1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye'ye takınılan incitici tavrın ne derece yanlış ve zararlı olduğunu gören AB, bu hatayı tekrarlamak niyetinde görünmüyor. Tam tersine kendi açısından hiçbir ilave yük getirmeyen şimdiki statünün en azından bir süre daha devamını sağlamak istiyor. Türkiye'nin bu durumdan bıkıp, ümidini tamamıyla kaybedip ilişkileri noktalamaması için ne gerekiyorsa yapmaya çalışıyor. Bu bağlamda zirve kararlarının açıklanacağı resmî bildiride Türkiye'den övücü bir kaç cümleyle söz edilecek. Gösterdiğimiz çabaların takdirle izlendiği, özellikle insan hakları çerçevesinde atılan adımların olumlu karşılandığı, ancak bunların yeterli sayılamayacağı belirtilerek, çalışmaların daha yoğun şekilde sürdürülmesi istenecek.
Avrupa Birliği'nin Türkiye'yle ilişkilerindeki stratejik esaslar bellidir. Türkiye çeşitli açılardan bünyelerine katmayı göze alamayacakları derecede büyük problemler, hendikaplar ve özellikler taşıyor. Ancak bunun yanında siyasî, ekonomik ve sosyal potansiyeli, jeopolitik konumu itibariyle asla kaybedilmemesi gereken, bölgesinde alternatifi olmayan kritik bir güç merkezi konumunda…
Bu ikilem AB'nin bizimle ilgili politikalarının başlıca parametrelerini oluşturuyor. Başka bir ifadeyle Türkiye bir taraftan uygun bir kontrol mesafesinde tutulacak, ilişkiler koparılmayacak; diğer taraftan üyelik ümitleri belirsiz bir vadeye yayılmak suretiyle siyasal, kültürel ve sosyal alanlarda isteklerine uygun yapısal değişikliklerin sağlanabilmesi için telkin ve müdahale kanalları muhafaza edilecek.
Şu sıralarda ülkemizde büyük maddî kaynaklar kullanılarak sürdürülen AB yanlısı kampanyanın esas amacı, Kopenhag Zirvesi'nin bize ilişkin muhtemel sonucunu değiştirmek ve görüşmelerin başlaması için bir tarih verilmesini sağlamak değildir. Çünkü değişik nedenlerle AB üyeliğini hararetle savunanlar bile sonuçtan umutlu değiller; meselenin görünenin dışında başka boyutlarının olduğunun farkındalar. Önümüzdeki bir kaç aylık süreyi iyi kullanarak stratejik ve politik sonuçları fevkalâde önemli bazı hedeflere ulaşmaya çalışıyorlar. Bunu sağlayabilmek için basın ve TV aracılığıyla çok yönlü ve kapsamlı bir propaganda yürütülüyor. "Tren kaçıyor", "ya şimdi ya da hiçbir zaman", "Aralık ayı son vade" gibi çok keskin sloganlar ekseninde yürütülen bu kampanyayla zihinler sürekli şekilde telkin altında tutuluyor; insanların düşünce ve muhakeme kabiliyetleri frenlenmeye çalışılıyor.
İstedikleri kararların alınmaması halinde Türkiye'yi çok karanlık bir geleceğin beklediğini, uygar dünyadan kopacağımızı, ikinci sınıf yoksul ve çaresiz ülkeler kategorisine yuvarlanacağımızı kesin bir dille ifade ediyorlar. Ancak gelecekle ilgili bu kehanetlerin sahipleri, bütün istediklerinin yerine getirilmesi durumunda Kopenhag'da Türkiye'ye bir perspektif verilip verilmeyeceğine ilişkin net bir tahminde bulunmuyorlar. Böylece Zirve'nin bizimle ilgili kararları ne yönde olursa olsun, AB her türlü yanlıştan ve hatadan peşinen arındırılarak bütün sorumluluk Türkiye'nin omuzlarına yıkılıyor.
