Sovyetler Birliği'nin dağılması bir taraftan soğuk savaş döneminin kapanmasına ve batıya yönelik Varşova Paktı merkezli ideolojik tehdidin ortadan kalkmasına yol açarken, diğer taraftan ABD'nin rakibi bulunmayan bir küresel güç hâline gelmesini sağladı. Ancak sahip olduğu muazzam ekonomik ve teknolojik imkânların kalıcı ve sürekli kılınmasını sağlayacak, toplumu motive edecek ötekine ihtiyaç vardı. Siyasal ve ideolojik tehdit unsurlarının ortadan kalkmasıyla oluşan boşluk, çok geçmeden medeniyet ve kültür bağlamındaki farklılığını düşmanlık ve saldırı gerekçesi olarak kullandığı ilân edilen İslâm'la dolduruldu. ABD yönetiminin saygın ve etkili politik danışmanı konumundaki Huntington'un yeni yüzyılda uluslar arası mücadelenin medeniyetler arasındaki zıtlaşmalardan kaynaklanacağını ilân etmesinin sıradan entelektüel bir görüş olmanın ötesinde anlamlar taşıdığı giderek daha iyi anlaşılıyor. Kimler tarafından plânlandığı ve nasıl uygulanabildiği hâlâ açıklık kazanamamış olan 11 Eylül saldırıları, ABD'nin 21. yüzyıldaki vizyonunu hazırlayan beyinler ve strateji merkezleri tarafından etkili bir malzeme olarak kullanıldı.
O tarihe kadar Amerika coğrafyasını doğal savunma alanı olarak görmekten kaynaklanan güven duygusuyla, teröre başka dünyaların meselesi şeklinde bakan Amerikalılar, derin bir şok yaşadılar; yönlendirici haber ve yorumlarla kısa sürede paniğe kapıldılar. Bunun sonucu olarak bir taraftan insan hakları ve temel hukuk kriterleriyle bağdaşmayan abartılı önlemler alıp, yasal düzenlemeler yaptılar; diğer taraftan terörün doğduğu ve barındığı alan ilân ettikleri Müslüman ülkelere yönelik operasyonlar başlattılar.
ABD'nin Afganistan'la başlayan, Irak'ta devam eden ve yakında İran'ı da içine alacağı tahmin edilen bu küresel operasyonları, başta Başkan Bush olmak üzere sivil ve askerî yöneticilerin sık sık tekrarladıkları gibi, "iyilerin kötülere", "medenîlerin barbarlara" karşı savunma amaçlı haklı ve meşru girişimleri şeklinde değerlendirilebilir mi?
Bilgi çağında, iletişim tekniklerinin anormal hızla geliştiği bir ortamda, terörün önlenmesinin özellikle asimetrik yönü göz önüne alındığında ne derece zor olduğu ortadadır. Bu açıdan hiçbir ülke günümüzde kendini güvende hissedemez. Ancak terörün nereden kaynaklandığını, hangi faktörlerle beslenip geliştiğini doğru tespit etmeden etkili önlemler alınamayacağı açıktır. ABD'nin yönetici beyinleri burada kurnazca bir manevra yapıyorlar. Gerçekleri belirlemek yerine, kendi amaçlarına, politik ve ekonomik çıkarlarına uygun gördükleri sanal bir ortam sunmaya ve herkesi inandırmaya çalışıyorlar. Bunun somut örneği birkaç yıldan beri Irak'ta yaşanıyor. Aylarca biyolojik ve kitlesel imha silâhlarından bahsederek, kendilerine kulak verenleri dehşet içinde bırakan Amerikan makamları, iddialarının hiçbirini ispat etmemelerinden dolayı en ufak bir utanç ve pişmanlık duymuyorlar.
ABD, küresel egemenliğini devamlı kılmak, askerî ve siyasî alanlarda kendine rekabet edilmez üstünlük sağlayan ekonomik kaynaklarını güçlendirmek, muhtemel rakiplerini kontrol altında tutacak tarzda kuşatmak istiyor. Amacına ulaşabilmek için meşruiyet kriterlerini, ahlâkî ve hukukî değerleri tek yanlı olarak kendisi tarafından belirlemeyi doğal bir hak sayıyor.
