SORU-1: Süreç doğru yönetilseydi, Taksim Gezi Parkı olayları iktidara ve Başbakana karşı bu çapta toplumsal bir öfkeye ve direnişe dönüşüp yaygınlaşır mıydı?
CEVAP : 31 Mayıs sabahından başlayarak olayları doğru değerlendiremeyen, Başbakan Yardımcısı Sayın Beşir Atalay’ın ifadesiyle “algılama hatası” yapan basiretsiz, hesapsız, hissi bir tutum sergileyen yönetim tarzıyla, yerel bir mesele hızla büyüdü, birkaç saat içerisinde ülke geneline yayıldı; uluslararası bir mahiyet kazandı.
Mesele çığırından çıkıp kontrolü zorlaştıktan sonra çeşitli makamlardan yapılan açıklamalarda olayların başlangıcında hata yapıldığının, polisin aşırı güç kullandığının kabul edilmesi, burada AVM yapılmayacağının belirtilmesi umulan etkiyi sağlayamadı. İstanbul 6.İdare Mahkemesi’nin verdiği yürütmeyi durdurma kararı, aslında bir fırsattı. Ancak Başbakan bunu kullanmak yerine olaylar başlar başlamaz bu kararın verilmiş olmasını “manidar” bulduğunu söyleyerek dikkate almadı. Olayların polisiye yöntemlerle bastırılacağı, tepkilerin birkaç gün içerisinde tavsıyacağı düşünüldü.
Bu tutumun temel nedeni, meydanın yeniden düzenlenmesi, eskiden var olan kışlanın benzerinin inşası, depreme dayanıklı olmadığı anlaşılan AKM’nin yıkılarak yerine büyük bir opera salonunun da bulunacağı yeni bir bina yapılması hususunda Başbakan Erdoğan’ın kesin kararlı olması, bu projesini tartışmak istememesidir. Ancak onun bu tavrında Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası’nın ve bünyesindeki meslek odalarının sadece Taksim Gezi Parkı konusunda değil, diğer birçok projede de engelleyici bir rol üstlenmelerinin etkisini de belirtmek gerekir.
Mimar ve Mühendis Odalarında yarım yüzyıldır egemen olan dogmatik sol zihniyet, karşı olmayı, engel çıkarmayı maalesef varlık sebebi saymıştır. Bu kuruluşların “köprüye hayır”, “otoyollar gereksiz” gibi çıkışlarına sık sık şahit olduk. Taksim olaylarında popüler hale getirilen, Che Guevera hayranı, isminin başındaki Ç harfini orak çekice benzeterek ideolojik tavrını açıklayan, “Çarşı her şeye karşı” sloganını benimseyen bir maço grubuyla, TMMO gibi elit bir kesimin aynı çizgide buluşması aydınlarımız adına düşündürücü bir tablodur.
Bütün bunlara rağmen Taksim ile ilgili proje saklı tutulmamalı, itirazlar ciddiye alınmalı, olayların çığırından çıkmasından sonra yapılan açıklamalar vaktinde yapılmalı, özellikle yargı kararına uyulacağı belirtilmeliydi. Ancak bunlar yapılmasına rağmen tepkiler sürdürülürse “buyurun halka gidelim, oylama yapalım” kozu kullanılmalıydı.
Bu arada 17 günlük elem verici süreçte hükümet yetkililerinin açıklamaları arasında önemli farklılıklar olduğu, Cumhurbaşkanının üslubuyla Başbakanınkinin örtüşmediğini de belirtmek gerekir.
Sonuç olarak iktidar 31 Mayıs sabahı olayların patladığı andan itibaren, gelişmeleri doğru yönlendirerek toplum psikolojisini kontrol altına almayı, süreci yönetmeyi, tansiyonu düşürmeyi başaramadı.
SORU – 2: Olayların siyasal ve ideolojik bir tabanı var mıdır, sol örgütlerin rolü ve etkileri nedir?
