu“ ifadesi yer almaktadır. Bu ifade tümden bir yalandır. Lise çağlarımdan beri, zamanımızda tarikatçılığın gereksiz olduğunu savunan bir Müslüman olduğumu bilmeyen yoktur. Ayrıca, adı geçen tarikatın başında bulunmuş olan Sayın Hüseyin Hilmi Işık'ı veya Sayın Enver Ören'i tanımam.
Yazının (c) bendinde „mensubu olduğu tarikatın propagandasını yaptığı ve yayınlarını takip ettiği“ şeklinde bir ifade vardır. Bu da koskocaman bir yalandır. Adı geçen tarikatın yayınları bende olmadığı gibi, imanî kanaatım gereğince de hiç bir tarikatın propagandasını yapacak durumum olmamıştır.
Yazının (d) bendinde „Tarikata taraftar kazandırma yönünde emrindeki personeli etkilediği“ şeklinde bir ifade yer almaktadır.
Yazının (e) bendinde „İlk eşinin tesettür kıyafeti giydiği“ şeklinde bir ifade yer almaktadır. Bu ifade de koskoca bir yalandan ibarettir. İşin acı tarafı, ihtaç için YAŞ'ya sevkimi teklif eden işbu yazının altında Çevik Bir'in imzası vardır ve kendisi ilk eşimi çok iyi tanımıştır. İki yıl Belçika'daki NATO Başkomutanlık karargâhında beraber çalışmış ve aile ziyaretlerinde bulunmuş idik. Bu gibi yalanlarla dolu bir yazının altına imzasını atarken hangi vicdanla hareket etmiştir? Yoksa, darbeci heyecan yüzünden cinnet geçirip aklını mı kaybetmiş idi?!
3. Burada, üzerinde hassasiyetle ve dikkatle durulması gereken hususlar vardır:
a. Hakkımda herhangi bir soruşrurma veya takip yok iken, 21 Temmuz 1997 tarihli ve tamamının yalan olduğunu yukarıda ispat etmiş olduğum üzere, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner'in bizzat şahsına yazılmış olan yazı ile hakkımda „sakıncalı kişi“ dosyasının açılıp açılmaması hususu sorulmuştur.
b. Çetin Saner de, altı gün sonra, hakkımda „sakıncalı kişi“ dosyasının açılmasına ait bir emir imzalamıştır. (Genkur.İsth.3592-244-96/İKK.Güv.D.İKK.Ş.2/İsth.527)
c. 31 Temmuz 1997 tarihinde de, Orgeneral Çevik Bir ve Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, GATA Komutanlığı'nı yazısındaki yalan ve iftiraları aynen iktibas eden bir gerekçe ile, ordudan ihracımı teklif eden bir yazıyı YAŞ'ya göndermişlerdir.
ç. YAŞ'da da, 01 Ağustos 1997 günü Ordu'dan ihracıma karar vermiştir.
Burada görüldüğü üzere, her şey ansızın başlatılmış ve on bir gün içinde benim istikbâlim söndürülmüştür. Darbe ortamının cinneti ve korkuları olmasaydı böyle bir şeyin vukuu söz konusu olamazdı. Demek ki ki, darbeciler korku ortamında
Istedikleri zulmu işleyebilmişlerdir. İlgili belgeler dosyadadır.