Ancak Amerika'nın özellikle Orta Doğu'daki politikalarını değerlendirirken, İsrail'in rolünü ve Yahudiliğin etkilerini belirlemek gerekir. Bugün ABD'de Kaliforniya ve New York'ta yoğunlaşan altı milyon civarında bir Musevî topluluğu yaşıyor. Bu iki eyalet Amerikan politikalarında ve başkanlık seçimlerinde büyük ağırlığa sahiptir. Başta basın ve TV'ler olmak üzere, Amerikan kamuoyunu oluşturan iletişim araçları Musevî lobisinin elindedir. İyi eğitilen, sıkı cemaat ilişkilerine sahip olan, elinde tuttuğu güçlü sermayesiyle finansal alanda çok etkili olan Yahudi kesim, ABD'nin politikalarını etkileyen en önemli baskı grubudur. İsrail, resmen kurulduğu 1948 yılından beri ABD'den sağladığı geniş malî kaynaklar ve politik desteklerle varlığını sürdürmüş, dünya politikalarının en önemli aktörlerinden biri olmuştur. Bugün İran'ın nükleer silâhlara sahip olma ihtimalini dünyayı tehdit şeklinde algılayan Amerika, İsrail'in yüzlerce nükleer başlıklı füzeye ve atom silâhlarına sahip olmasını doğal karşılıyor. Bu yüzden nükleer silâhların önlenmesine ilişkin Birleşmiş Milletler kararları bu ülkeye işletilmiyor.
Başkan Bush ve çevresindeki Evangelistlerin dogmatik inanç yapıları, Mesih ve Armegedon beklentileri, bu ülkede yaşadığımız yüzyılın seküler zihniyetiyle bağdaşmayan Hristiyan-Musevî ittifakı kurmuş bulunuyor. Bu iş birliği ve yakınlık, Amerika'nın Orta-Doğu politikalarında, İsrail'in çıkarlarını ve bu ülkenin geleceğinin güvence altına alınmasını temel esaslardan biri hâline getiriyor.
Irak operasyonuna başlamadan önce, Kürt aşiretleriyle ilişkilerini sınırlı tutan ve bağımsız bir devlet kurmalarını ilk plânda değerlendirmeyen ABD'nin tutumundaki köklü değişiklikte, 1 Martta yaşanan tezkere krizinin şüphesiz büyük etkisi oldu. Ancak gerginliğin ısrarla sürdürülmesi ve çuval olayı gibi küstah ve incitici davranışların sergilenmesi Türkiye'yi bölgeden tamamıyla tasfiye etmeyi amaçlayan projelerin varlığını gösteriyor.
Türkiye'nin sınırlarının içine itilerek tecrit edilmesi, Kuzey Irak'ta bir Kürt devletinin kurulması ABD'nin öncelikli tercihi olmaktan ziyade, İsrail'in bölgedeki stratejik hedeflerinden biridir. İlk plânda Kuzey Irak'ta, orta vadede Suriye, İran ve Türkiye'de belirli alanların katılımını sağlayarak kurulacak bir Kürdistan, İsrail'in bölgesel yalnızlığını ortadan kaldıracak, enerji ve su kaynakları üzerinde müşterek politikalar yürütecek siyasal zemin oluşturacaktır. Fırat'tan Nil'e kadar geniş bir bölgede büyük İsrail Devletinin kurulması hedefine yönelik çabalarını mistik bir saplantıyla ısrarla sürdüren Yahudiler, ABD'den politik bir taşeron gibi yararlanıyorlar.
Kendilerine yeni bir vatan yaratabilmek için, milyonlarca Filistinliyi ana vatanlarından koparıp savurdular. Kalanları da dünyanın gözü önünde, her türlü baskıyı ve şiddeti ölçüsüzce kullanarak sürüp atmaya, yahut duvarlarla çevrelediği kurak ve verimsiz dar bir alanda gettolaştırmaya çalışıyorlar. Tabloya bakıldığında bu girişimlerinde önemli başarılar sağladıkları görülüyor. Şimdi ABD'nin askerî gücü kullanılarak Irak'taki siyasal yapılanma tamamlanmak isteniyor. Bunun kolay olmadığı Amerika'ya ciddî boyutta bir maliyetinin bulunduğu görülmesine rağmen, İran'ın gündeme getirilmeye çalışılması, sadece enerji yataklarının kontrol altına alınmasından ibaret bir girişim değildir. Üstelik İran'a yönelik operasyonun Irak ile kıyaslanmayacak derecede ağır külfetlere mal olacağı ortadadır. Büyük bir medeniyet ve kültürel derinliği, tarihî geçmişi, homojen bir sosyal dokusu, inanç yapısı bulunan İran'ın maruz kalacağı bir saldırıya tepkisinin nasıl gelişeceğini, nerelere uzanacağını tahmin etmek zor değildir. Terörü durdurmak ve kaynaklarını kurutmak amacıyla Orta Asya'ya ve Orta Doğu'ya yönelen Amerika'nın, bunun tam zıttı bir işlevi üstlenmesinin normal bir mantıkla izahı yapılamaz. Karşısında Saddam gibi insanlığın utanç duyduğu bir diktatör bulunmayan, elinde meşru ve rasyonel gerekçesi olmayan Amerika, İran'a saldırdığı takdirde, bütün Müslümanları rencide etmiş olur. Bu durum, İslâm dünyasında Amerika'ya yönelik derin bir nefreti yaygın ve kalıcı kılar. Huntington gibi strateji belirleyicileri medeniyetler arasında onarılmaz kırılmaların meydana gelmesini özellikle isteseler bile, bu ortam sadece Amerika adına değil bütün insanlık için kalıcı bir huzursuzluk ve kargaşa demektir. ABD politikalarını etkileyen Siyonist-Hristiyan ittifakının bu çılgınlığı göze alması insanlık için tarihî bir sıkıntı ve talihsizlik olur. İsrail ve Yahudi lobisi, Amerika'dan sağladıkları güçle şimdiye kadar yürüttükleri pervasız politikaların sonsuza kadar sürmeyeceğini, aç gözlülüğün bir hududu olması gerektiğini anlamalı, aklı selimin herkes için daha hayırlı sonuçlar sağlayacağını görmelidir.