CEVAP : Taksim Gezi Parkı’ndaki eylemcilerle yapılan bazı anketlerden de anlaşıldığı gibi bu olaylar ülkemizde şimdiye kadar görülenlerden farklı bir karaktere sahiptir; homojen bir katılım yoktur. Eylemcilerin çoğunluğunu değişik kesimlerden, farklı fikir ve görüşten 25 yaş ortalamasındaki gençler oluştursa da, daha yaşlı gruplardan da pek çok insan meydanlara gelmiştir. Kadın katılımcılar hayli fazladır. Bazıları burada karşılaşabilecekleri tehlikeleri bir yana bırakarak küçük çocuklarını alıp gelecek kadar hırslı ve romantiktir. Özellikle ilk günlerde normal zamanlarda birlikte olmaları imkânsız denecek kadar zor olan değişik kesimlerden, farklı düşünce, görüş ve inançtan binlerce insanın meydanlarda bir araya gelmesi toplumun ruh haletinin, öfke birikiminin dışa yansımasıdır.
Eylemcilerin %70’e yakını CHP taraftarı olduklarını ancak organik bir bağlantılarının bulunmadığını belirtmişlerdir. İlk saatlerden itibaren bilinen legal ve illegal bütün sol örgütler, partiler olayların içindedirler. BDP Apo posterleri ve parti afişleriyle eylemleri desteklediğini ortaya koymuştur. İlk tutuklanan 4 kişi SDP üyesidir. Kendilerini doktor gibi gösteren beyaz önlüklü 3 kişinin de sabıkalı militanlar oldukları açıklandı. Asılan afiş ve pankartlarda, yazılan yazılarda bilinen radikal sol sloganların, örgüt isimlerinin yoğun şekilde kullanılması bu kesimlerin baştan itibaren rol kapma yarışında olduklarını, kontrolü ele almaya çalıştıklarını göstermektedir.
80 öncesindeki çatışmacı yöntemlerini sürdüren ve bu yolla düzeni değiştireceklerine inanan radikal sol örgütler, yıllardır Türkiye’de bulamadıkları insan malzemesini, öfkeli ve tepkili kitleleri önlerinde hazır bulunca doğal olarak bundan yararlanmak istediler. Oluşturulan Taksim Platformu ağırlıklı olarak TMMO, DİSK, KESK gibi kuruluşların üye ve yöneticilerinden ve aynı paraleldeki isimlerden meydana geliyordu. Dolayısıyla bu platform çevre duyarlılığı, yeşile saygı gibi ilkelerle hareketi başlatsa da bunlar kısa zamanda unutuldu; siyasal söylemler ve istekler etrafında bir araya gelen bu öfkeli kalabalıkları yönlendirerek politik hedeflerine ulaşmak isteyen bir hareket ortaya çıktı. Nitekim Gezi Parkı’nı tahliye edip etmeme hususunu görüşen eylemcilerin sabah saatlerinde yayınladıkları bildiride amacın başlangıcından nasıl uzaklaştığı açıkça görülmektedir: “Artık talep yelpazemiz çok daha geniş. AKP iktidarı, her geçen gün daha da artırdığı baskıcı uygulamalarından vazgeçmedikçe biz Gezi’den çıkmayacağız.”
Bu grupların ideolojisine her zaman sempatiyle bakan, aralarında organik bir bağ olmasa bile, imkânları ölçüsünde destek veren, eylemlerini her vesileyle öven solcu gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, öğretim üyeleri, Meslek Odaları yöneticileri ilk günden itibaren eylemcilere destek oldular. 12 Eylül’den sonra kaybetmiş oldukları bilimsel sosyalizmin iktidar olma ihtimalinin meydanlarda yeniden filizlenmekte olduğunu düşündüler; büyük heyecan duydular.
SORU-3: Eylemlerde yer alan binlerce gencin sosyolojik, psikolojik ve ideolojik görünümü ne anlatıyor?
