Hayati Özkaya, art arda yayımladığı iki güzel eserle hikâye ve roman dünyamıza kalıcı bir adım attı. Konusunu, içinde yaşadığı için yakından bildiği, birçoğuna tanık olduğu olaylardan ve şahıslardan seçtiğinden anlatımı gerçeklerle büyük ölçüde örtüşüyor. Edebiyat öğretmeni olmanın hakkını veriyor, akıcı bir üslubu var, Türkçeyi güzel kullanıyor. Romanın kahramanlarının yer yer uzun diyaloğu olsa bile bunların olaylarla bağlantıları kesilmediğinden ilgiyle okunuyor.
Özkaya’nın PK 546 adlı eserinde, Adana Kültür Derneği çatısı altında bir araya gelen, bir aile muhabbeti içerisinde yıllarca omuz omuza çalışıp Türk milliyetçiliği fikrine, inandıkları değerlere karşılık beklemeden hizmet eden insanların portresi çiziliyor. Burası tam anlamıyla bir millî mefkûre ocağı işlevi görüyor. Siyasetin dışında kalmaya özen gösteren, şahsi ve maddi beklentileri bulunmayan bu mütevazı insanlar, Adana’da milliyetçilik fikrinin yayılmasında, kök salmasında sessiz sedasız en büyük katkıyı yapıyorlar. Adana Kültür Derneğinin işlevini bilmeden, çatısı altında yer alan insanları tanımadan Çukurova bölgesindeki 1960 ve sonrası fikrî hareketler anlatılamaz.
Hayati Özkaya, ikinci romanında değişik bir tarz deniyor. 12 Eylül depreminin Milliyetçi/Ülkücü Hareket’i derinden sarstığı yıllarda, Osmanlı Devleti‘nin dağılma döneminde Türk milliyetçiliği fikrinin en önemli temsilcilerinden biri olmasının yanında, Türk hikâyeciliğinin zirvedeki isimlerinden Ömer Seyfettin ile arasında ustaca bağlantı kuruyor. Onun milletimizin çok müşkül günlerinde bir ülkücü olarak yaptığı tespitlerin, öne sürdüğü çıkış yollarının ne kadar doğru ve önemli olduğunu gösteriyor. Bunların milletimizin hayatında her zaman geçerli olduğunu işaret ediyor. Böylelikle ülkücülüğün fikrî esaslarında, amaç ve ilkelerinde yüzyıl boyunca değişmeyen ortaklıkların bulunduğunu, roman anlatımıyla ortaya koymuş oluyor.
Roman; 80 öncesinde, lise dönemlerinde birbirini tanıyan, ülkücü olan, sonraki yıllarda birbirlerinden haber alamayan, farklı mesleklere yönelen iki arkadaşın yeniden karşılaşıp yaşadıkları üzerine kurgulanmış. Yusuf kitapçı olmuştur. Ömer Seyfettin’in vefatından önce yalnız başına oturduğu fakat çok sayıda misafirini ağırladığı evine verdiği isimden esinlenerek dükkânın adını Münferit Kitabevi koymuştur. Burası, hem işyeri hem de evidir. Yardımcısı Ayas ile birlikte her bakımdan önemsediği ancak fikirlerinin, görüşlerinin yeteri derecede bilinmediğini düşündüğü Ömer Seyfettin’i topluma daha iyi anlatmak ve tanıtmak maksadıyla hikâyelerinden oluşan bir tiyatro eseri hazırlamaktadırlar. Arkadaşı İlhan doktor olmuş, aynı kentte bir sağlık tesisinde uzmandır. İkisinin eski arkadaş olduklarını öğrenen Dr. İlhan’ın eşinin çabasıyla buluşurlar. Fakat aradan geçen zaman, 80 darbesinin öncesinde ve sonrasında İlhan’ın başından geçenler; cezaevinde heder olan yıllar, onun hayata bakışını çok değiştirmiş; öğrenciliği dönemindeki atak ve heyecanlı, karşıtlarına karşı tahammülsüz İlhan’ın yerine dünyevi zevkleri önemseyen, farklı bir kişiliğe dönüşmesine yol açmıştır. Yusuf ise tersine, çok kitap okumasının ve kendisine destek olan, hürmet ettiği büyüğünün de etkisiyle fikren olgunlaşmış; ülkücülüğü daha geniş açıdan yorumlayan, fikrî çizgisini koruyan, bilge bir kişi hâline gelmiştir.
İki arkadaşın konuşup tartışmaları, olayları yorumlamaları aslında ülkücü/milliyetçi kesimde, 12 Eylül darbesinin yol açtığı ağır tahribatın psikolojik ve sosyal etkilerini yansıtmaktadır. İlhan’ın ciddi bir gerekçe olmaksızın gençliğinin en değerli döneminin beş yılını cezaevinde geçirmesi, suçlu olarak damgalanıp toplumdan tecrit edilmesi, mesleğini yapamaz duruma gelmesi, sadece onun değil yüzlerce genç ülkücünün çilesidir. Dr. İlhan, darbenin mağduru ülkücülerin dramını şöyle anlatıyor: “1985 sonlarıydı, ANAP iktidardaydı. 12 Eylül silindir gibi üzerimizden geçip gitmişti. Ülkücüler kısım kısım olmuştu. Ankara’da devam etmekte olan “Büyük Mahkeme” bir türlü sonuçlandırılmıyordu. İçeridekiler başka dışardakiler başka bir teste tabi tutuluyordu sanki. Ülkücü arkadaşlarımızın bir kısmı inandıklarını yaşamaya ve anlatmaya devam ederken bir kısmı çoktan farklı mekânlara diliyle ve gönlüyle teslim olup sıratı müstakim üzere olduklarını beyan etmişlerdi. Bir kısmı ilm-i siyaset yaparak iktidarın ipine sarılmışlardı… Biz, biz olmaktan uzaklaşıp kalabalıkların arasında kaybolmaya başlarken toplumda nasıl kazanıldığı belli olmayan ihalelerle, nereden geldiği belli olmayan paralarla yeni bir sınıf ‘ihtilal zenginleri’ türetilmiştir.” Bu noktada Ayas araya girer; Ömer Seyfettin’in 1919’da yazdığı, Acaba Ne İdi isimli hikâyesini okur; doktorun anlattıklarının benzerleri o dönemde de yaşanmıştır.
Ancak İlhan, olumsuz müşahedelerinin etkisinde kalarak öz kimliğinden uzaklaşmıştır. Buna karşılık olayları farklı açılardan yorumlayan Yusuf ve Ayas gibi milliyetçi aydınlar, tıpkı Ömer Seyfettin gibi Ateşi Yeniden Yakmak, yani millî kimliğimizi oluşturan değerlerimizi tekrar faal ve etkili kılarak yeni bir dirilişin çabası içerisindedirler. Fakat Yusuf ve İlhan’ın kendilerine yeni bir hayat kurma girişimlerinin akıbeti belirlenmeden Adana depreminin araya girmesiyle roman aniden kesiliyor.
Özkaya, sanırım bu girişimlerin akıbetini, kararsızlık içerisinde bocalayan Dr. İlhan’ın tercihini ve “Devrimci Abla” adını verdikleri eski solcu militanın durumunu yeni bir romanda geniş şekilde anlatmayı uygun görmüş; umarım çok beklemeden okuma imkânı bulabiliriz.