Dergimiz baskıya verilirken 30 Ocak seçimleri henüz yapılmamıştı. Türkiye'de durumun vahametini kavramakta zorlanan siyasî ve bürokratik çevreler, seçim tarihi yaklaştıkça gerçeklerle yüz yüze geliyorlar. Şimdiye kadar köklü tedbirler almadan günü geçiştiren, arada bir beyanat vermekle çıkarlarımızın korunduğuna inanan yöneticilerimiz, artık kesin bir karar mecburiyetiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Millî hassasiyetini kaybetmiş olan, Türk milletine mensubiyet duygusu taşımayan, bunları çağdışı kalmış bir milliyetçi refleks şeklinde küçümseyen bazı aydınlarımız nazarında, Türkiye'nin Irak'taki gelişmelerle, Türkmenlerin kaderiyle ilgilenmesi son derece gereksiz ve sakıncalı bir tutumdur. Bu bakış tarzının etkisiyle, Atatürk'ün ölümünden sonra büyük ölçüde içimize kapandık. Sınırlarımız dışında herhangi bir düşünce, tasavvur ve proje taşımamayı diplomatik bir üslûp ve ilke olarak benimsedik. Ancak 90'lardan itibaren dünyada yaşanan siyasal ve ideolojik depremler bu siyasî anlayışın temelsiz ve yanlış olduğunu bize gösterdi. Ne var ki zihnî alışkanlıkların ciddî bir çaba olmadan değiştirilmesi kolay olmuyor.
Bugün Irak konusunda yaşadığımız çaresizliğin ve şaşkınlığın temel sebebi altmış yıllık kararsızlığın, belirsizliğin ve ilkesizliğin oluşturduğu siyaset anlayışıdır. Kürtlerin Kerkük'e yönelik hedeflerini anlamak, bunun sonuçlarının ne olacağını bilmek, nerelerden destekleneceklerini kestirmek için değerli zamanları ve fırsatları kaybeden Türkiye'nin, şimdiden sonra işi daha da zordur. Stratejik algılama zaafımız dolayısıyla konunun önemini kavrayamadık. Kerkük, türkülerde bir ağıt, belirli milliyetçi çevrelerde bir özlem olarak dolanıp durdu. Burunlarının ucunu bile göremeyen aydınlarımız, politikacılarımız ve bürokratlarımız Türk askerinin belirli bir alanda bile olsa sınırımızın ötesine geçmesinin, Irak'ta bulunmasının önemini fark edemediler. Barzani'nin harekât esnasındaki en önemli başarılarının, Türk askerinin Irak'a girmesini önlemeleri olduğu şeklindeki açıklamalarının şifresini çözemediler.
Türkiye, PKK ile mücadelesinin kritik yıllarında, gerekli gördüğü durumlarda Irak topraklarına girebiliyor, teröristleri barınaklarına kadar izlemek ve ezmek imkânını buluyordu. Dönemin şartları buna imkân veriyordu. Ancak unutmamak gerekir ki, şartlar kendiliğinden oluşmaz. Bunların millî politikalarla örtüşecek çizgide gelişmesini sağlamak yöneticilerin aslî görevidir. Türkiye şu sıralarda PKK ile mücadeleyi yabancı bir güçten bekliyorsa, Türkmenlerin haklarının korunmasını dilekçelerle sağlamaya çalışıyorsa bu, doğrudan yönetim yetersizliğiyle ilgili bir sorundur. Genelkurmay İkinci Başkanının Irak'ta soydaşlarımızın, kan kardeşlerimizin varlığını telâffuz etmesi, Kerkük konusunun Türkiye için taşıdığı önemi vurgulaması elbette ferahlatıcıdır. Ancak bu ifadeler sadece sözle sınırlı kalırsa, fiil ve uygulaması olmazsa söylendiğiyle kalır.
ABD, İsrail ve Avrupa Birliği gibi bölgedeki gelişmelerin etkili aktörleri, Türkiye'nin belirledikleri gündemi biraz mırın kırın etse de, sonunda uygulamak zorunda kalan hantal, uyuşuk ve çaresiz konumda bir ülke olmadığını somut şekilde görmedikleri sürece bu ifadeleri asla ciddiye almayacaklardır.