CEVAP : Son operasyonlarla parkın ve meydanın boşaltılmış olması meselenin bittiği anlamına gelmez. 17 gün boyunca ortaya çıkan tablo bütün yönleriyle doğru okunmalıdır. 25 yaş ortalamasındaki bu insanlar, buluğ çağlarından itibaren 13 yıldır AK Parti iktidarının yürüttüğü eğitim politikalarına göre işleyen okullarda yetiştiler. Sayın Başbakan ve kurmayları miting alanlarında önümüzdeki seçimlerde sandığa getirmek üzere seçmen derlemeye çalışmadan önce, serinkanlılıkla bir durum değerlendirmesi yapmalıdır. Gerçekler olduğu gibi görülmeli, eğitim hayatımızın ilkokuldan üniversitelere kadar, nasıl bir çıkmaz içerisinde bocalamakta olduğu fark edilmelidir. Türkiye’nin en az yüz elli yıllık kanayan bir yarası olan bu eğitim (maarif) meselesine çözüm bulmak iktidarın öncelikli konusu olmalıdır.
13 yıl boyunca yükseköğrenim meselesinde ciddi bir adım atamazsanız ancak yüksek lise seviyesinde sayılabilecek onlarca üniversite açmayı bilim adına başarı sayarsanız, yeni YÖK Kanunu’nu bir türlü çıkaramazsanız, zorunlu eğitim sisteminde reform yapıyorum derken sorunları daha da ağırlaştırırsanız kısacası doğru bir eğitim ve kültür politikanız bulunmazsa bu kurumlardan yetişen gençler size sorarlar: “Bizim gibi üç çocuk daha ister misiniz?”
Gündemdeki İmam Hatip okulları, İlahiyat Fakülteleri gibi dinî tedrisat yapan okulların açılması “dindar bir nesil” arzusunu gerçekleştirmiyor. Tam tersine aynı nesiller içerisinde kutuplaşmalar artıyor; seküler, laik, bireyci, hedonist bir anlayışa sahip nesiller oluşuyor. Bu gençler iletişim teknolojisini yürümeyi bile öğrenmeden kavrıyorlar. Sosyal medya denilen muazzam organizasyon içerisinde ülke içinde ve dışında binlerce insanı bağlantılı kılan bir haberleşme ağı oluşuyor. Bu nesiller uzun uzadıya okumak yerine mesajlaşarak kişilik kazanıyorlar. Sadece kendi doğrularına, değerlerine inanıyorlar; kendilerine karışılmasından, yönlendirilmekten nefret ediyorlar. Ne derece hak ettikleri tartışılabilecek bir özgüvenle kimseyi beğenmiyorlar. Bireyselcilikleri kolaylıkla enaniyete dönüşebiliyor. Devleti baskı aracı olarak gördüklerinden bunun adına sorumluluk taşımayı, toplumun örf ve değerlerini sahiplenmeyi düşünmüyorlar.
Batılılar post-modern popüler kültürün ruhsuz ve sığ dünyasını benimseyen bu genç kesimi çağdaş buluyor, kendisinden sayıyor. Dolayısıyla eylemlerine geniş bir kredi açıyor.
Başbakan’ın ve İstanbul Valisi’nin bu kesimin temsilcileriyle yaptıkları toplantıda ortak bir dilin oluşmamasını kimse yadırgamamalıdır. Bu genç kesim varlığını sürdürdüğüne göre, Taksim’de başlayan olaylar polisin operasyonlarıyla bitmeyecek, sürecektir. İktidar bu gerçeği görmediği sürece sorunlar daha da derinleşip genişleyecektir.
Bu nesiller “öteki” olarak algılanırsa, yok sayılırsa, tasfiye edilebileceği düşünülürse büyük hata yapılmış olur. Sorunlar yaygınlaşarak süreklilik kazanır. Hükümet yetkilileri meseleyi serinkanlılıkla değerlendirmeli, nasıl bir siyasal ve psikolojik gerçekle karşı karşıya bulunulduğunun bilinci içerisinde ortak paydalarda buluşup diyalog kurulmasının yollarını aramalıdırlar.
