Acar OKAN Türk Yurdu ( Ekim 2001)
Amerika'nın uğradığı son terörist tevavüz, insanların dünyaya bakışını ve devletlerin güvenlik stratejilerini değiştirecek derecede şiddetli oldu. Amerika'nın ekonomik gücünün sembolü ticaret merkezi ile siyasî ve askerî gücünün sembolü Pentagonun saldırı hedefi olması elbette tesadüfi değildir. Teröristler Amerika'yı "can evinden" vurmuşlardır. Eylem öylesine vahşi ve insanlık dışıdır ki, sadece Amerika değil, hemen bütün dünya bu ağır tahrik karşısında savaş çığlıkları atmakta, derhâl misillemeye girişmekte kendini haklı saymaktadır.
Gerçi eylemin şeklindeki vahşet ve ağır tahrik, başka ihtimâlleri de akla getirecek bir tuzağı ihtiva etmekteyse de, ispat edilemediği sürece bu konuda herhangi bir yorum yapmamız şimdilik doğru değildir.
Kurgu bilim filmlerindeki andıran sahnelere şimdi zihinler yeni unsurlar da ekleyerek; meselâ kimyasal, biyolojik ve nükleer silâhların teröristlerce kullanılabileceğini varsayarak, artık hiçbir devletin gece rahat uyuyamayacağını düşünmektedir. Bu olgu, en güçlü devletin bile savunma stratejilerini yenilemelerine sebep olabilecek şiddettedir.Toplumların tedirginliği öylesine artmıştır ki devlet yöneticilerinin terörizm karşısındaki eski kayıtsız ve "Bana dokunmadığı sürece" diye başlayan güvenli tavrının devamı, artık mümkün değildir.
Bu hâle gelişin temel sebeplerini araştırırken, pek çok unsura ilâveten batılı devletlerin milletlerarası politikadaki tutarsızlıklarını da görmemek mümkün değildir. Dünya politikasına yön veren büyük devletler; yüksek insanî değerlere dayalı ahlâkî ilkeleri tutarlı ve herkese eşit şekilde uygulayan temel yönelişler yerine günübirlik menfaatlere dayalı ayak oyunlarını çok kere tercih etmişler ve dünya kamuoyunda haklı olarak çifte standartlı diye algılanan adaletsizlik içine düşmüşledir.
Bunun yüzlerce misâlini hem de son zamanlarda dünya tarihi yaşadı. Bölgelerdeki iç savaşları beslediler; her iki tarafa da silâh sattılar: silâh ve uyuşturucu tâcirleriyle aynı çuvala girdiler; bir taraftan barış kongreleri düzenlerlerken diğer taraftan savaşları kışkırttılar; bir ülkeye "aşırı dinci" diyerek ambargo uygularken, ondan daha aşırı bir başka gücü (ekonomik çıkarları sebebiyle) iktidar yaptılar; bazı ülkeleri "iyi demokrat değilsin" diyerek kulüplerine kabûl etmezken, dünyanın en despot yöneticilerini (yine ekonomik çıkarlar ve siyasî faydalar uğruna) dost edindiler; terörizmin başka ülkelere acı veren sonuçlarını, acının ucu kendilerine değinceye kadar önemsemediler; hattâ meselâ Türkiye'deki PKK terörünü, bölgede bir kürt devleti kurulmasına kadar uzanacak bir millî mücadele zannederek (veya aksini bile bile böyle göstererek) desteklediler.
Amerika'nın terörizm konusundaki tavrı Avrupa'ya göre daha duyarlı idi ve Türkiye'ye zaman zaman destek verdi ama Avrupa'nın terörizm konusunda (özellikle PKK teröründe) sınıfta kaldığını bütün dünya gördü. Fransa'nın, İtalya'nın, Belçika'nın Almanya'nın, Yunanistan'ın vb. PKK'ya siyasî ve ekonomik destekleri gözler önündeydi. Apo'yu bize eliyle teslim eden de Avrupa değil Amerika oldu. Sabancı cinayetinin faillerinden birini yıllarca hem Türkiye'ye iade etmeyen hem de yargılanmayan Belçika'nın, Amerika'daki terör eylemi akabinde alelacele yargılamaya kalkması mânidardır.