Heyetinizi doğru bilgilendirmek amacıyla, 1997 yılında GATA Komutanlığı’nı yürütmekte olan Profesör Tabib Tümgeneral Fahrettin Alparslan’ın bana verdiği bir ihbar mektubunun fotokopisini öncelikle sunmak isterim. Alparslan Paşa’nın bana o tarihlerde söylediği üzere, bu ihbar mektubu Nurcan Akçay tarafından yazılmış ve aleyhimde kullanılmış olan en önemli belgeyi teşkil etmiştir. Anadolu’da Vakit gazetesinin 22 Eylül 2005 tarihli sayısında yayınlanmış olan söyleşide, Sayın Akçay böyle bir mektubu yazmış olduğunu teyid etmekte; ancak, bu mektubun ve daha başka ifadelerin kendisine Orgeneral Çevik Bir ve emrindeki istihbaratçılar tarafından yazdırılmış olduğunu açıkça ifade etmektedir. O günlerde GATA Komutanı bulunmakta olan Profesör Tabib Tümgeneral Fahrettin Alpaslan, talebim üzerine Nurcan Akçay’a yazdırılmış olan iftira mektubunun bir fotokopisini Profesör Tabib Tuğgeneral Ahmet Dündar aracılığı ile bana vermişti. Bu fotokopi ekte sunulmuştur. Daha sonra, Fahrettin Alpaslan Hoca, bir akşam vakti beni Meşrutiyet Caddesi 12/28 adresindeki muayenehanesine çağırttı ve orada döndürülmüş bulunan bütün dolapları ve Orgeneral Çevik Bir’in yapmış olduğu baskıları anlatarak çok büyük bir vicdan âzabı içinde olduğunu ve yakında her şeyi basına açıklamak istediğini söylemişti. Ne çare ki, bir kaç gün sonra Fahrettin Paşa intihar etti ve gerçeklerin ortaya çıkması bu günlere kalmış oldu. Bu yönde bir bilgiyi de benim birnici sicil âmirim olmuş olan Profesör Tabip Tuğgeneral Ahmet Dündar vermektedir: kendisi Anadolu’da Vakit gazetesine vermiş olduğu mülakatta, Orgeneral Çevik Bir’in, o zamanlarda Genelkurmay İstihbarat Başkanı bulunan Korgeneral Çetin Saner’i gönderdiğini ve benimle ilgili olarak gizli bir şeyler konuşmuş olduklarını söylemiştir. Bu gizli şeyler ise, benim için verilmiş olan olumlu sicili imha etmek ve sonra da eski tarihli olumsuz bir sicili yeniden düzenletme konusundaki ikna faaliyetinden başka bir şey olamaz.
Heyetinize sunmak istediğim bir başka belge de, Nurcan Akçay’ın 19.08.2005 tarihinde gazeteci Sayın Emin Pazarcı’ya hitaben yazmış olduğu ve bana 29 Eylül 2005 tarihinde verilmiş olan itiraf mektubudur. Sayın Akçay bu mektupta, bir takım kimselerin benim aleyhimde bir komplo kurduklarını ve kendisine para ve iş vaadi mukabilinde iftira mektupları yazdırmış olduklarını açıkça ifade etmiştir. Ayrıca, Korgeneral Hurşit Tolon, Korgeneral Fevzi Türkeri ve Tümgeneral Erdal Şenel tarafından, dosyama konulması için ek bir iftira mektubunun 03.03.2000 tarihinde kendisine yazdırılmış olduğunu ve bunun mukabilinde Mehmetçik Vakfı’nın İstanbul’daki tesislerinde işe alınmış olduğunu açıklamıştır. Daha sonra da 22 Eylül 2005 tarihli Anadolu’da Vakit Gazetesi’ne ve 4 Ekim 2005 tarihli Yeni Aktüel Dergisi’ne vermiş bulunduğu söyleşilerde Sayın Akçay aynı iddialarını tekrar etmiştir.
Yüce mahkemeye sunmuş bulunduğum belgelerde özet olarak şu önemli bilgiler ortaya çıkmıştır:
Nurcan Akçay’ın yukarıda özetlenmiş ve tamamının fotokopisi ekte sunulmuş bulunan ifadelerinin basında yayınlanması münasebetiyle, geçmişte benim sicil âmirliğimi yapmış veya beni yakından tanımış olan yüksek rütbeli zevatın hakkımdaki beyanları ise şöyle olmuştur:
Sayın Demirel, bir gönüllü kuruluşun başkanına 18 Ekim 2005 tarihinde göndermiş olduğu mektupta da aynen şöyle demektedir:“Sayın Profesör Doktor Mustafa Kahramanyol’un başına gelenler, beni üzmüştür. Bu kadarla iktifa etmek istiyorum. Zîra, konu çok karmaşıktır”. Bu mektubun da fotokopisi ektedir.
Anlaşılan o ki, ülkenin cumhurbaşkanı da bir yerlerden baskı görmüş ve korkular yaşamıştır.
Devletin en yüksek makamı dâhil olmak üzere, çok önemli yerlerde bulunmuş olan birçok kimsenin, ağız birliği ederek, hakkımda olumlu kanaat ileri sürmeleri rast gele olabilecek bir iş değildir. Bu ifadeler, sadece benim kimliğimin açık bir teyidinden ibarettir ve YAŞ’nın imkânları kullanılarak hakkımda yapılmış olan işlemde bir sakatlık bulunduğunun açık ve bu komployu kuranlar için kahredici deliller topluluğudur. Esasen, hem yurt içinde hem de yurt dışında beraber çalışmış olduğum veya beni tanımış olan herkes benim nasıl bir insan, nasıl bir hekim ve nasıl bir subay olduğumu çok iyi bilir. Bunun delili olan takdirler ve şükran mektupları askerî dosyamda mevcuttur. Beni tanımış olan bütün silâh arkadaşlarımla da, belirli bir disiplin içinde kalmak şartı ile, daima kardeşçe ve candan ilişkilerim olmuştur. Buna şahadet edecek birçok astsubayın, subayın ve generalin adlarını verebilirim. Dolayısıyla, benim disiplinsiz olmuş olmam söz konusu olamaz. Ayrıca disiplin benim tabiatım olduğu içindir ki, tıbbiyedeki sınıf arkadaşlarım beni “Kurşun Asker” olarak çağırırlardı ve hâlen de öyle çağırmaktadırlar!