SORU-4: Olaylarda dış faktörlerin rolü ve etkileri nedir?
CEVAP: Hangi düşüncede olursa olsun ülkemizin bütünlüğü ve devletimizin bekası konusunda duyarlılığı olan herkes gerçeği görmek zorundadır. Ali Babacan’ın dediği gibi “Türkiye kıskanılan, çekinilen bir ülke” konumundadır. Bu Garpçı aydınlarımızın iddia ettikleri gibi asılsız bir paranoya değil, siyasal, sosyal ve ekonomik bir realitedir. Gezi olaylarında Batı’nın bu yüzünü bir kere daha görmüş olduk.
Başta kendi ülkeleri olmak üzere Dünya’nın her tarafında hemen her gün yaşanan toplumsal gerginlikleri, facialara yol açan çatışmaları çoğu kere görmeyen, gündemine almayan ABD ve Avrupa medyası, günlerce Taksim’den canlı yayın yaptı. Batı basınında düzinelerce yazı yayınlandı, Türkiye manşet haber yapıldı. Bunun sadece insani ve demokratik bir tavırdan kaynaklandığını kimse öne sürmesin; çünkü doğru değil.
ABD’de Georgetown Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren ve Amerikan dış politikasının yönlendirilmesinde etkili olan bir düşünce kuruluşu vardır. Birkaç yıl önce Ukrayna-Gürcistan gibi ülkelerde ortaya çıkıp yönetimleri değiştiren toplumsal başkaldırıların arka planında bu kuruluşun bulunduğunu yeniden hatırlayalım. Küresel güç merkezlerinin belirlediği hedefler doğrultusunda toplumsal olayları kışkırtıp yönlendirmekte uzmanlaşmış olan bu gibi kuruluşların son zamanda son zamanda Türkiye’yi konu almaları rastlantı değildir. Kitleleri belirli slogan ve yorumlarla nasıl harekete geçirebileceklerini iyi biliyorlar. Nitekim Ukrayna’da ilk başta sönük bir görünüm sergileyen direniş, insanlara turuncu giysiler giydirilerek motive edildi. Sonuçta üniformal görünümle hızlandırılan “turuncu devrim” diye adlandırılan bu eylem hedefine ulaştı.
Batı’daki Türkiye karşıtlığının çeşitli nedenleri var. Bilinen oryantalist anlayış, “şark projesi”, Osmanlı-Türk fobisi vb. tarihi faktörler bir yana bırakılsa da, son dönemlerde husumeti pekiştiren çeşitli gelişmeler yaşandı.
Bir kere başta ABD olmak üzere, Batı kamuoyu üzerinde büyük etkisi bulunan Yahudi lobisi elinde bulundurduğu medyasıyla, siyasetçileriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla tam anlamıyla cephe açmış durumda. Başbakan Erdoğan’ın birkaç yıl önce Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı’na söylediklerini unutmuyorlar. Türkiye’nin Gazze konusundaki tutumunu, İran’a müdahaleye sıcak bakmamasını, diplomatik ilişkileri askıya almasını İsrail’e düşmanlık olarak algılıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın İslâmcı ve Yahudi aleyhtarı olduğuna inanıyorlar. Mavi Marmara konusunda özür dilemeye mecbur olmalarını içlerine sindiremiyorlar. Yahudi lobisinin ABD yönetiminde ve Batı kamuoyundaki etkisi nedeniyle Türkiye’nin başı ağrımaya devam edecektir.
