Geçen ay 80. yılını kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni devletin beka ve güvenliğini sağlayacak, bağımsızlığını koruyacak bir dış politika konseptinin inşasına büyük önem vermişlerdi. Tasfiye edilen bir devletin, kaybedilen geniş toprak parçalarının, yurtlarından koparılan insanların acılarıyla yoğrulmuşlar, yıllarca vuruştukları cephelerde büyük tecrübeler kazanmışlardı. Büyük bölümü verem ve sıtma gibi hastalıklarla kıvranan, yanmış, yıkılmış, alt yapıdan mahrum bir coğrafyada fukaralığın alt sınırında yaşamaya çalışan on bir milyon insanla yeni bir devlet kurmak, topluma millet bilinci aşılamak, yüzyılların taşıdığı emperyal yorgunluğu telâfi edecek bir özgüven sağlamak kolay değildi. Dış baskılara maruz kalmadan, topraklarımızı savunma ihtiyacı duymadan yaşamamız gereken bir yapılanma süreci gerekiyordu. Bu amaçla barış ilkesi ekseninde dikkatli bir denge politikası izlenmeye çalışıldı. Öncelikle İngiltere, Fransa ve Almanya gibi batılı ülkelerin yanı sıra Sovyetler Birliği gibi kritik bir komşuyla çeşitli anlaşmalar yapıldı ve iyi ilişkiler kuruldu. Aralarındaki politik ve ekonomik rekabetler dikkate alınarak belirgin bir tercih yapmamaya, eşit mesafede durmaya özen gösterildi. Bunun yanı sıra yakın komşularımızla ve özellikle Balkan ülkeleriyle sıcak bir dostluk ortamının sağlanmasına çalışıldı. Türkiye'nin öncülük ettiği girişimler sonunda, her dönemde çetin mücadelelere ve çekişmelere sahne olan Balkanlar'da barış ve huzur ortamı doğdu.
Bazı çevrelerin Atatürk'ün zaman zaman kullandığı "Yurtta barış, dünyada barış" ifadesini kendi anlayışlarına göre yorumlamaya çalışarak, uyuşuk, pısırık ve içe dönük bir anlam yüklemeye çalışmaları hem yanlış hem de saygısızlıktır. Çünkü Atatürk bir strateji ustasıydı.
Başarılarının en önemli sebebi elindeki imkânları ve bulunduğu şartları son derece isabetli kullanması, güçlerini iyi yönetmesidir. Türkiye onun sağlığında rasyonel bir ihtiyatlılıkla, cesur ve atak anlayışı çok mükemmel bağdaştırmıştır. Hatay'ın vatan topraklarına katılması sırasında izlenen politika bunun somut bir örneğidir. Mussolini'nin bir ara güney bölgelerimize ilişkin niyetleri anında sert bir karşılık bulmuş ve başlamadan bitirilmişti. Türkiye dışında yaşayan Türklere şartların elverdiği ölçüde ilgi gösterilmiş, başta Doğu Türkistan ve Afganistan olmak üzere, buralardan getirilen öğrencilerin Harp Okulu'nda eğitimleri sağlanmıştır.
Atatürk'ten sonra Türk dış politikası şeklen kuruluştaki ilkeleri korumuşsa da içeriğinde büyük bir kayma yaşadı. Kültür ve eğitim anlayışında giderek etkili konuma gelen kozmopolit bir hümanizm anlayışı, kültürümüzün kaynaklarını arkaik Anadolu Medeniyetlerinde aramaya çalışan Mavi Anadoluculuk yönetim kademelerinde geniş ölçüde benimsendi. 1994'te milliyetçi aydınların tutuklanması devlet yönetimindeki zihniyeti ve tercihleri yansıtması bakımından büyük önem taşır.
İkinci Cihan Savaşının sonlarına doğru Türkiye bir yol ayrımına geldi; ya ABD'nin liderliğini yaptığı Batı Bloğunda, demokratik ülkeler arasında yer alacak, yahut klâsik tarafsızlık politikasını sürdürmeye çalışacak ve bunun sonucu topraklarımız üzerindeki niyetlerini açıkça dillendirmeye başlayan Sovyetler Birliği'yle karşı karşıya kalacaktı. Bu, Türkiye için intihar demekti. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok batılı kurumun içinde yer almamızla başlayan yeni dış politika süreci 1952'de Kuzey Atlantik Antlaşmasına (NATO) girmemizle siyasal ve kurumsal bir çerçeveye oturmuş oldu.