Kararların olumsuz olması karşısında oluşacak tepkiler ve hayal kırıklıklarına karşı şimdiden önlemler alınıyor. Şu sıralarda ön plânda tutulan üç temel meselede istedikleri çerçevede bir gelişmenin sağlanamaması Türkiye'nin "ödevlerini" yerine getirmemesi anlamını taşıyor. Türkiye bu konularda öngörülen adımları atmasına rağmen AB kapılarından uzak tutuluyorsa bunun da cevabını şimdiden vermeye hazır görünüyorlar. Bu durumda derhal müteakip hamlelerini gündeme taşıyacaklar. Şu sıralarda ön plânda tuttukları öğrenim ve yayın hakkı isteklerinin fazla bir anlam taşımadığını, bunun kapsamının genişletilmesinin şart olduğunu, sonuçta kültürel kimliklerin yani etnik grupların varlığının resmen kabul ve tescili gerektiğini öne süreceklerdir.
Türkiye gerçekten çok yönlü ve geniş kapsamlı bir etnik tuzakla karşı karşıya bulunuyor. AB gibi bütün çağların en geniş "bütünleşme" denemesi karşısında tavır belirlemeye çalışırken, hiç bir aday ülkenin yaşamadığı çetin problemleri, devasa meseleleri hesaba katmak mecburiyetindeyiz. Bunların varlığını görmezlikten gelerek atılacak adımlar telafisi mümkün olmayan felaketlere yol açar. İçte ve dışta bazı çevrelerin amaçlarının özellikle bunu sağlamak olduğu ve AB'yi bu hedeflere ulaşmak için bir kaldıraç gibi kullanmaya çalıştıkları aşikârdır. Silahlı mücadeleyi kaybettiğini ifade eden terörist başının İmralı'da açıkladığı siyasallaşma programında yer alan başlıca isteklerle, AB'nin taleplerinin geniş ölçüde örtüşmesine tesadüf denilebilir mi?
Kıbrıs meselesinde yarım yüzyıldır esas amaçlarının Ada'nın Yunanistan'a katılması olduğunu, "enosis" iddialarından kaynaklanan tarihî Rum projesini AB üzerinden gerçekleştirmeye çalıştıklarını inkâr etmek mümkün mü?
Yakın geçmişte illegal Marksist-Leninist örgütler aracılığıyla ülkemizde uygulamak istedikleri eylem plânları hüsranla sonuçlanan, ideolojik etkinliklerini ve itibarlarını dünya çapında geniş ölçüde kaybeden çevrelerin, Türkiye Devleti'yle hesaplaşma niyetleri görüntü ve şekil değişikliklerine rağmen aynı hınçla devam ediyor. İkiyüz yıllık "vatanın ruy-i zemin, milletin nev-i beşer" kozmopolitizminin günümüzdeki temsilcileri için Avrupa Birliği, görüş ve felsefelerinin teyidi anlamına gelen çağdaş bir oluşumdur. İçinde yer alsak da almasak da bu oluşumu kullanarak ulus devlet yapısının olabildiğince törpülenmesine çalışıyorlar; millî kültür dokusunu zedelemek suretiyle tahayyül ettikleri toplum yapısının zeminini hazırlamak istiyorlar. Oysa Türkiye'ye her açıdan model olarak sunulan Avrupa Birliği ülkelerinde yetkilerin bir bölümü ortak karar merkezine, Brüksel'e devredilirken, kültürel ve sosyal dokuların, millî kimliklerin korunmasına büyük özen gösteriliyor. Bu yüzden kırk yıla yakın bir süreden beri kapsamlı bir bütünleşme süreci yaşamakta olan bu ülkelerde, özgün kültürel yapılar, temel millî özellikler ve bunlara ilişkin bütün unsurlar zedelenmeden, deforme olmadan sürdürülebiliyor. Bunun somut bir örneği son zamanlarda yoğun tartışma konusu olan "anadilde öğrenim ve yayın hakkı" meselesidir. Konu bölücü örgüt ve yandaşları tarafından masum ve sade bir dil öğrenme ve kullanma çerçevesinin dışına taşınmış, doğrudan doğruya etnik kimlikler yaratma çabalarına hız kazandırmak üzere gündeme taşınan sinsi ve hesaplı bir komplonun anahtarı haline getirilmiştir.
