Karar ülkemiz açısından “istiskal”dir. Türkiye’de belirli çevrelerin yıllardır oluşturmaya çalıştıkları sanal AB’nin üzerindeki örtü kaymış, gerçek olanca çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Şimdiye kadar Birliğin kültürel kıstaslara değil, değerlere dayalı bir yapılanma olduğu, Kopenhag Kriterleri’ne uyum sağladığımız ölçüde bu “klüp” e üyeliğimizin gerçekleşeceğini öne sürenlerin, hiç olmazsa bir süre utanıp susmaları gerekiyor. Bu ahlâkî mecburiyete ne ölçüde uyacakları bilinmez ama, şu sıralarda lâfın tükenmesi gibi bir çaresizlik içinde bocaladıkları aşikârdır.
Fransa ve Almanya liderlerinin Türkiye’ye uygulanacak “aşamalı bir engelleme” plânı üzerinde mutabakat sağladıkları anlaşılıyor. Komisyonun İlerleme Raporunda değinilen “eksiklikler” e değinilmeden doğrudan Kıbrıs konusuna kilitlenmek suretiyle diğerlerini şimdilik sümen altına itmiş görünüyorlar. Oysa bunların her biri gündeme getirildiğinde Türkiye ağır şekilde suçlanacak ve çok kritik taleplerle karşı karşıya kalacaktır. Bu bağlamdaki isteklerini ya ulus devlet ve ulusal bütünlüğümüzden tavizler vererek karşılayacağız, ya da AB’nin ulaşmamız mümkün olmayan bir ütopya olduğu fark edip kapıyı vurup çıkacağız.
İlerleme Raporunda bir takım teknik eksikliklere, yapısal konularla ilgili düzenlemelere değinilerek esas amaçlar örtülmeye çalışılsa bile, esas önemsenen konular metinlerde titizlikle belirtilmiştir. AB Komisyonu raporuna göre :
AB’nin tutumu basınımızda olabildiğince örtülüp maskelenirken, dışarıda meslek ilkelerine saygılı çevrelerde geniş şekilde eleştiriliyor. Mesela 14 Aralık 2006 tarihli The Daily Telgraph’ın baş yazısında şöyle deniyor: “…AB’ye üye olmak için daha kötü koşullar tahayyül etmek epey zor. Annan’ın uyarısı tümüyle haklı çıktı. Üye olduğu andan itibaren, son derece nezaketten uzak ve popülist bir milliyetçi olan Tassos Papadopulos liderliğindeki Güney Kıbrıs, cezalandırılmadığından bildiğini okumakta devam etti.”
“…Rumların plânı reddetmesiyle hayal kırıklığına uğrayan AB, Kuzey üzerindeki ekonomik tecridin kaldırılmasına yardım sözü vermişti. Ancak bunun üzerinde iki buçuk yıl geçmesine rağmen tecrit yerli yerinde duruyor ve kaldırılması da Türkiye’nin limanlarının Kıbrıs’ın Rum kesimine açmasıyla bağlantılı kılındı”.
“…AB Ada’nın Güney kesimini Annan Plânını reddetmesinin hemen ardından üyeliğe kabul ederek bu sorunun ilelebet devamına yol açtı. AB bu tavrıyla Kıbrıs’lı Türklere alçaklık ederken, bir köstebeğin stratejik kavrayışını sergiledi. Bu çerçevede Rehn’in üyeliğe iyi hazırlanma hakkındaki sözlerinden, berbat bir ikiyüzlülük kokusu yayılıyor”.
Brüksel’in Kıbrıs konusunu bilinçli şekilde, taktik bir unsur şeklinde değerlendirip Türkiye-AB ilişkilerinde kilit konuma getirdiği günümüz ortamında, bu tespitler önemlidir. Türkiye Kıbrıs meselesinin halli hususunda şimdiye kadar izlediği politikalardaki yanlışları, eksikleri vakit geçirmeden belirlemelidir. Geçmişe saplanıp kalmak anlamında sürekli geriye dönük muhasebeler yaparak, çözümsüzlüğün Denktaş’ın Lahey’de “evet” dememesinden kaynaklandığını söylemenin, sorumluluğu eski Cumhurbaşkanına yüklemeye çalışmanın partizanca bir manevra olmanın ötesinde hiç bir yararı yoktur.