Yukarıdan beri içeriğini açıklamaya çalıştığım bir komplo neticesinde, Yüksek Askerî Şûra’ya iftira dolu, düzmece bir dosya sunulmuş ve şûra üyeleri aldatılarak hakkımda haksız bir işlem yaptırılmıştır. İşin ilginç tarafı, hakkımdaki dosya 31 Temmuz 1997 günü YAŞ’ya sevk edilmiş ve şûra kararı 1 Ağustos 1997 tarihinde alınmıştır. Demek ki, YAŞ üyeleri bu dosyayı incelemeden birer kul gibi parmak kaldırmak zorunda kalmışlardır. İşin acı tarafı, Orgeneral Kıvrıkoğlu gibi beni yakından tanıyan şûra üyelerinden hiç birisinin beni sorgulamak ihtiyacını duymadan emir kulu gibi karara evet demiş olmalarıdır. Türk ordusu için böyle bir yapılanma, uzun vadede çok kötü sonuçlar getirecektir.
28 Şubat 1997 tarihinden sonra, bütün memlekette olduğu üzere, Ordu’da da bir terör havası esmeğe başlamıştır. Bunu şu örneklerle teyid edebilirim:
1. Kitle hâlinde ihraçlar başlamıştır. Meselâ, Ağustos 1997 tarihinde sadece Gülhane’den yirmi dört bilim adamı ihraç edilmiştir. 1991-1996 yılları arasında yılda 48-98 kadar astsubay-subay YAŞ kararı ile Ordu’dan çıkarılırken, bu sayılar 1997 yılında 297 ve 1998 yılında 272 olmuş ve 1999 yılından itibaren de 81 ve daha düşük sayılarda olmuştur. Bu yüksek rakamlar da ortada bir darbenin mevcudiyetine işaret eder.
2. Prof. Tabib Albay Aziz Hacıbektaşoğlu, Orgnl.İsmail H.Karadayı’nın tavsiye mektubu ile gelen bir şirketin AİDS teşhisinde kullanılmak üzere teklif etmiş olduğu test malzemesinin işe yaramaz olduğunu bir heyet kurarak tesbit etmiş ve alınmasına mani olmuştur. Konu ile ilgili teferruat TBMM zabıtlarında vardır ve oradan çıkarılabilir. Bu seçkin hekim de 1997 yılının Kasım ayında YAŞ kararı ile ihraç edilmiştir.
3. Deniz K.K. askerî mahkemesinde görülen “Sarımsak” dâvâsında görevli hâkimlerden Sayın Yusuf Çağlayan ve Sayın Ahmet Karaman, beraat kararı verilmemesi hususunda edilen baskılar işe yaramayınca ihraç edilmişlerdir.
4. Daha önce YAŞ kararı ile Ordu’dan ihraç edilmiş olan Binbaşı Abdülmuttalip Yıldırım, Urfa Belediyesi’nda İtfaiye Müdürü olarak işe alınmıştı. Ancak, 28 Şubat’tan sonra baskılar karşısında işine son verilince maişet darlığına ve bunalıma düşmüş ve intihar etmiştir. Eşi Suzan Yıldırım’ın ifadesine göre, taziye bahanesiyle gelen garnizon komutanı şahıs “Basına demeç vermeyin; komutanlar kızar” tembihinde bulunmuştur.
5. 1987 yılının Mart ayında Nurcan Akçay aleyhinde açmış olduğum boşanma dâvâsının duruşmalarında, GATA’da görevli Denizci Kıdemli Başçavuş Gürcan, resmî üniforması içinde, Nurcan Akçay’a refakat etmekte idi. Basında çıkmış olan mülakatlarda ve Emin Pazarcı’ya hitaben yazılmış olan itiraf mektubunda, Nurcan Akçay bunları teyid etmektedir (Fotokopileri ektedir).