Avrupalılar'ın üniter yapılarının bozulmasına zemin hazırlamanın ön adımı olabilecek bir anlayış ve uygulamaya müsamaha gösterdiklerine ilişkin hiçbir örnek yoktur. Millî devletlerin ard arda kurulduğu 19.yüzyıl boyunca dil birliğini bu oluşumun ekseni şekilde kullanmışlar, eğitim programlarını bu alanda mevcut eksiklerin tamamlanmasını sağlayacak şekilde düzenlemişlerdir. Bu tutumun sonucu 20.yüzyıl başlarına kadar Fransa'nın pek çok bölgesinde konuşulmayan Fransızca, yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan ülkenin tamamında hâkim lisan konumuna gelmiştir. Fransızlar bu konuda son derece hassas ve müsamahasızdırlar. Nitekim "Azınlık Dillerinin Korunması Çerçeve Anlaşması" nın uygulanması sırasında bu ülkede büyük tartışmalar yaşandı. Fransa Anayasa Mahkemesi anlaşmayı, Fransızca'nın konuşulmasının sınırlandırılması olarak değerlendirdi, üniter yapıyı tehlikeye düşüreceğini gerekçe göstererek reddetti.
Günümüz Avrupası'nda İspanya, Fransa ve hatta İngiltere gibi ülkelerde ayrılıkçı siyasî hareketler varsa da bunların çalışma esasları dil ekseninde etnik bir grup oluşturma, dil üzerinde etnik kimlik kazanma üzerine kurgulanmamıştır. Esasen bu akımların en aktif ve etkili konumundaki Bask hareketi bile, İspanya'nın üniter yapısına çok büyük çapta tehdit oluşturacak düzeyde olmadığı gibi, teröristlere lojistik destek, eğitim ve barınma imkânı sağlayan uzak yahut yakın komşu devletlerde yoktur. Buna rağmen İspanyol Parlamentosu geçen ay çıkardığı bir yasayla, terör örgütüyle ilişki içinde olduğu belirlenen siyasî partilerin yüksek mahkeme kararıyla kapatılmasına, mallarının müsadere edilmesine imkân sağladı.
Türkiye'deki cezaevi şartlarının denetimini derin bir dikkat ve özenle yapan çeşitli Batılı kuruluşlar, insan hakları dernekleri, Avrupalı parlamenterler ve entellektüeller Yunanistan'ın 17 Kasım Örgütü sanıkları için hazırladığı özel cezaevi hücrelerini olağan bir tedbir saydılar, tıpkı İspanyol Parlamentosu'nun kararı gibi devletin varlığını korumasına ilişkin doğal bir savunma refleksi şeklinde değerlendirdiler.
