Türkiye, Rusya ve İran devlet başkanları, Erdoğan, Putin ve Ruhani hafta başında Ankara'da, beşinci defa bir araya gelerek Suriye konusunu görüştüler. Bir yandan İdlib’deki durum, diğer yandan Fırat’ın doğusunda Türkiye’nin oluşturulmasını istediği güvenlik koridoru ve ABD ile ilişkilerimizdeki belirsizlik bu zirveyi kritik bir konuma getirmişti.
Toplantıda nelerin konuşulduğu doğal olarak açıklanmadı. Ancak zirveden sonra yayımlanan ortak bildiride iki hususun öne çıktığı görüldü; Anayasa komitesi teşkili için uzun süredir yürütülen çalışmalar sonucunda bazı temel konularda henüz bir yol haritası belirlenmemiş olsa da, meselenin özünde bir mutabakatın sağlandığı belirtildi. Diğer yandan üç ülkenin Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda hemfikir oldukları vurgulandı.
Ancak üç liderin toplantı sonunda ayrı ayrı yaptıkları açıklamalarda önemli görüş farklılıklarının bulunduğu görüldü.
Rusya, tıpkı ABD gibi Suriye’deki öncelikli sorunun PYD/PKK değil DEAŞ olduğu görüşünde. İdlib’de bulunan başta El Nusra uzantısı HTŞ olmak üzere, tüm cihadist örgütleri yok etmek için Şam rejiminin operasyonlar yapmasını haklı buluyor, destekleyeceğini söylüyor ve bu konuda Türkiye’nin Astana mutabakatında yer alan taahhüdünü yerine getirmediğini diplomatik bir üslupla ifade ediyor. Türkiye’nin güvenliğini sağlama girişimlerini haklı bulurken Fırat’ın Doğusuna yönelik operasyona destekleyici bir ifade kullanmak yerine, çözümün Suriye’nin kuzeyinin Esad rejiminin egemenliği altında olmasıyla mümkün olabileceğini belirtiyor.
İran da tıpkı Rusya gibi, Suriye sorununun Esad rejiminin egemenliğiyle çözümleneceğini savunuyor; İdlib’in HTŞ’lilerden temizlenmesine yönelik rejimin operasyonlarını haklı buluyor.
Bu zirvenin belki de en önemli özelliği, toplantıdan hemen önce, Şam rejiminden gelen iki açıklama oldu. Esad kısmi bir genel af ilan ederek muhaliflerin belirli bir kısmının affedileceğini açıkladı. Bunun yanı sıra BM Genel sekreterine resmî bir yazı gönderilerek YPG nin omurgasını oluşturduğu ve Türkiye’nin de terörist olarak nitelendirdiği SDG’lerin terörist bir grup olduğu, bunların yok edileceği belirtildi. Böylelikle Şam, Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin stratejik müttefik olarak benimseyip desteklediği terör örgütü konusunda Türkiye ile aynı görüşte olduğunu açıklamış oldu.
Bu iki adım elbette Rusya ve İran’ın yönlendirmesiyle atıldı. Ruhani’nin zirvenin kapanış konuşmasında bir kere daha Adana Mutabakatı’nı zikretmesi, Suriye meselesine bu çerçevede bir çözüm bulunabileceğini ifade etmesi Rusya ve İran’ın Ankara-Şam ilişkilerini normalleştirmeye yönelik çabalarını sürdürdükleri anlamına geliyor.
Türkiye’de gerek iktidar ve muhalefet cenahında, gerekse kamuoyunda benzer eğilimlerin giderek yaygınlaştığı görülüyor. Çünkü Rusya ve İran’ın desteklediği Esad iç savaşı kazanmış, ülkesinin büyük bölümüne hâkim olmuş durumda. BM’ler nezdinde meşru yönetim olarak kabul görüyor. Muhaliflerine karşı 9 yıl boyunca uyguladığı hukuk ve insanlık dışı muameleler, katliam ve işkenceler Batı dünyasının umurunda bile değil. Evrensel hukuk ilkelerine göre uluslararası ceza mahkemesinde yargılanması gereken Esad’ı Türkiye’nin dışında hemen bütün ülkeler meşru sayıp ilişki kuruyor. Türkiye tutumunu değiştirmek istese de bu Suriye ile ilgili kırmızı çizgileri ve mevcut angajmanları nedeniyle kolay olmayacaktır. Dokuz yıl boyunca desteklediğimiz muhalifleri ve yaptığımız operasyonlarda bizimle birlikte olan ÖSO’nu Esad’a teslim anlamına gelecek bir yaklaşım her açıdan yanlış olur. Öte yandan ülkemizde bulunan 4 milyondan fazla Suriyeliyi bir yolunu bulup ülkelerine göndermenin hesapları yapılırken, konuyu Esad‘ın inisiyatifine terk edemeyiz .
Suriye sorununun başından itibaren yaptığımız diplomatik yanlışları bu süreçte tekrarlamamalıyız. Uluslararası dengeleri, bölgenin özelliklerini, politik, etnik ve mezhebi faktörleri doğru okumalıyız. Bize bu son dönemde çok pahalıya mal olan hissi, hamasi ve romantik yaklaşımlardan uzak kalmalıyız. Gücümüzle, ekonomik, siyasi ve askeri imkanlarımızla orantılı doğru bir politika uygulanırsa Suriye krizinden en az zararla çıkabilir, milli güvenliğimizi teminat altına alacak bir ortam oluşturabilir. 1959’da Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Kıbrıs’ı Yunanlılardan çekip alan diplomatik başarıyı Suriye konusunda da pek ala tekrarlayabiliriz.
Ancak bunun kolay olmayacağı ortada. Çünkü Suriye konusunda Türkiye’nin hedefleri ve beklentileri ABD ve Rusya’nın bölgeyle ilgili hesaplarıyla çelişiyor. ABD tepkilerimize aldırmadan sınırımıza bitişik PKK /PYD devleti oluşturmaya çalışıyor. Güvenli bölge projesini geçen yıl Membiç’te yaptığı gibi, bizim isteklerimizi uyutup etkisiz kılarak olup bitti ye dönüştürme peşinde. Rusya da ondan farklı değil. İdlib’i ve muhtemel yeni sığınmacı akımını Türkiye’yi sıkıştıracak bir koz olarak kullanma peşinde. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin daha da gerginleşir kopmasının, S-400’lerden sonra, SU-35 savaş uçakları başta olmak üzere ihtiyacı olan silahları kendisinden tedarik ederek enerjiden sonra askeri alanda da kendi yörüngesine kaymasının hesaplarını yapıyor.
Böylesine güvenilmez ve tehlikeli muhataplarımızla yürütmek durumunda olduğumuz ilişkilerde son derece dikkatli olmak, aklımızı kullanmak zorundayız. Yanlış bir adımın ülkemize milletimize maliyetinin çok ağır olacağının bilincinde olmalıyız.