6. Nurcan Akçay’a, benden boşanmış olduğu hâlde sahte bir askerî hüviyet ve sahte bir askerî sağlık cüzdanı temin edilmiştir. Sahte hüviyet sayesinde bu şahıs askerî misafirhanelerde barınabilmiştir. Bu durum, ilgli şahsın basına ettiği açıklamalarla sabittir ve Emekli Sandığı tarafından hakkında dâvâ açılmıştır.
7. Nurcan Akçay’a önce Mehmetçik Vakfı’nın Kartal’daki şubesinde iş bulunmuş ve bir süre sonra işten çıkarılarak tazminat verilmiştir. Kısa bir süre sonra da Sabiha Gökçen Havaalanı işletmesinde başka bir işe sokulmuştur. Adı geçen şahıs bu bilgileri basına açıklamış olup fotokopileri dosyadadır.
8. Nurcan Akçay’ın 19.08.2005 tarihinde gazeteci Emin Pazarcı’ya hitaben yazmış olduğu ve bana 29 Eylül 2005 tarihinde verilmiş olan itiraf mektubudur. Sayın Akçay bu mektupta, bir takım kimselerin benim aleyhimde bir komplo kurduklarını ve kendisine para ve iş vaadi mukabilinde iftira mektupları yazdırmış olduklarını açıkça ifade etmiştir. Ayrıca, Korgeneral Hurşit Tolon, Korgeneral Fevzi Türkeri ve Tümgeneral Erdal Şenel tarafından, dosyama konulması için ek bir iftira mektubunun 03.03.2000 tarihinde kendisine yazdırılmış olduğunu ve bunun mukabilinde Mehmetçik Vakfı’nın İstanbul’daki tesislerinde işe alınmış olduğunu açıklamıştır. Daha sonra da 22 Eylül 2005 tarihli Anadolu’da Vakit Gazetesi’ne ve 4 Ekim 2005 tarihli Yeni Aktüel Dergisi’ne vermiş bulunduğu söyleşilerde Sayın Akçay aynı iddialarını tekrar etmiştir.
9. Bunlar yetmiyormuş gibi, YAŞ uygulamalarını basın önünde tenkit ettiğim için tehdit mektupları almaya başladım; uzun bir süre takip edildim ve telefonum dinlendi. Muhtemelen Ege Ordusu karargâhında yazılmış olduğunu tahmin ettiğim ve “Eski Bir Askere” başlıklı ve Pasaport Postahanesi’nden yollanmış bulunan bir tehdit mektubunun örneğini ve bunun yazılmasını tetikleyen Artı Haber Mecmuası’ndaki yazının fotokopisini ekte arz etmekteyim.
10. Meselâ, YÖK Başkanlığı’nın, 04.08.1998 tarihinde, benim işe alınmama mani olunmasını isteyen ve bütün üniversite rektörlerine yazmış olduğu “Kişiye Özel-Gizli” kayıtlı yazının fotokopisi hem bir delil, hem de bir ibret vesikası olarak ekte sunulmuştur.
Söz konusu yazıyının fotokopisini, eski dostum olan bir üniversite rektörü bana posta ile göndermişti. Ben de buna karşı, Danıştay'da dâvâ açtım. İlgili daire oy birliği ile iki defa lehimde karar verdi. YÖK bu kararlara karşi İdarî Dava Daireleri Genel Kurulu'nda itirazda bulundu. İDDGK da oy birliği ile lekimde karar aldı. Ne hikmet ise, YÖK'nun karar düzeltme isteği üzerine, karar değişti ve bir oy farkla aleyhimde karar verildi.
Büyük bir üzüntü içerisinde, kurulun başkanı Sayın Tansel Çölaşan'ın makamına gittim. Rendevum olmamasına rağmen, beni lütfen kabûl ettiler ve „hocam ben sizin lehinizde oy kullandım. Fakat buralarda ikna için dolaşan subaylar olmuş!“ mealinde konuştu.
Demek ki, memleketimizin yüksek hâkimleri de, korku ve beyin yıkama ortamında etki altına alınabiliyormuş.
Böylece, hekim ve hoca sıfatıyla memlekete hizmet etme imkânım elimden alınmış olduğu gibi emek karşılığı kazanç temin etmeme de mani olunmuş oldu.
Buna sebep olanlar hakkında tazminat ödemeye hükmedilmesini dilerim.