Kıbrıs meselesine farklı bir pencereden bakmalı, uluslararası bir konu olmadan önce, ulusal ve yerel bir anlam taşıdığını artık anlamalıyız. Kıbrıs’ı başından itibaren sadece topraktan ibaret görüp, insan unsurunu hesaba katmamamızın maliyeti çok ağır oldu. 1974 de Türk Milletinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük fedakârlıklar yaparak, yoğun dış baskıları ve tehditleri göze alarak gerçekleştirdiği askerî harekatın üzerinden 30 yıldan fazla zaman geçti. Millî anlamıyla eğitim ve kültür konularının önemsenmemesinin, insanların fikir, inanç ve ruh dünyalarının yok sayılırcasına bu konulara ilgisiz ve duyarsız kalınmasının sonuçları bugün karşımızda çok ciddi bir toplumsal problem halinde duruyor.
Annan Plânının referanduma sunulduğu sıralarda Rumlarla iç içe yaşama hayalleri kuran, daha rahat ve zengin bir yaşantıya ulaşma hedefinde anavatanı bir kambur gibi gören bazı Kıbrıs’lı yöneticilerin ve çoğu buradaki basın ve eğitim kurumlarında görevli aydınların yeşil hattın güneyine geçme girişimlerinden karşılaştıkları aşağılayıcı ve düşmanca tavırlardan sonra kimlerle muhatap olduklarını geçte olsa anlamaya başladıklarını görebiliyoruz.
Ancak bu yeterli değildir. Kuzey Kıbrıs Türk Kesimi ekonomisiyle, sosyal ve kültürel ortamıyla derinliğine ve genişliğine incelenip köklü tedbirler alınmalıdır. Kumarhanecilik, bahisçilik başta olmak üzere meşru olmayışları bir yana yüz kızartıcı nitelikteki meşgalelerin meslek haline getirildiği, toplum hayatının ve bürokrasinin her kademesiyle iç içe ilişkilerin kurulduğu bir ortamda, meselenin uluslararası yönünü çözmeyi amaçlayan girişimler sonuçsuz kalacaktır. Çünkü millî bir davanın başarısı için ne istediğini bilen, amacına ulaşmak uğrunda sorumluluk yüklenmeye istekli bir toplum yapısı temel şarttır. Bu nitelikteki insan unsurundan mahrum projeler ve plânlar toplumsal dayanıklılıktan yoksun olduklarından muallakta kalırlar. Kıbrıs davasının yarım yüzyıldır simgesi haline gelen Denktaş’a, Türkiye’deki toplantılarda gösterilen coşkulu ilginin, Kıbrıs’ta yerini derin bir sessizliğe bırakması düşündürücü bir tablodur.
Limanlar, Maraş yahut Ercan Havaalanı gibi bugün hararetle tartışılan konular aslında problemin yüzeydeki unsurlarıdır. Çözümde can damarı konumunda olan ve otuz yıldır değerlendirilmeyen, yönlendirilmeyen insanî alanlarda gerekli adımlar atılıp yeni bir toplum psikolojisinin zemini hazırlanmadığı sürece bu girişimlerin mevzi kalacağı bilinmelidir.
Kırk bin Türk askerinin muhafaza ettiği toprakları alıp Rumlara sunacak bir AB gücü ve askerî varlığı kesinlikle yoktur. Ancak askerimizin koruduğu topraklarda yaşantıların sürdüren insan unsurunun kimliğinin, duygularının, zihniyet ve tercihlerinin oluşumu doğrudan yönetimin meselesidir. Mehmet Ali Talat törenlerde kolordumuzda görevli subaylarımızın protokolde yer almalarını ve konuşma yapmalarını demokratik bir problem şeklinde algılamak yerine, bu hususlara ilişkin düşüncelerine açıklık getirmeli, Ankara ile bu bağlamda ilişkiler geliştirmelidir.
Kim ne derse desin AB zirvesinden çıkan karar, doğru değerlendirilmesi halinde Türkiye’nin yararına olacaktır. Yüzümüze adeta ayna tutulmuş, içeriden ve dışarıdan sürdürülen psikolojik telkinlerle uyutulmaya, ütopik beklentilerle yönlendirilmeye çalışılan milletimizin gerçeklerle yüzleşmesi sağlanmıştır. Şimdiye kadar kaybettiğimiz değerli zamanları telafi edebilmemiz için halletmek mecburiyetinde olduğumuz ekonomiden eğitime, sağlıktan tarıma kadar yığınla problem önümüzde duruyor. Bilginin, bilimin, iyi eğitilmiş insan gücünün ne derece önemli olduğu sık sık vurgulanmasına rağmen anaokullarından meslek okullarına ve üniversitelere kadar eğitim kurumları verimli olmak bir yana, derin bir çaresizlik içinde kıvranıyorlar. Bakanlık ile YÖK arasında sürüp giden ve toplumu her yönüyle huzursuz kılan kavganın ne kadar anlamsız ve yararsız olduğunu görmek ve çözüm aramak yerine, taraflar birbirlerinin kuyusunu kazmaya uğraşıyorlar. Bu tutumlarıyla Türkiye’nin geleceğini belirleyecek nesilleri kurutup bilgi ve düşünce katliamı yaptıklarını fark etmiyorlar.
