TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

18 Temmuz 2011 / Nuri GÜRGÜR
Şehitlerimizin toprağa verildiği gün İstanbul’da Açık Hava Tiyatrosu’nda bir caz konseri düzenleniyor. Aynur adını kullanan bir sanatçının programı sırasında arka arkaya birkaç Kürtçe şarkı okuması üzerine dinleyiciler arasında önce hafiften başlayan tepki, sanatçının sürekli Kürtçe okuması üzerine yoğunlaşıyor. Olaya bazı basın mensupları gibi ideolojik gözlüklerle bakmayan, olabildiğince objektif yansıtan Murat Yetkin’in yazdıklarından da anlaşılıyor ki, dinleyicilerin itirazları tamamiyle kendiliğinden ve o andaki atmosferin yol açtığı doğal bir tepki…

 

Bayan Aynur itirazları anlayışla karşılayıp, insanların duygularına saygı göstermeye, olgun bir sanatçı gibi davranmaya çalışacağına Kürtçe söylemekte ısrar ediyor. Bunun üzerine değişik yerlerde oturan birkaç yüz dinleyici ayağa kalkıyor, İstiklal Marşı söylüyor, sanatçıyı protesto ederek konseri terk ediyor.

Bunlar olurken bayan Aynur PKK’lıların sürekli kullandıkları zafer işaretini inadına yaparak bir süreliğine sahneden ayrılıyor.

Ertesi gün bazı gazeteler ve yazarlar olayı “faşistlerin konseri sabote etmesi” şeklinde haberleştirdiler. Bu hükümden hareket ederek protestocuları yerden yere vuran, suçlayan yazılar döşendiler; ne faşistliklerini, ne cahilliklerini bıraktılar. Bayan Aynur bir anda medyanın yıldızı oldu. Haksızlığa uğramış, gönlü kırık ve mağdur bir sanatçı edasıyla konuştu; protesto edenleri “affettiğini” müjdeledi.

Basınımızın her olaya kendi düşünce ve inanç dünyalarından, ideolojik tercihlerinden bakma alışkanlığına sahip kesimleri, bir yandan fikir ve görüşlere saygılı olmayı bayraklaştırırken, kendilerine bu anlamda dokunulmazlık atfederken diğer yandan kendileri gibi düşünmeyenlere en ufak bir hak bile tanımamakta her zamanki gibi kararlı görünüyorlar.

Bunlar millî, manevî, vatanî hassasiyetler taşımadıklarından, bu duyguları çağdaşlık anlayışlarıyla bağdaştırmadıklarından herkesin de yozlaşmasını, aynı kozmopolit potada buluşmasını istiyorlar. Özellikle Türk, Türklük ve Türklerle ilgili kavramlara, ifadelere karşı kırmızı görmüş boğa gibi saldırgan tavır alıyorlar. Dün de böyleydiler, bugün de hiç değişmediler.

70’li yıllarda Lenin’in, Mao’nun, Che’nin ve Castro’nun izinde, Türkiye’de Sovyetik bir rejim kurmak için üniversiteleri, sokakları, mahalleleri, işyerlerini kana bulamışlardı. Devrime katkı yapıyoruz diye bankaları, işyerlerini soymuşlar, adam kaçırmışlardı. “Devrimci şiddet meşrudur ve haklıdır” inancıyla gözlerini kırpmadan çoğu genç binlerce insanı katletmişlerdi.

Günümüzde bunların sosyal, ekonomik ve toplumsal konumları çok değişti; pek çoğu medyada köşe başlarını tuttular, etkili duruma geldiler. Gazete ve televizyonların büyük çoğunluğunu ya kendileri yahut sonraki nesillerden yanlarına alıp yetiştirdikleri,  aynı anlayış ve görüşü benimseyen, liberal görünüm altında ideolojik kimliklerini maskeleyen yoldaşları, yandaşları, sempatizanları yönetiyor. Güç bu zihniyet sahiplerinin elinde olduğundan, olayları diledikleri şekilde yorumlayıp yansıtabiliyorlar. Tutumlarının gerekli gördüklerinde referans aldıkları Batı ülkelerindeki basın ilkeleriyle, ahlakî kriterlerle ilgisinin bulunmadığını doğal olarak akıllarından bile geçirmiyorlar.