11. Sayın Nurcan Akçay’ın bir gazeteye yansımış olan ve kurulunuza bir video kaydı olarak sunulmuş bulunan ifadesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde açmış bulunduğum dâvâyı kaybetmemi sağlamak üzere Orgeneral Hurşit Tolon, Orgeneral Fevzi Türkeri ve Hâkim Tümgeneral Erdal Şenel 2002 yılında kendisine baskı yapmışlar; ülkenin büyük tazminatlara mahkûm edilebileceğini ileri sürmüşler, eski tarihli fakat daha teferruatlı ve ağır bir suçlama mektubu yazdığı takdirde para ve iş vaad etmişlerdir. Bu mektup yüzünden de AİHM nezdindeki dâvâmı kaybetmiş olduğum anlaşılmaktadır. Bunu yazan Sayın Akçay da Mehmetçik Vakfı’ndaki işinden çıkarılarak kıdem tazminatı yolu ile para vaadi yerine getirilmiş ve ertesi gün de başka bir kurumda yeni bir işe yerleştirilmiştir. Böylesi utanç verici bir dolap çevrildiyse bunun sorumlularının yargı önüne çıkarılması insanlık namına şarttır ve Türkiye’nin hür ve demokrat hüviyetini taşıyabilmesinin vazgeçilmez gereklerindendir.
12. Nurcan Akçay, GATA İstihbarat Şube Müdürü Hava Albay Recai Özyavuz ve Binbaşı Cevat Şimşek tarafından yönlendirilmiş ve aleyhimde kullanılmak üzere ne tür bir iftira mektubu yazacağı kendisine öğretilmiştir. Bunun mukabilinde Çevik Bir’in kendisine para vereceği ve iş bulacağı vaadinde bulunulmuştur. Bu yüzden Em.Alb.Recai Özyavuz’un ve eşi Meral Özyavuz’un ve Em.Bnb. Cevat Şimşek’in mahkeme tarafından sorgulanmasını talep ederim.
13. Memlekette ve Ordu’da oluşan korku dolayısıyla kadim dostlarım bile evime gelip “geçmiş olsun” demek şöyle dursun, telefon etmeğe bile korkmuşlardır. Dost sandığım öğrencilerimin ve subayların bâzısı da bu korku yüzünden benimle ilişki kuramamışlardır.
14. Oğlum İbrahim Alper Kahramanyol, 2006 yılında Askerî Lise’ye giriş imtihanını kazanmış fakat mülakata alınmamıştır.
15. Çocuklarımdan birisi Bilkent Üniversitesi mezunudur ve 2001 yılında BM UNESCO Türkiye Temsilciliği makamı için açılan imtihanı kazanmış olduğu hâlde ataması yapılmamıştı. Haberi öğrenince 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e gittim. Her zamanki nezaketi ile beni kabûl ettiler ve hâl hatırdan sonra konuya girildi. Durumu izah ettim. Sayın Demirel derhal eline telefon alarak bir yeri aradı ve muhatabına “Metin (M.E. Bakanı Metin Bostancıoğlu), yanımda Mustafa Kahramanyol oturuyor. Kızı Bilge UNESCO temsilcisi olmak için açılan imtihanı kazanmış, ancak babasının Ordu’dan ayrılmış olması bahane edilerek göreve tayini yapılmıyormuş. Kahramanyol, çok iyi bir arkadaşımızdır. Ne yazık ki başına bir iştir geldi. Ayrıca, ne zamandan beri çocuklar babalarından mes’ul tutulmağa başlandı. Tanzimat fermanının bile ikinci maddesi “beraatı zimmettir”. Bu işi halledelim.” dedikten sonra, bana dönerek “Doktor, işin gereği yapılacak” dedi. Kızım da bundan sonra görevine başlayabildi.
Ben de, teşekkür ettikten sonra, fırsattan istifade ile, “Sayın Cumhurbaşkanım, beni teksiye ettiğiniz için şükranlarımı arz ederim. Merak ediyorum, benim hakkımda böyle düşündüğünüz hâlde, size ne dediler de Ordu’dan ihraç kararımı imzaladınız?” diye, aklımca ustaca bir soru sordum.
Sayın Demirel, arkasına yaslanıp gülümsedi ve “Doktor, ne dediklerini hatırlamıyorum, fakat ben başbakan iken, kulağımdan tutup yedi yıl dört duvar arasında tuttular. Memleketin başbakanına böyle yapılabiliniyorsa, sana yapılan az bile sayılır” diye, efradını cami, ağyarını mâni bir cevap verdi.
Dermek ki, kendisini tehdit eden kimseler varmış ki kararnameyi imzalamak zorunda kalmış!......