Şimdiden 15 milyar $’ı aşan ve her yıl genişleyip büyüyen sosyal güvenlik harcamalarının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu görüp tedbir almak, sosyal güvenlik reformunu bir an önce gerçekleştirmek gerekirken, bilen bilmeyen her kafadan bir ses çıkıyor. Her kurum ve makam kendince yorumlar ve hükümler üretiyor. Batı’daki uygulamalardan örnek almak gerekirken, emeklilik yaşının yüksek olduğu gerekçesiyle iptal başvurusu yapılıyor. Popülizm sadece politikacılarla sınırlı kalmadığından kurumlar züccaciye mağazasında dolaşan filler gibi, adımlarının sonuçlarını düşünme gereği duymadan yetkilerini diledikleri yönde kullanmakta sakınca görmüyorlar.
Asayiş giderek kangrene dönüşüyor. Emniyet güçleri her vesileyle yasaların elverişsizliğinden, yetersizliğinden yakınıyorlar. Haksız da sayılmazlar. AB’ne uyum adına zamanla yarışırcasına alelacele çıkarılan çeşitli yasaların, polisin görevini yapmasını önemli ölçüde engellediği, yasaların caydırıcılık özelliklerinin giderek kaybolduğu ortadadır. Onlarca sabıkası olan hırsızların, soyguncuların, gaspçıların mahkemenin bir kapısından girip diğerinden çıktıkları ortamda huzurun, asayişin, can ve mal güvenliğinin kalmaması doğaldır.
Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve talan başta belediyeler olmak üzere kamusal alanda hızla yaygınlaşıyor, organize bir sektör haline geliyor. Kamu kaynakları buralardaki sıfatlar, makamlar ve imkânlar kullanılarak yağmalanıyor. Özellikle imar alanlarıyla ilgili kararlar bazı insanların bir anda astronomik kazanımlarına yol açıyor. Toplumdaki gelir dağılımı bu tarz vurgunlarla daha da bozuluyor. Bir tarafta sayıları beş milyonu geçen ve asgari ücretle bile iş bulamayan insanlar, diğer tarafta hırsızlık becerilerinden başka özellikleri olmayan, aslî görevlerini yapmayıp, şehirleri yaşanılmaz hale getiren makam ve sıfat sahipleriyle yandaşlarının hesapsız kazanımları sosyal ve ekonomik dengeleri temelden sarsıyor.
Türkiye AB’nin sonu gelmez kaprislerini, adaletle, hakkaniyetle bağdaşmayan tutumunu fırsat saymalı, iç dinamiklerini kullanılır hale getirecek, verimli kılacak etkili adımlar atmaya yönelmelidir. Önümüzde yığılı duran problemlerin çözüm yeri ne IMF ne de AB’dir. Bunlara kendi aklımızla, becerimizle, niyet ve heyecanlarımızla çözüm bulmak mecburiyetindeyiz. Siyasi alan bencilliklerin, şahsi çıkarların ve amaçların, ihtirasların tatmine çalışıldığı, bir takım yüce kavramlarla, coşkulu sloganlarla esas niyetlerin örtülüp süslendiği kısır bir yarışma kulvarı olmaktan çıkarılmalıdır. Tıpkı gelişmiş Batı demokrasilerinde olduğu gibi kural ve ilkelerine, etik değerlerine herkesin peşinen uyma gereği duyduğu, ülkeye ve topluma hizmet sunulan saygın ve onurlu bir alan kılınmalıdır.
Bunun ne kadar zaruri olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyecek bunca temel meselelerin bulunduğu bu çok kritik ortamda, şu sıralarda tartışılan konular, konuşmaların seviyesi, üslup ve içeriği hâlâ “yönetemeyen demokrasi” çıkmazında bocaladığımızı gösteriyor.