Söz konusu olay, 13 şehidimizin kanları henüz toprakta taze dururken, bir caz konseri sırasında yaşanıyor. Bu ülkenin Türkiye, bu halkında Türk olduğunu kabule yanaşmadıklarından, insanların hassasiyetlerine katılmasalar da, duygularına saygılı olmak gereğini düşünmüyorlar. Bayan Aynur kimdir, asıl adı nedir, kimden yanadır, hangi kesimlerle ilişkilidir; aslında bütün bunların önemi de yok. Türkiye’de o kadar çok insan etnik yahut ideolojik örgütlerle ilişkili veya bu açıdan geçmişiyle zihinsel bağlantılı ki, bir fazla yahut bir eksik olması bir anlam ifade etmiyor.

Bu olayda önemli olan, söz konusu gazetecilerin ve bayan Aynur’un Türk insanının duygularına saygılı olmaları gerektiğinin insanî bir vecibe olduğunu düşünmemeleridir. Bunun sonucu olarak kalemleriyle yaygara kopararak, faşistlik suçlamalarıyla psikolojik bir ortam oluşturarak, “öteki”ler diye baktıkları karşıtlarını yıldırmayı, bir daha benzer tavır sergilemelerini önleyecek “mahalle baskısı” kurmayı amaçlıyorlar.

Benzer tavırları her vesileyle sergilemeye kalkışıyorlar; ama bir şeyi nedense görmek istemiyorlar. Kontrollerinde tuttukları, diledikleri gibi yazıp konuştukları müthiş medya faktörüne rağmen, bu ülkede yıllardan beri ufak bir azınlık olmaktan, marjinal kalmaktan kurtulamadılar. 70’lerde de, 90’larda da, şimdi de her seçimde boylarının ölçüsünü alıp perişan oluyorlar. En fazla yapabildikleri gidip PKK’ya sığınmak; örgüt tarafından devşirilmeye razı olup, Öcalan’a biat edip milletvekili sıfatı kazanmak.

Bu gruptakilerin popüler isimlerinden Sırrı Süreyya’lar, Kürkçüler falan, PKK Silvan’da bir kere daha cani kimliğiyle saldırıp, kan dökerken, aynı saatlerde Diyarbakır’da demokratik özerklik adıyla bağımsızlık manifestosu okunurken dut yemiş bülbül gibi suskun kaldılar. Barış, kardeşlik, demokratlık gibi ağızlarından düşürmedikleri jargonları askıya asarak örgütün kollarında Kandil’den yahut İmralı’dan gelecek talimatın beklentisine girdiler. Böylelikle sergiledikleri bu ortak tavırla hep birlikte söylemlerinin ne kadar samimi ve nereye kadar olduğunu bir kere daha bütün dünyaya göstermiş oldular.

Kısacası “basın cephesinde yeni bir şey yok.” Herkes ideolojik siperlerinde yerlerini almış, meşreplerine yakışanı yapıyorlar. 40-50 yıldır karşıtları için kullandıkları faşistlik suçlamalarını tekrarlayıp duruyorlar. Kürt etnikçiliğini ve eylem kanadı PKK’yı 70’li yıllarda yaptıkları gibi Kürt halkının kendi kaderini belirlemek için mücadele veren bir hareket olarak görüp haklı buluyorlar. “Kürt hareketi, 13 askerin öldüğü anı seçmek yerine, birkaç gün daha bekleyemez miydi bu konuyu gündeme getirmek için… Yanlış anlaşılmasın ben Güneydoğu’da daha özerk bir yapıya geçilmesine karşı değilim… Daha da ötesinde Kürtler de her millet gibi kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir ve günün birinde bunu kolektif olarak kullanmayı seçerlerse hukuken ve vicdanen kimse karşılarında duramaz.”[*]

Görüş ve kanaatler bu çerçevede olduktan sonra ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği konusunda hassasiyet göstermek, Kürt etnikçiliğinin her vesileyle varlığını duyurma girişimlerine tepki göstermek, teröre terör diyerek yapanları lanetlemek faşistlik ve bağnazlık olarak görülüyor; medyada kalemler ve ekranlar vurucu bir silah olarak kullanılarak izole edilmeye çalışılıyor.

[*] Aslı Aydıntaçbaş, Milliyet, 18 Temmuz 2011