Benim kanaatıma göre, 28 Şubat 1997 günü meşru bir hükümete karşı darbe yapılmıştır. İşbu hâdise fiilen sabittir. Çünkü:
1.Darbeden çok önce, Türk Ordusunda birtakım hazırlıklara başlanmıştır. Darbeciler, kendileri gibi düşünmeyen veya işlerine mani olmaları muhtemel olan astsubayları, subayları ve generalleri tasfiye etmeğe başlamışlardır. Bu bağlamda, YAŞ bir kıyım makinesi olarak kullanılmağa başlanmıştır.
2.1994 mahallî seçimlerinde ortaya çıkan siyasî manzara karşısında, birtakım generaller, yapılacak genel seçimlerde Refah Partisi kazanacak olursa, bunların “Muktedir” yapılmayacaklarını söylemeğe başlamışlardır.
3.Yüksek mahkemelerin üyeleri, gazeteciler ve üniversitelerin öğretim üyeleri otobüslerle Genelkurmay karargâhına getirilerek kendileriyle “Bilgilendirme” toplantıları yapılmıştır.
4.İçişleri Bakanı başta olmak üzere, her kademedeki devlet görevlileri tehdit edilmiştir. Bu gibi işler zamanın basınında çok yazılmıştır. Nitekim, Sayın Çetin Saner, darbe döneminin İçişleri Bakanını tehdit etmiş olduğunu bu mahkemenin huzurunda itiraf etmiştir. Bu tehditler neticesinde, İçişleri Bakanlığı bir genelge yayınlayarak, YAŞ kararıyla Ordudan çıkarılmış olan subay ve astsubaylardan sivil kurumlarda iş bulmuş olanların işten çıkarılmalarını talep etmiştir. Binbaşı Abdülmuttalip Yıldırım bu gibi subaylardan birisi idi ve Urfa Belediyesinde itfaiye müdürü olarak çalışıyordu. Eşi Suzan Yıldırımın ifadesine göre, bakanlığın emri üzerine işinden çıkarıldıktan birkaç ay sonra intihar eden arkadaşımızın evine merkez komutanı gelmiş ve basına beyanat verilmemesini tembih etmiştir.
6. Etimesgut Zırhlı Birlikler Tümeninin tankları, bir tehdit unsuru olarak, Sincan sokaklarında yürütülmüştür. Daha sonra, bu olayı kasteden bir general, “Balans ayarı yaptık” diyebilmiştir. Buradan da hâdisenin bir tehdit unsuru ve darbenin bir parçası olduğu açıkça görülmektedir. Şimdi yargılanmakta olan sorumlular, diyorlar ki “Tanklar, bir tatbikat maksadıyla oradan geçirilmiştir”. Bu ifade hakikate aykırıdır. Zîra, olağan hâllerde, tanklar adı geçen birliğin arazisi içerisinde tatbikat yapar. Şehir içinde tatbikat şart ise, daha önce valiliğin, belediyenin ve trafiğin bu işten haberdar edilmesi ve uyumlaştırma içinde hareket edilmesi gerekir. Bunların hiç birisinin yapılmadığı bir gerçektir. En azından, bu mevzuatın yerine getirilmemiş olması bir suç teşkil eder ve sorumluların cezalandırılması gerekir.
7. YAŞ olağanüstü yetkileri kullanılarak birçok subay ve astsubay, iftira edilerek ve sahte evrak hazırlanarak, Ordu’dan ihraç edilmişlerdir. GATA’da çalışan ilim adamları ve askerî hâkimler bile bu furyadan nasiplerini almışlardır. GATA’da benimle ilgili olan hadise çok çarpıcı bir örnektir. Bir diğer örnek de Profesör Aziz Hacıbektaşoğlu ile ilgilidir. Profesör Hacıbektaşoğlu, belli bir şirketin çürük mallarının Ordu’ya alınmasına izin vermeyince milyon dolarlık rüşvet teklifini red etmiş bir âbide şahıstır. Ne yazık ki bunun bedelini ihraç edilerek ödemiştir. Öte yandan, Deniz Kuvvetleri’nde görevli hâkimlerden Yusuf Çağlayan ve Mehmet Karaman, “Sarımsak” dâvâsında emir almayı red ettikleri için, önce kadroları Kara Kuvvetleri’na alınıp sürgüne gönderilmişler, daha sonra da haklarını AYİM’de aradıkları için de Ordu’dan ihraç edilmişlerdir.
8. Bir takım subaylar, kendilerini milletin ve hatta insanlığın üzerinde gören küçük fakat etkili bir kümeden ibaret idi. Bunlar, millî iradeyi saymamış ve yaptıkları işleri meşru gösterecek kanunlar uydurmuşlardır. Bu gibi kanunların en dehşet verici olanları, YAŞ ile ilgili olanlarıdır. Bu vâdideki ilk düzenlamalar yetersiz bulunmuş olacak ki, zaman içerisinde bâzı âciz iktidarlara daha da sert eklemeler yaptırılmıştır.
