ABD Temsilciler Meclisi’nin 29 Ekim’deki toplantısında ittifaka yakın bir oy çokluğuyla kabul edilen Türkiye ile ilgili iki karar tasarısıyla, Türkiye-ABD ilişkilerini farklı bir kulvara taşıyacak yeni bir dönemin kapıları açılmış oluyor. Bu tasarıların Meclis’ten çıkmasını sağlayan siyasetçiler ve onların arkasındaki çevreler, gruplar, asker ve sivil ABD bürokrasisi doğması muhtemel sonuçların elbette farkındalar. Zaman zaman sorunlar yaşansa da NATO bünyesinde 70 yıldır sürüp gelen ve “stratejik” diye tanımlanan iki ülke ilişkilerini koparabilecek bir girişimin yapılmış olması, Türkiye’ye duyulan öfkenin ne kadar yaygın ve şiddetli olduğunu gösteriyor.
435 üyeden oluşan Temsilciler Meclisi’nde 403 ve 405 gibi çok yüksek oy oranıyla kabul edilen iki tasarının yürürlüğe girebilmesi için, Senato'dan da üçte iki oyla geçmesi ve Trump’ın da onayı gerekiyor. Başkanlıktan azil süreci başlatılması pozisyonunu zayıflatıyor olsa da Trump, Senato’da çoğunluğu elinde bulunduran cumhuriyetçi senatörleri yönlendirerek tasarıların geçmesini engelleyebilir. Ancak bunu yapsa bile oluşan hasarın tümüyle onarılması kabil değil. Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerinin “kriz” boyutuna tırmanmasının nedenlerini ve bunun doğuracağı siyasi, ekonomik ve askeri sonuçları, duyguları bir yana bırakarak serinkanlılıkla enine boyuna düşünüp değerlendirmesi gerekiyor.
Şunu unutmamalıyız; küresel egemenlik peşinde olan, hukuki, ahlaki ve insani değerleri bir kenara bırakarak, 11 Eylül saldırısını gerekçe yaparak hegemonyacı politikalarını yürütmeye çalışan emperyalist bir süper güçle karşı karşıyayız. TSK, ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde İsrail ile birlikte oluşturmak istediği terör koridoruna geçit vermedi. Yıllardır bu projeyi hayata geçirmeye çalışan emperyalist aklın bunu hazmetmesi kolay olmayacak.
Türkiye bu çevreler nezdinde artık NATO bünyesinde iş birliği yaptıkları stratejik bir muhatap değil planlarını engelleyen “hasım”dır.
ABD’deki nefret düzeyindeki bu Türkiye karşıtlığı sadece Suriye konusundan yahut S-400’ler ve Rusya ile yakınlaşmamızdan kaynaklanmıyor; Amerikan politikaları üzerinde etkili olan başta Yahudi ve Ermeni lobileri olmak üzere, ellerinde büyük maddi imkanlar bulunan değişik grupların “güç birliği” yaparak ülkemize karşı yürüttükleri dezenformasyon kampanyaları Amerikan medyasını, kamuoyunu ve siyasetçileri Türkiye karşıtlığında birleştiriyor. Pek az konuda bir araya gelebilen Cumhuriyetçilerle Demokratlar, liberallerle Evanjelikler bizi artık nefret objesi olarak görüyorlar.
Buna karşılık etkili bir kamu diplomasisi yürütemediğimiz ortada. Yurt dışındaki diplomatlarımız, temsilcilerimiz, müşavirlerimiz çoğunlukla sosyal ilişkiler, temaslar kurmakta yetersiz kalıyorlar. Meslek kuruluşlarımız, büyük sermaye kesimi, STK’lar ve üniversitelerimiz içeride politika yapmaktan, siyasi güce yakın olmaya çalışmaktan zaman bulup dışarıda özellikle Amerika’da tezlerimizi anlatacak gerekli girişimleri yapamıyorlar.