Diğer taraftan Türkiye Mayıs ayında iki büyük projeyi gerçekleştirmek üzere düğmeye bastı: Kanal İstanbul ve yeni havaalanı. Bunların ikisi de sadece ülkemizi değil, Batılı merkezleri de çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü Kanal İstanbul ile boğaza paralel yeni bir güzergâh oluşacak, böylece Montreu Sözleşmesi’nin Türkiye’yi bağlayan hükümleri geçersiz hale gelecek. Üçüncü havalimanı ise, kapasitesiyle İstanbul’un bir finans merkezi olmasının önünü açacak; Londra ve Frankfurt gibi iki büyük finansal ve ekonomik alan gölgede kalacak. Bu ihtimal buraları merkez yapmış olan büyük Batılı finans kuruluşlarının doğal olarak işine gelmiyor.
Taksim’de başlayan, ardından Ankara ve İzmir’e yayılan çatışma görüntüleri Türkiye ile hesaplaşma niyetinde olan dış merkezlere aradıkları fırsatı sunmuş oldu. Genellikle hatırlama gereği duymadıkları demokratik, insani ve ahlaki değerleri gerekçe göstererek Türkiye’yi yargılamaya, Suriye ve Mısır’da yaşananlarla kıyaslamaya başladılar. CNN televizyonu yayın tarihinde savaşlar dışında hiç yapmadığı şekilde saatlerce Taksim’den canlı yayın yaptı. Ekonomist ve New York Times gibi Yahudi sermayesinin kontrolündeki gazetelerde hemen her gün Türkiye’nin imajını zedelemeye yönelik yazılar yayınlandı. Almanya Başbakanı Merkel, iki ülke arasındaki stratejik ittifak ilişkileri, siyasal ve ekonomik bağlantıları bir kenara bırakarak, diplomatik nezaket kurallarını pervasızca çiğneyerek üst üste demeçlerle Türkiye’yi ağır şekilde suçladı. Bu olayları da vesile yaparak AB kapılarının Türkiye’ye kapanması anlamına gelecek bir karar alınması için AB nezdinde girişimler başlattı. Burada önemli nokta iktidarın dışarıdan her an için bu tarz olumsuz dalgalara muhatap olunacağını bilerek gerekli tedbirleri zamanında almamış olması, hatta dış politikada gereksiz bazı söylemlerle ve girişimlerle bu merkezlerin düşmanlığını artırıcı vesileler hazırlamasıdır.
SORU – 5: Bu olaylar Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecektir?
CEVAP: Türkiye ekonomisinin olumlu görünümünün yanında çözüm bekleyen çok ciddi yapısal sorunları vardır. Avrupa’da yaşanan ekonomik krizden en az etkilenen ülkelerden biri olduğumuz doğrudur. 3 kredi değerlendirme kuruluşunun art arda notumuzu yükseltmesi, IMF’ye borcumuzun kapatılması kuşkusuz olumlu bir tablodur.
Ancak bunların yanında cari açık problemimiz devam ediyor. Evvelki ay % 50 oranında bir artış görüldü. İhracatımızın 155 milyar dolara ulaşması elbette gurur vericidir. Fakat unutulmamalıdır ki her 100 liralık ihracatı yapabilmek için 73 liralık ara mal ithalatı yapmak mecburiyetinde olmamız yapısal sorunlarımızın ciddiyetini gösteriyor. Güney Kore’nin ihracatının % 23’ü ileri teknoloji ürünleri iken bu oran Türkiye ihracatının % 2.2’sini geçmiyor.
Bu gerçekler şunu gösteriyor. Ekonomimizin beklenmeyen olumsuz faktörler karşısında direnç kabiliyeti sınırlıdır. Bu açıdan ekonomik ve finansal dengelerimizi bozacak gelişmeleri olabildiğince engellemek mecburiyetindeyiz. Amerikan Merkez Bankası(FED)’nın 2014’ten itibaren tahvil alımlarını durduracağına ilişkin kararından en fazla etkilenen ülke Türkiye oldu. Küresel piyasada dolaşan paraların yükselen piyasalar yerine ABD’ne yönelecek olması cari açığın finansmanını doğal olarak olumsuz etkileyecektir. Bu gelişmeye paralel olarak doların ve faizlerin yükselmesi enflasyonu tetikleyecek, bir taraftan fiyatlar yükselirken diğer taraftan ekonomimizde durgunluk eğilimi artacaktır.