Demek ki devletler; teröre, harplere, yıkımlara, zulümlere, yoksulluğa karşı müşterek insanî ve ahlakî standart bir yaklaşım içinde olamadılar. İlkesizliğe dayalı palyatif politikalarla kendi varlıklarının da sonunda tehdit altına girebileceğini öngöremediler.
Amerika'nın ve batılı müttefiklerinin misilleme ve ibret alınacak ceza için hedefleri şimdilik Usame Bin Ladin'i vermeyen Afganların Taliban iktidarı ile Orta Doğu'da üstlenen terörist örgütler ve onları destekleyen devletler gibi görünüyor.
İlk hedef görünen Afganistan'ı biraz tahlil etmekte fayda var. Afganistan'ın özellikle kuzey bölgesi "Güney Türkistan" diye bilinir. Bu bölgede 4-5 milyon Özbek ve Türkmen Türkü yaşar. Afganistan'da Peştun, Tacik, Hazere ve İsmailiye mensupları da ağırlıklı gruplar olarak göze çarpar, Afganistan dengeli ve eşit etkinlikte (küçük etnik gurupları saymazsak) 4 ayrı güce dayalı (Türk, Peştun, Tacik, Hazere) söylenebilir. Hazereler Moğol asıllı olup kendilerini Türk'e nisbet eden, ancak Şia mezhebinden olan ve Tacikçe konuşan bir topluluktur ve Türklerle umumiyetle ittifak içindedirler. Kuzey Afganistan''a Sovyet işgali sonrası kurulan "Cübüşü İslâmi" partisi önderliğindeki gücün lideri General Dostum'dur. Onun şemsiyesi altında bütün Özbek ve Türkmen beyleri ve Peşrun mücahit liderleriyle birlikte Mezarî'nin önderliğinde Hazer'ler, Şeyh Nadirî'nin önderliğinde İsmailiye mensupları da yer aldılar. Bu ittifak Türk ağırlıklı idi ve Kuzey'de âdeta bir bağımsız devlet gibi yönetimi ele almışlardı: Mezar-ı Şerif, Şıbırgan, Meymene ve benzeri merkezler ile ondört vilâyeti ellerinde tutuyorlardı.
Afganistan tarihinin çeşitli Türk İmparatorluklarının hâkimiyet sahası dışında kaldığı son dönemlerinde yönetim hep Peştunlarda oldu. Türkler, Tacikler ve hazereler daima ikinci sınıf bir muameleye tâbi tutuldular. İngilizlerin yönetime hâkim olduğu dönemde, özellikle daha kuzeyde yer alan Özbek, Kazak, Türkmen, Kırgız varlığı dikkate alınarak Türklere yönetimde itibar edilmemesi dikkat çekici bir İngiliz siyasetidir. İlk Afgan kralları ile Atatürk'ün kurduğu siyasî ve askerî işbirliği de buna mukabil dikkat çekici niteliktedir ve Türk dünyası fikrinin tohumu olacak özelliktedir.
Çeşitli "Han"lar sırayla hanedan olarak iktidara geldiler. Halen İtalya'da sürgünde olan Zahir Şah, Davut Han tarafından darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı. Davut Han da komünist bir darbe ile devrildi. Yerini Babrak Kemâl ve sonra da Necibullah aldı. Yerli komünist yönetiminin iç mücadelelerde sıkıntıya düşmesi üzerine Afganistan'ı doğrudan Kızıl Ordu işgal etti. Çeşitli etnik gruplarla ve mücahit guruplarıyla komünistler ve Rus ordusunun iç mücadelelerini o zaman Amerika ve batılı devletler destekledi. İç harpten dolayı 1,5 - 2 milyon Afganlı Pakistan'a göç etti. Muhalefet savaşçıları, Pakistan'da kümelenen güç merkezlerinden silâh, para ve lojistik destek görerek Rus Ordusuna karşı yıllarca mücadele verdi. Mücadelenin temel unsurunu ve ana fikrini "İslâmî Cihat" teşkil ediyordu. Amerika ağır silâhlar ve füzeler ile çeşitli hafif silahlar, ayrıca maddî destek sağladı. Tabiî o zaman komünistlerin Afganistan'dan defedilmesi ana hedefi vardı ve "İslâmî Cihat" kimseyi rahatsız etmedi. Şimdi bu "Cihat" fikrini düşman gibi görmelerini ise anlamak mümkün görünmüyor. İslâmî Cihat ile terörizmi, ne Müslümanlar ne de batılılar birbirini karıştırma hakkına sahiptir.