Türkiye kırk yıllık soğuk savaş döneminde NATO bünyesinde batı savunma sisteminin kilit ülkelerinden bir oldu. Ne Avrupalı müttefiklerimiz ne de ABD; Türkiye'nin millî ve dinî kimliğini bu dönemde hatırlamayı düşünmediler. Tam tersine bütün milletler arası kuruluşlarda rahatlıkla yer bulduk, yeni oluşmaya başlayan AET (Ortak Pazar-AB) ile üyelik görüşmelerimiz hızla ilerlemeye başladı. 1974'te Türkiye'nin Kıbrıs'a anlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanarak müdahale etmesinin tepkileri bile 80'lere kadar sınırlı kaldı. Hatta ABD'nin başlattığı ambargo bir süre sonra kaldırıldı.
1980'lerden sonraki gelişmeler yani Sovyetler Birliği'nin dağılması, soğuk savaşın sona ermesi yeni bir dünyanın kapılarını açtı. Artık hızla yeni şartlar oluşmaya başlamış, soğuk savaşın askerî ve politik konseptine ihtiyaç kalmamıştı. Bu gelişmelerin en yoğun etki alanlarından biri ve belki de birincisi Türkiye oldu. Güney Doğumuzda başlayan PKK terörünün ne anlama geldiğini uzun süre algılayamadık. NATO ittifakı içinde yıllardır kader birliği yaptığımız Almanya, Yunanistan, Fransa, Belçika gibi ülkelerin teröristlere karşı hafiften başlayan destekleyici tavırlarının giderek yoğunlaşması, PKK'nın bu ülkelerin kendi topraklarında en ziyade müsadeye mazhar topluluk hâline gelmesi, daha da ileri gidilerek istihbarat, lojistik ve elaman yardımları yapılması karşısında cılız ve etkisiz tepkiler vermekle yetindik. Yunanistan'ın AB'ye girmesi ve buradan sağladığı desteklerle hızla kalkınması bölgedeki dengeleri önemli ölçüde sarstı. Bizim birliğe katılma girişimlerimiz ilk başlarda gerekli şartlara henüz sahip olmadığımız gerekçesiyle geri çevrilirken, cevaplar giderek kültür ve medeniyet farklılığı bağlamında vurgulanmaya başladı. Konuyu milletler arası ilişkiler zemininden çıkararak iki yüzyıllık modernleşme ve çağdaşlaşma sürecinin mutlaka ulaşılması gereken hedefi olarak gören aydınlarımızın siyaset, bürokrasi ve sivil toplum alanlarında oluşturdukları psikolojik ortam, Türkiye'nin bu ilişkilerini daha verimli ve rasyonel yönde geliştirmesine imkân bırakmadı. Derin ve vecdle tutku ve inanç hâlinde AB'ye neye mal olursa olsun nazarıyla bakan aydınımızın muhakeme kabiliyetini büyük ölçüde felç hâline getiren bu tavrı Türkiye'nin yeni şartların gereği olan politikalar üretmesini önemli ölçüde engelledi.
Dünyada ve bölgemizde yeni şartlar oluştu. Türkiye'nin yarım yüzyıldan beri savunma ve dış politika konseptinin üzerinde kurulduğu jeopolitik konumumuz günümüzde önemli ölçüde değişmiş bulunuyor. Avrupalılar için Türkiye artık Sovyetler'e karşı bir güvenlik bariyeri değildir. Tam tersine farklı kültürüyle ve çoğalan nüfusuyla, ekonomik problemlerini çözmesi hâlinde Avrupa için ciddî ve hatta tehlikeli bir rekabet potansiyeli taşımaktadır. Bu yüzden AB, nüfuzunu kullanarak, aydınımızın psikolojik şartlanmasından yararlanarak Türkiye'yi etnik ayrışmaya yönlendirecek, federalleşmenin kapılarını aralayacak köklü yapısal değişimler sağlamak amacıyla büyük baskı yapıyor.