Taksim olaylarının ekonomimizdeki olumsuz etkilerinin bilançosu henüz tam olarak ortaya çıkmadı. Ancak şimdiden görünen manzara iç açıcı değildir. Faizlerin yükselme eğilimine girmesi söylendiği gibi, faiz lobisine kazandırmıyor; kredi kullanarak yatırım yapma durumunda olan girişimciler giderek ağırlaşan yüklerle karşı karşıya kalıyorlar. Sonuçta yatırım yapma eğilimi azalıyor.
En büyük gelir kaynaklarımızdan biri olan turizmde İstanbul’dan başlayarak sıkıntılar hızla artıyor. Yaz aylarında İstanbul’a binlerce yabancının gelmesine yol açacak uluslararası kongreler, konserler, festivaller, toplantılar art arda iptal ediliyor, yahut erteleniyor. Bu aylarda İstanbul’u dolduran Batı’lı ve Arap turistlerin yoğunluğunun azaldığı bir gerçek. Kapalıçarşı’da cirolar yarıya yakın düşmüş durumda. Otellerde rezervasyon iptalleri artıyor. Bu olumsuz gelişmelerin sahillere ne ölçüde yansıyacağını pek yakında göreceğiz. Büyükşehirlerde halk alışverişe yönelmiyor. Lokantalar geceleri artık müşteri bulamıyor. Ankara’da Atatürk Bulvarı üzerindeki işyerleri günlerdir kan ağlıyor. Göstericilerin zarar verdikleri kamu malları ve binaların bilançosu ise ayrı bir dert.
Bu olumsuz tablonun bu yılki büyüme rakamını ciddi şekilde etkilemesi, Mayıs ayına kadar öngörülen % 4.5’luk rakamın tutmaması muhtemeldir. Kısacası Türkiye’yi sadece toplumsal anlamda değil ekonomimiz açısından da uzun ve sıcak bir yaz bekliyor.
SORU-6: Taksim Gezi olayları Alevi meselesini nasıl etkiledi?
CEVAP: Üç yıl önce yürütülen Alevi çalıştaylarının nihayetinde soruna somut çözüm önerileri belirlemek gerekirken, amaç akademik ve fikri tespitler yapmaktan ibaretmiş gibi, yayınlanan sonuç bildirisiyle çalışmalar durdu. Oysa bu konu Türkiye’nin en kritik sorunlarından biri olmakta devam ediyor; içten içe kaynıyor. Hatta içeriden ve dışarıdan belirli merkezlerin çabalarıyla kaynatılıyor.
Bu duruma seyirci kalındıkça sorun büyüyüp kabaracaktır. Kısa bir süre sonra otuz yıldır çözemediğimiz etnik fitnenin yanına mezhepsel bir sorun eklenmek suretiyle Türkiye iki taraftan kıskaca alınacaktır.
16.ncı yüzyılın siyasi şartlarından kaynaklanan, Osmanlı ile Safavilerin jeopolitik rekabetinden, egemenlik kavgasından kaynaklanan sorunun, yüzyıllardır sürmesi milletimiz adına büyük talihsizliktir. Yaşadığımız 21.nci yüzyılda meseleye asırlar öncesinin şartları açısından bakamayız. Aynı kökenden olan, aynı tarihi ve değerleri paylaşan, kültür ve medeniyetimizi beraberce inşa eden Sünni ve Alevi Türklerin, inanç üzerinden ayrıştırılmaya çalışılması milletimize karşı son dönemlerde kurulan en büyük tuzaktır. Türkiye’ye karşı Batı merkezli komplo girişimlerine, husumeti görmezlikten gelen, hatta bundan söz etmeyi komik bulan çevrelerin bütün perdeleme çabalarına rağmen gerçekler ortadadır.