Aslında, 1982 Anayasası, Yüksek Askerî Şûra’ya (YAŞ) adam ihraç etme yetkisini vermemiştir. Millî Güvenlik Kurulu’nun Anayasa çalışmaları sırasında Kenan Evren ile Hâkim Tümgeneral Muzaffer Başkaynak arasında geçen resmî konuşmalara bakılacak olursa,
“YAŞ kararlarının yargıya kapalı olma” keyfiyeti sadece terfi ve tayinler için murad edilmiştir. Ne var ki, Anayasa’nın kabûlünden dokuz ay sonra ve kamuoyunun gözlerinden kaçak olarak, 926 sayılı Askerî Personel Kanunu’na 50-C ve 94-B maddeleri eklenerek YAŞ’ya keyfî icraat yetkisi verilmiştir. Böylesi bir davranış türü hukukun üstünlüğü ilkesinin açıkça çiğnenmesinden başka bir şey değildir.
Mevcut mevzuata göre, disiplinsiz veya işe yaramaz olarak değerlendirilen subay ve astsubayların Ordu'dan re’sen çıkarılabilme yetkisi her kuvvet komutanına verilmiştir. Ancak, Ordu’dan uzaklaştırılmış olan kişi bu takdirde, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) nezdinde hakkını arayabilmektedir. Mevcut uygulamaya bakılacak olunursa, komuta kademesinin bu yola itibar etmediği, gizlilik kalkanına sahip YAŞ yolunu tercih etmekte olduğu ortaya çıkar. Demek ki, askerî hâkimlere ve askerî mahkemelere güvenilmemekte, her şeyin komutanlar tarafından kusursuz olarak değerlendirileceği sanrısı yönetim kademelerine hâkimdir. Bu da hukukun üstünlüğü ilkesinin çiğnenmesinin bir başka örneğidir. Bu çiğneme de milletimizin gözünün içine bakılarak, yirmi iki yıldan beri pervasızca sürdürülmektedir.
YAŞ kararlarının hukuksuzluğu, ender bazı uygulamaların AYİM tarafından yok hükmünde sayılmış olması ile belgelenmiş bulunmaktadır. Meselâ, Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde şizofreni sebebiyle askerliğe elverişli değildir ve vâsi tayini uygundur işlemi yapılan bir subay, sağlık raporunun gerektirdiği idarî işlem yapılmadan önce ilgili kuvvet komutanı tarafından Ordu’dan atılmış, fakat AYİM’in kararı ile bu işlem iptâl edilmiştir. “Sen misin bizim kararımızı tanımayan!?” biçimindeki bir anlayışla aynı subay bu defa YAŞ kararı ile Ordu’dan ikinci defa atılmıştır. Aklî salâhiyeti bulunmayan bu subay ile ilgili YAŞ kararı AYİM tarafından yok hükmünde sayılmıştır. Görülüyor ki keyfiliğin yanı sıra acımasızlık ve kıyıcılık da sahnede yerini almaktadır.
Hatalı görülen subayların veya astsubayların uyarılması ve haklarında hazırlanmakta olan dosyalardan haberdar edilmesi hukukun ve insan haklarının gereği iken buna asla itibar edilmemiştir. Üstelik de, ihraç işlemleri kuvvet komutanlıkları eli ile yapılabilecek iken, YAŞ yolu tercih edilmiştir. Çünkü, oradan çıkan kararlara karşı hak arama yolları kapalı idi. Öyle bir hâle gelinmiştir ki “komutan” makamında oturan şahısların emri veya üst kademedeki şahısların telkinleri ile subaylar ve astsubaylar hakkında gizli-kapaklı bir şekilde düzmece dosyalar düzenlenerek bu gibiler tavsiye edilmiş ve hayatları mahvedilmiştir. Bunun örneklerinden birisi de benimdir. Hakkımda hazırlanan dosyada mevcut olan yazılar sayın mahkemenin elindedir.