Türkiye, ne yazık ki, yeni küresel sistemin kendisi için ne anlam taşıdığını, olumlu ve olumsuz yanlarını bir türlü fark edemedi. Dünyanın siyasî haritası 90'ların başında alabora olurken ortaya çıkan bağımsız Türk Dünyasının sadece seyircisi oldu. İç politikanın girdapları içinde boğuşmaktan, karar almayı ve yönetmeyi neredeyse imkânsız hâle getiren siyasî istikrarsızlıktan kendini kurtaramadı. Üstelik kamu kaynaklarını hoyratça, vicdansızca yağmalama süreci başladı. Siyaset sür'atle bu talanın düzenleme alanı hâline geldi. Serbest piyasa ekonomisinin keyfîlik, başı boşluk ve denetimsizlik olmadığını düşünmeden, soygun çetelerinin rahatlıkla at koşturacakları geniş bir özgürlük ortamı sağlandı. Politikacısıyla, bankacısıyla, bürokratıyla organize bir soygun çetesi bütün ülkeyi kapladı. Bankacılıktan, enerjiye, bayındırlıktan belediyelere kadar para kaynaklarının bulunduğu bütün alanlar çekirge sürüsü gibi istilâ edildi. Bu derece kapsamlı bir talan sonucu ekonomik dengeler önemli ölçüde bozuldu. Fakirlik ve güvensizlik insanımızın boynuna bir kader kemendi gibi yapışık kaldı. Gelir dengeleri alt üst oldu. Adaletsiz gelir dağılımı toplumun moral değerlerini, insanî ilişkilerini, hukukî ve ahlâkî yapısını alt üst etti. Kaçınılmaz bir sonuç şeklinde karşılaşılan ekonomik krizler insanımızın yarına ait ümitlerini, hayallerini, beklentilerini önemli ölçüde ortadan kaldırdı. En büyük servetimiz olan diplomalı genç nüfusumuz kitle hâlinde başta ABD olmak üzere dış ülkelere akıyor. Bu aydın erozyonunun yıkıcı sonuçlarını henüz algılayabilmiş değiliz.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 80. yılında bütün bu olumsuzluklara rağmen yaşananlardan ders alabildiğimiz ölçüde kutlamayı hak etmiş oluruz. Başka bir ifadeyle acı da olsa, neleri yapmamamız gerektiğini ve neleri yapmak zorunda olduğumuzu görebilmeliyiz. Kamu kaynaklarının ne derece önemli olduğunu, güçsüz bir ekonomiyle etkili politikalar izlenemeyeceğini hak ve çıkarlarımızı koruyamayacağımızı anladık sayılır. Buna mukabil Avrupalıların sık sık vurguladıkları kültür farklılığının ne anlam taşıdığını ve özellikle Avrupa ile ilişkilerimizdeki etkilerini hâlâ kavrayabilmiş değiliz.
Şu sıralarda son derece hayatî önem taşıyan meselelerle karşı karşıyayız. Irak, Kıbrıs ve Ege konularında yaşadığımız elem verici kargaşanın sebebi gerekenleri zamanında yapmamak yani politikasızlıktır.
1974'ten bu tarafa Türkiye'nin Kıbrıs'ta bir şeyler yapmadığını, maddî destek sağlamadığını söylemek haksızlıktır. Ancak doğru hedeflere yönelik stratejik değer taşıyan etkili ve sürekli bir Kıbrıs politikamız olmadığından hem devletler arası ilişkilerde hem de KKTC'nin kendi içinde büyük sıkıntılarla karşı karşıyayız. Toplumun güven ve saygısını kaybetmiş, yıpranmış şaibeli insanlarla istikrarlı bir yönetimin kurulamayacağını neden görmediğimizi, zarurî yönetim değişikliğini zamanında neden sağlamadığımızı, sorgulama gereği duymadan aralıktaki seçim sonuçlarını beklemek teslimiyet değil midir? Daha da acı olan, Kıbrıs meselesini çıkarlarımız doğrultusunda çözüme ulaştırma ümidini kaybederek, ateşteki kestaneyi AB güdümündeki Denktaş muhaliflerinin kazanmasını dileyen biçare bekleyiştir. Bunun şuurlu ve onurlu bir politika olduğunu öne sürenlere sadece gülünür.
Kısa bir süre sonra Ege meselesinde de benzer tabloyla karşılaşmamız kaçınılmaz görünüyor. Irak'ta neden bulunmamız gerektiğini, bunun bir ABD yandaşlığı yahut muhafızlığı değil doğrudan kendimiz için, siyasî, askerî ve ekonomik çıkarlarımızı savunabilmek ve bölgede istikrarı sağlamak için zarurî olduğunu hâlâ anlayabilmiş değiliz. Devletin hiyerarşik katmanlarında bile kafa kargaşası yaşanıyorsa, üzerinde mutabakat sağlanan belirli esaslar yoksa bu, temel dış politikamızdaki derin zaafın, belirsizlik ve karmaşanın ifadesidir.
Bütün bu zaaf ve yanlışlar alt alta konup toplandığında temel millî politikalarımız adına ortaya acı bir bilânço çıkıyor. Jeostratejik anlamda amacı ve içeriği iyi belirlenmiş, şartlara uygun ve ihtiyaçlara cevap veren, toplumdan destek alan kapsamlı ve bütüncül politikalar yerine günübirlik mecburiyetlerle belirlenen, sürekliliği olmayan lokalize çabaların etki sağlamadığını artık görmeliyiz.
Seksen yıl önce millî devletin kuruluşu esnasında öncelikli ilkeler ve ihtiyaçlar olarak belirlenen esasların geçerliliği bugün belki de dünden çok daha önem kazanmaktır. Bu mecburiyeti anlamakta geciktikçe telâfisi imkânsız kayıplarla karşılaşmamız kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.