17 Mart 2003 tarihinde İspanyol Yüksek Mahkemesi terör eylemlerine doğrudan katılmasa bile, ETA’nın eylemlerini kınamamak suretiyle “dolaylı destek” verdiği gerekçesiyle Batasuna Partisi’ni yasadışı ilan etmiş ve kapatılmasına karar vermişti. Kararda partinin değişik tarihlerde gerçekleştirilen eylemleri “kınamaktan kaçındığı”, sözcülerinin yasal olan ve olmayan her yoldan mücadeleyi sürdüreceklerini tekrarladıkları, afişlerle ve gösterilerle halkı devlete karşı kışkırttıkları gibi hususlar gerekçe olarak sıralanıyordu.
Batasuna Partisi önce İspanya Anayasa Mahkemesi’ne itiraz etti. Mahkeme 2004 yılında “bir siyasal partinin terörist saldırıları kınamaktan kaçınmasını terörizmi zimmen desteklemek anlamına geldiğini” belirterek yüksek mahkemenin kararını onayladı.
Herri Batasuna buradan dilediği sonucu alamayınca AİMH’ne başvurdu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin siyasal parti kurma özgürlüğünü düzenleyen 11.maddesi ile, düşünce özgürlüğüne ilişkin 10.maddesinin ihlal edildiğini, terör örgütü olmadığını öne sürerek kararın iptalini istedi.
AİHM’nin 5.Dairesi 30 Haziran 2009 tarihli kararında, bu şikayeti reddederken, partinin üç yöneticisinin ETA’nın eylemlerine karışmış olmasını örgüt ile parti arasındaki bağlantının somut belgesi saydı. Bu durumun nesnel olarak demokrasiye karşı bir tehdit anlamı taşıdığını vurguladı. Başka bir ifadeyle Avrupa hukukunun en önemli kurumu, üst yargı organı kurumundaki AİHM, bir siyasi parti doğrudan terörist eylemler düzenlemese bile şiddeti açıkça kınamamasının dolaylı onama anlamına geldiğine, terörle bağlantılı kişilerin ve eylemlerin övülmesinin toplumsal çatışma ortamı oluşturduğuna hükmederek kapatma kararını onamış oldu.
AİHM’nin bu tarihî kararı Türkiye medyasında ufak bir haber olarak iç sayfalarda verilip geçiştirildi. Mahkeme’nin benzer kararlarını yorumlamak ve Türkiye ile kıyaslamak için birbiriyle yarışan liberal ve demokrat kalemler, basının muhafazakâr ve selefiyeci cenahı bu kararı görmezlikten geldi. Oysa kararın Türkiye açısından ne anlama geldiği ortadadır. Çeyrek yüzyıldır başımızın derdi olan PKK terörü ile kıyaslanmayacak derecede ufak çaplı bir ayrılıkçı örgütün siyasî kanadına müsamaha gösterilmiyor, ağır şekilde cezalandırılıyor.
Aslında söz konusu medyanın bu tavrı takınmalarında kendi açılarından haklı nedenleri var. Kararı yorumlamaya kalkışırlarsa ister istemez PKK’nın siyasî kanadı konumundaki DTP’nin durumuna değinmek zorunda kalacaklar, şimdiye kadar savundukları görüşleriyle çelişkiye düşerler. Bölücü etnik fitneye demokratikleşme ve kültürel çoğulculuk adına açtıkları geniş kredinin, gösterdikleri toleransın, hoşgörünün Avrupa’da karşılığının bulunmadığı bu kararla bir kere daha anlaşılmış bulunuyor.
Üstelik AİHM kararının açıklandığı günlerde ülkemizdeki etnik bölücü hareketin olağan hale gelen gösterilerine yenileri eklendi. Tatvan’da DTP’li belediyenin düzenlediği fuarın açılış töreninde, örgüt yandaşı olduğu anlaşılan bir kadının kortej yürüyüşü sırasında kamu görevlilerinden oluşan grubun taşıdığı Türk bayrağını kaldırmaya yeltenmesi TV ekranlarına da yansıdı. Türkiye Devleti’nin hudutları içerisindeki bir bölgede bölücülüğün, devletten ve millî simgelerden nefretin ne boyutlara ulaştığını, Kürtçü ayrılıkçı hareketin nerelere tırmandığını herkes gördü. Olay bununla da kalmadı; gazetelerde törene ilişkin resimdeki görüntü durumu yoruma gerek kalmayacak şekilde bütün çıplaklığıyla yansıtıyordu. Örgütün siyasî kanadının temsilcileri yapılan davete uyarak “devrim şehitleri” diye tanımladıkları PKK’lılar için saygı duruşuna kalkmışlar. Kaymakam ile protokoldeki kamu görevlileri, çaresizlik içinde sandalyelerine sıkışıp oturuyorlar. Bu resme bakıp Türkiye adına hüzünlenmemek ve hâlâ iyimser kalmak mümkün mü?