General Dostum, Afgan Ordusunun komutanlarından biri idi komünist dönemde de görevinin başındaydı. Gidişatın milletinin ve Afganistan'ın aleyhinde olduğunu görünce, diğer komutan arkadaşlarıyla birlikte karar verip mücahitlere katıldı ve Rus Ordusuna karşı savaştı. Bu iltihakla son derece güçlenen mücahitler sonunda Rusları ve komünistleri yendi. Rus Ordusu geride pek çok uçak, helikopter, tank, füze, roket ve silâhını bırakarak ülkeyi terk etti. Bu silâhlar artık General Dostum'un elindeydi.
Rus işgali sonrası mücahit grupların aralarında anlaşarak bir koalisyon oluşturmaları bekleniyordu. Tabiî artık sadece Peştunlara dayalı bir yönetim de mümkün değildi. Etnik gruplar devlet ve hükûmet başkanlığını münavebeli ve dengeli bir şekilde elde edeceklerdi. Uzun süre aralarında anlaşamadılar. Kimse elindeki silâhı bırakmak istemiyordu. İlk Cumhurbaşkanı Arap asıllı Müceddidî oldu. Sonra Tacik asıllı Rabbani'ye sıra geldi. Başbakan olması gereken Peştun asıllı Hikmetyar koalisyona itiraz etti ve iç mücadeleye devam etti ve bu yüzden Başbakanlık görevine getirilmedi, hep muhalif kaldı. Tacik asıllı Şah Mesut Milli Savunma Bakanı, General Dostum da Kuzey Ordusunun Komutanı ve bakan yardımcısı sayıldı. Ama iktidarı paylaşma ve yeni bir parlâmento oluşturma konusunda General Dostum da muhalif kaldı. Kavga gittikçe şiddetlendi. Şah Mesut bir televizyon konuşmasında "General Dostum'u öldürmedikçe bana yatak haram olsun" diyecek kadar ileri gitti. Çeşitli çatışmalar oldu. General Dostum'un emrinde 80 bin asker ile Rus Ordusundan kalma bütün modern silâhlar vardı. Şah Mesut'un 40 bin, yönetime muhalif ama Dostum'la da anlaşamayan Hikmetyar'ın 40 bin, Hazerelerin 20 bin, diğer küçük mücahit grupların da 10'ar bin askeri vardı. Şüphesiz en güçlüsü General Dostum kuvvetleriydi. İç harp sürdü gitti. Özellikle başkent Kâbil devamlı harp sahası oldu. En sükûnlu bölge "Cümbüş" yönetimindeki Kuzey Afganistandı. Türkiye bu yönetimi desteklemiştir.
O devirde Türkiye, Amerika'ya ve batılı ülkelere, Afganistan'daki mücahit gruplar ve etnik güçler içinde en "aydınlık yüz"ün, diğer fundamentalist güçlere nisbeten "Cümbüş" çevresinde toplandığını ve onların desteklenmesi gerektiğini anlattı durdu. General Dostum ve onun Dış İşleri Bakanı General Melik'in çeşitli temasları ve amerika ziyaretleri fayda etmedi. Rabbanî, protokole göre devretmesi gereken sürede görevini yeni birine devretmedi. Bu yüzden yönetimi meşruiyetini kaybetmişti. Afganistan'da tam bir kaos hüküm sürüyordu.