Ermeni lobisi bıkıp usanmadan kırk yıldır Amerikan Kongresinden bu tasarıyı geçirmeye çalışıyor. Ama yakın zamana kadar Washington’da değişik çevrelerde “dostlarımız”da vardı. Mesela 1985’te tasarı Meclis’e geldiğinde aralarından Bernad Levis, Stanford Shaw, Jastin McCarty, Heath Lowry gibi dünya çapında tanınan isimlerin de olduğu 69 akademisyen bir bildiri yayınlayarak Ermeni iddialarının asılsızlığını Amerikan kamuoyuna anlatmışlardı. 1990’da Senatör Robert Byrd tasarı görüşülürken kürsüden 14 saat konuşarak aleyhimize karar alınmasını engellemişti.
ABD ile başta PKK/YPG sorunu olmak üzere Kıbrıs, Doğu Akdeniz gibi temel meselelerde çıkarlarımız, hedeflerimiz çelişiyor. Bunlarda son Beştepe mutabakatında olduğu gibi “ara formüller” bulmak mümkün olsa da kalıcı uzlaşmalar sağlanması çok zor görünüyor. Bu gerçeklerin bilinci içerisinde, duygularımızı bir kenara koyarak rasyonel politikalar izlemek zorundayız. Türkiye-ABD ilişkilerinin kopmasını en fazla isteyenlerin, hatta bunun için çalışanların İsrail’in, Kürtlerin, Ermenilerin ve Rumların olması rastlantı değil. Bunların her biri Türkiye’yi alt edebilmek için ABD’yi taşeron olarak kullanmak istiyor. Bu oyuna gelmemek için diplomatik kanalları başarıyla kullanmalıyız; inisiyatifi sürekli elimizde tutmalıyız.
Ermeniler Washington’da iddialarını destekleyen bir karar çıkardıkları takdirde yargı yolunu kullanmaya hazırlanıyorlar; tehcir edilerek mal ve mülklerine el konulduğu iddiasıyla tazminat davaları açmayı planlıyorlar. Bunu başarmaları durumunda altından kalkamayacağımız muazzam sorunlarla karşı karşıya kalabiliriz.
Diğer yandan Barış Harekâtı öne sürülerek Meclis’ten geçirilen “yaptırımlar” ve bununla da yetinilmeyerek CAATSA yasasının da uygulanmaya konulmak istenmesi, Washington’da birilerinin Türkiye’ye tam anlamıyla bir “soğuk savaş”a hazırlandıklarını gösteriyor. Bu komplolardan kurtulmak için vakit geçirmeden kapsamlı ve çok yönlü girişimler başlamalıyız. ABD karşısında yalnız kalmamak için sadece Rusya’ya güvenemeyiz. Avrupa ülkeleriyle, başta Almanya olmak üzere daha sıcak ilişkiler kurmalıyız. Batı kamuoyunda, biz kabul etmesek de hukuk, yargı ve demokrasi karnemiz bozuk. İmajımızı hem kendi ihtiyaçlarımız hem de dışarıdaki itibarımız açısından bir an önce düzeltecek adımları atmalıyız. Son yargı reformu yasasıyla bunun olacağına inanırsak kendimizi kandırmış oluruz. Çünkü bu yasanın bazı usul ve teknik yenilikler getirmiş olmasının dışında esasa ilişkin bir özelliği yok.
Bütün bunlara rağmen diplomatik kanalları verimli şekilde çalıştırarak, “yumuşak güç” yöntemini kullanarak üzerimize kurgulanan oyunu bozabiliriz. Türkiye Barış Pınarı Harekatı’yla “sert güç” yöntemini başarıyla uyguladı. İtilip kakılacak sıradan bir Ortadoğu ülkesi olmadığını gösterdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 13 Kasım’da ABD’ye gidip gitmemesi önümüzdeki günlerde Washington’dan alınacak sinyallere bağlı görünüyor. Karar hangi yönde olursa olsun bu tavır yeni bir diplomatik atak başlatılması anlamına gelecektir.
Şerlinin şerrinden kurtulmak, müttefik sayıp desteklediği piyonlarının girişimlerini durdurmak, inisiyatifi elimizde bulundurmak için bu ataklar yapılmalıdır.