Almanya mezhepsel fitnenin merkezi durumundadır. Çoğu Almanya’da olmak üzere Batı Avrupa’da yaşayan Alevi yurttaşlarımız Alman İstihbarat Örgütü’nün güdümünde faaliyet gösteren, maddi olarak buradan desteklenen enstitüler, dernek ve vakıflar aracılığıyla geleneksel Alevi-Bektaşi çizgisinden uzaklaştırılmak isteniyor; Alevilik adına İslâm dışı bir inanç oluşturularak ayrı bir din yaratılmak suretiyle, Türkiye toplumsal çatışma ortamına sürüklenmeye çalışılıyor.
Alevi yurttaşlarımızın sağduyusu, gerçek kimliklerini sahiplendirmek hususundaki ısrarları bu tuzağı en azından şimdilik frenlemiştir. Fakat sorun kendi haline bırakılmayacak derecede ciddidir. Cemevleri gibi, bütün Alevilerin hassas oldukları bir konuda bir an önce rahatlatıcı adımlar atılmalıdır. İşlevini geçen yüzyılın başından beri kaybetmeye başlayan, nitelik sorunu yaşanan dedelik makamı, yeniden etkili hale getirilmelidir. Yavuz Sultan Selim Han’ın büyük bir Türk hakanı olduğu belirtilirken, Şah İsmail’in siyasi pozisyonunun ötesinde, mükemmel bir Türkçe Divanı bulunan şair kimliği öne çıkarılmalı, Türkiyat konusu yapılmalıdır. Ahmet Yesevi’den Hacı Bayram-ı Veli’ye kadar milletimizin inanç dünyasında asırlardır kök salmış olan tasavvuf büyükleri ayrım yapılmadan sahiplenilmeli, geniş nesillere öğretilmelidirler.
Yıllardan beri zor kullanarak düzeni yıkmaya uğraşan sol örgütlerin alevi sorununu kullanarak toplumsal bir taban oluşturmak istediklerini biliyoruz. DHKP-C başta olmak üzere, bu örgütlerde yer alan, eylemlere karışan, canlı bomba olarak kullanılan militanların büyük kısmının aleviler arasından derlenmesi nasıl bir tuzakla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Geçen hafta çoğunluğunu Alevilerin oluşturduğu 20 binden fazla yurttaşımız, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelerek Köln’de bir toplantı yaptılar. Gezi parkı olaylarına destek adına düzenlenen bu toplantıda yapılan konuşmalar, atılan sloganlar, taşınan pankartlar söz konusu merkezlerin etkilerini ortaya koymaktadır. Bu merkezler Suriye’de çatışmalar başladığından bu yana, Hatay ve çevresine özel bir önem vererek Nusayri yurttaşlarımızı kışkırtmak istiyorlar. Yıllardır buralarda faaliyet gösteren DHKP-C örgütü Suriye İstihbarat Örgütü Muhaberat’ın güdümüne girdi. Reyhanlı saldırısının faillerinin tümünün bura halkından olması rastlantı değildir.
3.ncü Boğaz Köprüsü’nün adı dolayısıyla Alevi kesimden yükselen tepkiler, aynı günlerde patlak veren Taksim olaylarıyla örtüştü. Bununda etkisiyle çok sayıda Alevi genç eylemlerde yer aldı. Benzer durum Ankara’da da yaşandı. Bir Alevi genç başına isabet eden kurşunla hayatını kaybetti. Ankara ve Sungurlu’da yapılan cenaze töreni örgüt gösterisine dönüştü. Sivas’taki Madımak faciasının yıldönümü vesilesiyle Kadıköy’de düzenlenen toplantıda da benzer tablolar yaşandı. Türkiye’yi yönetenler sorunu bütün boyutlarıyla olduğu gibi görmek, günümüz şartlarına göre yorumlamak, kapsamlı bir politika benimsemek zorundadır. Gecikilmesi durumunda karşılaşılması muhtemel tehlikeleri düşünmek bile ülkemiz adına ürkütücüdür.