General Dostum'un bazı yönetim hatâlarından ve uslûbundan raahtsız olan Türkmen beyleri ve bir kısım Türkmen ve Özbek Generaller de bu arada içten içe muhalefete başlamıştı. General Melik'in ağabeyi ve Özbek Ordusunun en güçlü generali olan Resul Pehlivan ve Türkmenlerinin lideri Aşur Pehlivan ayrı ayrı suikastle öldürülünce bardak taştı ve tüm generalleri arkasına alan General Melik bir darbe ile Dostum'u, devirdi. Dostum Türkiye'ye kaçtı Melik bu darbe sırasında Talibanlara da ittifak etmişti ve tabiî bu hatâ idi. Bu hatasını anlayan veya kendi ifadesi ile "O bir manevra idi ben Taliban güçlerini torbaya çektim ve evvela ittifak ediyormuş gibi göründüm, sonra da Taliban'i kendi bölgemden defettim" diyen Melik, gerçekten de Talibanla mücadele ederek ve onlara 5 bin zayiat verdirerek bölgeyi hâkimiyetine aldı. Artık Cümbüşün başı Melik olmuştu. Sebebi ne olursa olsun, kim daha haklı olursa olsun Türklerin arasındaki bu ihtilâf bölgeye zaaf getirdi. Bu zaaftan Rabbani ve Şah Mesut ile neticede Taliban da yararlandı. İhtilâfı gidermek için araya girildi. Özünde bir husumet saklı kalmakla beraber, görünüşte uzlaşma sağlandı. Cümbüşün askerî sorumlusu Dostum, dış politika sorumlusu da Melik olacaktı.
Taliban'ı kim, nasıl icad etti? Ruslara karşı mücadelede ciddî bir ağırlıkları yoktu. Afganistan'ın devlet birliğinin parçalanması batılı devletleri ve Amerika'yı taciz ediyordu. Bölgede istikrar kalmamıştı. Yapılacak ticarî ve siyasî anlaşmalara tek muhatap bulunamıyordu. Türkmen doğalgaz hattının güneye geçişi; Afganistan doğalgazı, petrolü ve madenleri batılı devletler ve şirketler için önemli idi. "Tek muhatap bulma" arzusu o kadar ağır bastı ki, şöyle veya böyle bir gücü (biraz fundamentalist özrü olsa da (!) ) tek başına iktidara getirmek için Amerika yola çıktı. Amerika'nın desteği ve Pakistan gizli servisi aracılığı ile bu güç oluşturuldu. İlk yıllarda doğrudan Pakistan askeri görev aldı. Sonra onların eğittiği militanlar gittikçe güçlenerek, kademe kademe Afganistan'da hâkimiyeti ele geçirdi. Kâbil düşünce Rabbani ve Şah Mesut kuzeye sığındı. Şah Mesut'un hâkim olduğu Penşir vadisinde merkez kurdular ve "meşru hükûmet biziz, Taliban gayrimeşrudur" dediler. Tabiî son durumda Cümbüşle ihtilâflarını da unutmak zorunda kaldılar. Evvelâ Dostum'la, sonra da Melik'le iyi geçinme ve işbirliği politikası izlemeye başladılar. Böylece Kuzey'de Rabbani, Mesut, Dostum, Melik, Halilî ve Nadirî'den oluşan Taliban muhalifleri gücü doğdu. Ama artık hâkimiyet sahaları iyice daralmıştı. Taliban Amerika ve Pakistan'ın güdümünde ülkenin %80'ini ele geçirmişti.
Taliban'ın dünyanın en fanatik ve karanlık gücü olduğu, işgal ettiği yerlerde "tahsil görünce bozulmuştur" düşüncesiyle bütün okumuşları katlettiği, yağma talan yaptığı, ırza geçtiği bunların İslâm'ı temsil etmelerinin mümkün olmadığı, gerek destekçisi Müslüman ülkelere ve gerekse çok önemli şiddette Amerika'ya , defaatle anlatıldı. Katiyen desteklememeleri gereği hatırlatıldı. Ama doğalgaz ve sair menfaatler gözleri kör etmişti. Ayrıca Türklerin ağırlıklı olacakları bir idare yerine, tamamen kendine tâbi, olacak bir idareyi Orta Asya'nın göbeğine kondurmak daha akıllı bir siyaset gibi göründü. Böylece Amerika kendine ve bütün dünyanın bağrına ilerde saplanacak bir kazığı sivriltmek gibi siyasî bir manevra ile meşgûldü. Son terörist saldırı herkesi uyandırdı. Şimdi Usame Bin Ladin'i ele geçirmek, hâmisi Taliban'ı cezalandırmak için Kuzeydeki muhalif güçleri ve Türk generalleri desteklemek mecburiyetinde kalış, hem kendilerine, hem de Afganistan'a 10 yıl zaman kaybettirmiştir.