28 Şubat hadisesinin failleri, ordunun ne olması ve subayın nasıl birisi olması gerektiğini bilmeyen zevattan olsalar gerektir. Demek ki ya okullarında kendilerine öğretilmiş olanları iyi belleyemediler veya akıl tutulmasına uğrayarak öğretilmiş olanları unuttular. Demek ki, bize hayat vermiş olan o muhteşem müessese, bir sürerliğine, Taşlıcalı Yahya’nın ifadesiyle “ecel celâlilerinin” eline geçmiş ve millete zulüm eden bir fesat odağı hâline getirilmek istenmiştir. Hadiseler ve milletimizin irfanı, malûm zevata, geç de olsa, ordu ve subay hakkında bir şeyler öğretmeğe başlamıştır. Mamafih, bu vâdide, anlayana sivrisinek saz olurken, anlamayana ise davul zurna az gelir.
28 Şubat hükümet darbesine karışmış olanlara tavsiyem şudur:
1. Yapmış olduğunuzun işin doğruluğuna inanıyorsanız bunu açıkça savununuz.
2.Yapmış olduğunuz işin yanlış olduğuna kanaat getirmişseniz pişmanlığınızı söyleyiniz.
Her iki hâlde de perde arkasında cereyan etmiş olan olayları bütün çıplaklığıyla anlatınız ki milletimiz ibret ve ders alsın. Pişmanlık duymanız ve özür dilemeniz hâlinde bu millet sizi muhakkak affedecektir. En azından, Mustafa Kahramanyol ve onun gibi düşünen birçok silâh arkadaşlarınız, ettiğiniz zulümlerden ötürü haklarını helâl edeceklerdir.
Yukarıdan beri içeriğini açıklamaya çalıştığım bir komplo neticesinde, Yüksek Askerî Şûra’ya iftira dolu, düzmece bir dosya sunulmuş ve şûra üyeleri aldatılarak hakkımda haksız bir işlem yaptırılmıştır.
Mücadelem, zedelenen haysiyetimin tamiri amacına yöneliktir. Yıllarca ülkeme ve Türk Ordusu'na cansiperane hizmet etmiş bir kişi olarak disiplinsizlik sebebiyle ayırma işlemine tâbi tutulmuş olmanın dayanılması güç ve çok ağır bir durum yarattığını burada yüce mahkemenizin huzurunda söylemek, hatta haykırmak istiyorum. Bununla beraber, ülkemde yüce hâkimlerin var olduğunu da biliyorum ve onlara güveniyorum. Gizli kapaklı işlerdeki haksızlığın kokusu er veya geç çıkar. “Kudret daima yozlaşır; hele mutlak kudret mutlaka yozlaşır” düşüncesinden hareketle, kendilerini mutlak kudret yerine koyan şahısların aleyhimde düzenlemiş oldukları evrakın gün ışığına çıkarılması elbette ki öncelikle bana yararlı olacak ve yıllardan sonra huzur bulmama imkân verecektir. Ancak, böylece akıl almaz ve olmaz işlerin önü de alınmış ve memleket adına çok hayırlı bir adım atılmış olunacaktır.
Yüce mahkemenizden taleplerim:
1. Özel yetkili Cumhuriyet Savcılığı’na daha önce sunmuş bulunduğum suç duyurusundaki ifadelerimi ve taleplerimi tekrar ederim.
2. Nezdinizdeki dâvâya müdahil olarak kabûl edilmeği dilerim.
3. Daha önceki ifadelerimde adını vermiş olduğum ve olaya doğrudan veya dolaylı olarak katılmış bulunan kişilerin mahkemeniz tarafından sorgulanıp gereğinin yapılmasını dilerim
4. Darbeci oldukları tesbit edileceklerin mal varlıklarının araştırılmasının temini ile darbecilerin ne gibi menfaatler ve servetler edinmiş olduklarının ortaya konulmasını dilerim.
5. MSB nezdindeki şahsî sicil dosyamın getirtilip incelenmesi ile hukuksuzluğun ve yolsuzluğun ortaya konulmasını dilerim
6. Ortaya çıkacak delillere göre, işin içinde olup haklarında işlem yapılmayan kimseler hakkında da dâvâ açılmasını dilerim.
7. Yukarıdan beri etmiş bulunduğum açıklamaların ışığında, Türkiye’de nice “Dreyfüs” vakasının yaşanmış ve yaşanmakta olduğu, ancak kimsenin bunlarla ilgilenmediği veya ilgilenmekten çekindiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunun önüne geçecek tek yer mahkemelerdir. 28 Şubat 1997 tarihinden beri mağdur olmuş tüm askerî kişilerin dosyalarının incelenerek hakikatin ortaya konmasını ve suçluların cezalandırılmasını dilerim.
8. Uğradığım maddî ve manevî zararlarımın tazmine hükmedilmesini dilerim.
Saygılarımla arz ve talep ederim.
Mustafa Kahramanyol