Dilin bir milletin oluşumunda, kimlik bilincinin kazanılmasında birinci derecede etkili olduğu, bu sosyal sürecin omurgasını teşkil ettiği tarihî bir vak'adır. Türkiye'de anadilden kastedilenin Türkçe olduğu cümlenin malumudur. Kürtçe'nin anadil olarak benimsenmesine, serbestçe konuşulmasına ülkemizde hiçbir engel yoktur. Bu konudaki kaset ve yayın yasakları yıllarca önce kaldırılmıştır. Ancak bu durum yeterli sayılmıyor. İstenen Kürtçe'nin okullara girmesinin kapılarını aralamak, TV yayınlarına imkân sağlamak suretiyle etnik kimliğin resmen kabul ve ilân edilmesidir. Bunların hemen ardından istenecek olanlar bir paket halinde bekletiliyor. Zaten AB çevreleri müteakip taleplerinin neler olacağının işaretini vermekte bir sakınca görmüyorlar. Kürtçe'nin resmen tanınan bir dil olmasıyla açılacak kapıdan, gündeme Kürt kimliğine resmiyet kazandırılmasına ilişkin talepler ve bunları sağlamaya matuf iç ve dış baskılar gelecek. Halen gramer ve kelime zenginliği açısından gelişmiş bir konuma ve yazma kapasitesine sahip bulunmayan, sanat ve edebiyat gibi alanlarda kullanılmayan, estetik yanı olmayan Kürtçe'nin gelişmesini sağlayacak zemin hazırlanmak isteniyor. Batı kaynakları fonlar kullanılarak, enstitüler açılarak, vakıflar, dernekler kurularak elverişli bir ortam sağlanacak. Birbirinden çok farklı lehçe ve ağızlar kullanıldığından çeşitli gruplar arasında iletişim aracı olamayan Kürtçe'nin bu haliyle hedefleri etnisitenin oluşturulmasına imkân sağlayamayacağını bildiklerinden, bu çabalarını sistemli şekilde geliştirerek müşterek gramer ve lügatler hazırlayarak, en kısa zamanda sunî de olsa tek ve hâkim bir dilin meydana getirilmesi temel amaçlarıdır. Bu çalışmaları görmezlikten gelmek, etnik kimlik kazanmaya matuf yoğun çabaları yok saymak gerçeği inkâr anlamına gelir. Ancak ne yazık ki ülkemizde bazı çevreler on iki yıl süreyle silahlı terörün maksadını anlamamakta direndikleri gibi, şimdide siyasallaşmaya çalışan Kürtçülüğün eylem projelerini bir türlü farketmek istemiyorlar.
Çok kritik bir süreçteyiz. Dikkatlerimizi Kopenhag toplantısı üzerinde yoğunlaştırmak yerine, siyasal ve toplumsal meselelerimizi gerçek boyutlarıyla tesbite ve anlamaya çalışmalıyız. HADEP'in ne amaç taşıdığını Başbakan açıkladı. Buna karşı HADEP'den Kürtçülük yapmadıklarına, Türkiye'nin partisi olduklarına ilişkin bir açıklama yapılmadı. Tam tersine her fırsatta Kürt kimliğinin vurgulanmasına yönelik bir çalışma stratejisini ısrarla uygulamaya çalışıyorlar.
Etnik kimlik oluşturmak ve bunu siyasal hedeflere yöneltmenin amacı açıktır. Hedef doğrudan Türkiye Devleti'dir. Devletin bölünmezliği, milletin bütünlüğü ilkesi üzerinde inşa edilen anayasal düzenin çiğnenmesidir, reddidir. Başlarını kuma sokma alışkanlığı içindeki bazı siyasî çevreler, liderler ve aydınlar siyasî hesaplar ve çıkarlar uğruna bu millî tehlikeyi inkâra çalışmak suretiyle bölücü örgüte, uzantılarına ve yandaşlarına cesaret veriyorlar, umutlandırıyorlar. Böylece şer merkezlerinin giderek daha cüretli ve saldırgan olmalarına yol açıyorlar.
Bu ortamda Türkiye kararını vermek aşamasındadır. Muhayyel bir AB üyeliği, daha doğru ifadeyle üyelik görüşmelerinin başlamasına ilişkin bir tarih belirlenmesi uğruna, azınlık ırkçılığının beslenmesini, gelişmesini hızlandırma anlamına gelecek dil imkânını, etnisitenin ana damarını devlet eliyle sunacak mıyız? Ne adına olursa olsun böylesine kontrolsuz kapıların açılmasını gelecek nesiller kınayıp lanetlemezler mi?
Türkiye'de ülkenin bütünlüğüne, milletin birliğine karşı çok ciddî tertiplerin ve eylemlerin varlığını kimse inkâr edemez. Adını değiştirmiş olması PKK'nın varlığının sona erdiği anlamına gelmiyor. Siyasî uzantıları, yurt içi ve yurt dışı kanalları, örgütsel bağlantıları ve nihayet dağdaki silahlı grupları ortada dururken, bunları yok farzetmenin adı Mustafa Kemal'in ifadesiyle "gaflet, dalâlet ve hıyanet" tir.