Bu arada Amerika'da terör eyleminden 2-3 gün önce Şah Mesut'un bir suikasta kurban gidişi de dikkat çekicidir.
Amerika ve batılı müttefiklerinin Afganistan'a yapacağı askerî müdahale kaçınılmaz gibidir. Bunun başarısız Rus işgaline benzemeyeceği de anlaşılıyor. Nokta hedeflerin, eğitim kamplarının ve stratejik bazı merkezlerin bombalanması, hava indirme birlikleri ile bazı merkezlerde komando harekâtı öngörülüyor. Tabiî iktidardaki Taliban'ın devre dışı bırakılması, Kuzeydeki muhalefet güçlerin desteklenmesi ve Afganistan'da yeni bir koalisyon iktidarının plânlaması da ufukta görülüyor.
Amerika kamuoyunun tatmini için ilk plânda Afganistan'da şiddetli bir harekâtın başlatılması kaçınılmaz olabilir. Ne var ki Amerika'nın sadece bununla yetineceğini ummak da safdillik olur. Amerika artık "dünyaya yeni bir nizam vermenin" peşindedir. Kamuoyundaki olumlu havanın desteğinden de yararlanarak Orta Asya , Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar vb. pek çok merkezde "antiterorizm " bahanesiyle yeni eylemlerle dünyanın haritası değiştirilebilir. Buna özenen diğer devletler ve meselâ Çin, Rusya vb. yine aynı niyetle (antiterörizm) hak arayan milletlere baskı yapabilirler. Çünkü terörizmin doğru tarifini yapmak şu anda işlerine gelmemektedir.
Ayrıca, çok önemli bir tehlike de uç vermek üzeredir. Son terör olayının kaynağında "İslâmî Cihat" görüntüsü ön plâna çıkarılmıştır. Bu durum, "medeniyetler çatışması" şablonuna uydurularak, tüm Müslümanları hedef almayı, dışlamayı,askerî, iktisadî, kültürel ve sosyal boyutlarda Müslümanlara husumet göstermeyi Hristiyan dünyanın alışkanlığı hâline getirebilir. En büyük yanlış, terörizmden de büyük yanlış bu olur.
Amerika'nın ve batılı ülkelerin, harekât sırasında sadece teröristleri hedef almasını; Müslüman ahaliye, çocuklara ve kadınlara zarar verecek büyük ölçekli harekâttan kaçınmasını, kendi toplumlarına hedef diye parmağını uzatarak Müslümanları ve Müslümanlığı göstermemesini hatırlamayı da ayrı bir insanlık görevi saymaktayız.
Amerika'nın kendini dünya jandarması olarak tâyin etmesi ve dünyaya yeni bir nizam verme göreviyle yüklü sayması, çok dikkat isteyen, bu misyona tarihî bir birikimle hazırlık olmayı gerektiren güç bir iştir. Yüksek insanî değerlerle mücehhez bir inanç, âdil, ilkeli, tarafsız ve tutarlı bir politika gerektirir. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında oluşacak bir uzlaşma ve onun teşkil edeceği bir güvenlik gücünün görevini tek başına Amerika'nın üstlenmesi, kendisi açısından da veballidir.
Kaldı ki, saydığımız temel ilkeler açısından Amerika'nın sicili o kadar temiz de değildir.
Bütün bu olan ve olacak olandan Türklere ne fayda var ne zarar gelir sorusunu çok çok sormak gerekir. Bazı mevziî faydalar dikkatli bir politika ile temin edilebilirse de, bunlara aldanarak genel gidişatın sonradan aleyhimize tecelli edebilecek sonuçlarına karşı da tedbiri elden bırakmamalıyız.
Kurulacak "yeni dünya düzeninde" ağırlıklı bir yer edinmek; fikri sorulan, teklifleri ciddiye alınan, kararlara katılan bir ülke olmak için çok ciddî bir hazırlığa, atak bir diplomasiye ve hepsinden önemlisi güçlü bir yönetime sahip olmak mecburiyetindeyiz.