Aynı günkü gazetelerde ayrılıkçı etnik hareketin düzenlediği başka eylemlerle ilgili haberler de vardı. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Kürt sorunu Kürt halkının önderi ve Kürt siyasetinin dışında çözülemez” sözleriyle terörist başının konumunu, örgütün hiyerarşik bütünlüğünü ve komuta merkezini bir kere daha açıklıyordu.
İspanya ve Avrupa’nın etnik başkaldırılara karşı tavrının ne olduğu AİHM’nin son kararıyla açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Bireysel anlamda hak ve özgürlüklere son derece açık olan, devleti bireye demokratik ve özgür bir ortam hazırlamakla yükümlü sayan Batı, bunların grup haklarına dönüştürülmesine yönelik girişimlere kesinlikle izin vermiyor. Türkiye’nin şu andaki temel çıkmazı, bireysel anlamdaki haklarla, kolektif haklar arasındaki çizgiyi belirleyememesidir. Kendi içinde bu konularda son derece hassas davranan Avrupa, Türkiye söz konusu olduğunda kriterlerini değiştiriveriyor. Türkiye’nin ulusal bütünlüğü ve üniter yapısına ilişkin faktörleri hesaba katma gereği duymadan, siyasal ve kültürel adımlar adına ayrışmayı tırmandıracak, etnisite oluşturmaya yönelik girişimleri hızlandıracak açılımlar yapılması için yoğun şekilde baskı uyguluyor.
Ülkemizde Prens Sabahattin’den bu yana, merkezî yönetim yerine adem-i merkeziyetçi sistem kurulmasını savunanlar olmuştu. Ancak Sabahattin Bey, iyi yetişmiş bir Osmanlı münevveriydi. Çözülme dönemini yaşayan İmparatorluğun batmaktan kurtulması, problemlerini çözerek “şark meselesini bizzat Osmanlı tarafından” halledilecek bir ortamın hazırlanması hususunda düşünüp araştırmalar yapmış, özellikle Fransa’da bulunduğu yıllarda devrin önde gelen sosyologları ile temaslar kurmuştu.
Görüşlerini anlatırken bunun Batılıların önerdikleri “decentralisation” yani muhtariyet demek olmadığını ısrarla vurguluyor, adem-i merkeziyetin siyasî ve idarî iki şekli olduğunu öne sürüyordu. Siyasî adet-i merkeziyete örnek olarak İngiltere-Kanada ilişkilerini gösteriyordu. Kendisinin öngördüğü “idari” adem-i merkeziyetin yerel yönetimlere sınırlı yetki devri olduğunu, iddia edildiği gibi muhtariyet veya otonomi demek olmadığını belirtiyordu.
Osmanlı Devleti gibi, bir Türk hakanının yönetiminde çeşitli dinlerden, soylardan toplulukların bir arada yaşadığı, dinî cemaatlere ve bazı eyaletlere kontrollü özerklik verildiği bir devlet düzeninde bile adem-i merkeziyetçilik sakıncalı sayılmış ve fazla bir taraftar bulamamıştı.
Günümüz aydınları merkezî yönetim yerine yerel yönetimlere ağırlık verilmesini, devletin yetkilerinin önemli ölçüde sınırlandırılmasını savunurken, demokratikleşme, hukuk devleti, hak ve özgürlükler gibi popüler evrensel değerleri referans yapıyorlar. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, geniş yetkilerle donatılmasını savunma, dış ilişkiler ve adalet gibi belirli alanlardaki sembolik görünümü sürerken, illerin, bölgelerin seçimlerle oluşacak meclisler vasıtasıyla yönetilmesini istiyorlar. Böylece sağlık, eğitim, bayındırlık ve hatta maliye ve güvenlik hizmetleri başta olmak üzere, yönetme yetkisi Ankara’dan alınıp yerel yöneticilere intikal ettirilecek; valilik doğal olarak sembolik bir makam haline gelecek. İller gelir ve giderlerini kendi düzenleyecekleri bütçeyle ve doğrudan kendilerinin toplayacağı vergilerle karşılayacaklar. Polisin yetkilerinin pek çoğu yerel yönetimin kontrolündeki birimlere, zabıtaya devredilecek. Böylece demokratikleşme “kemale ermiş” olacak.
Etnikçi Kürt milliyetçiliğinin açılan kapılardan yararlanarak programlarını uygulamaya koymaları, fitneyi tırmandırmaları, üniter yapıyı tahrip etmeleri bir kısım aydınlarımız için problem değil. Hatta bölücü hareketin desteklenmesi, rahat faaliyet hareketinin hazırlanması bunlar için demokratikleşmenin gereğidir.
“……Gasp edilmiş haklarını geri almak için büyük bedel ödeyenlerin beklentilerinin de yüksek olmasını anlayışla karşılamamamız mantığın doğal sonucudur. …….Abdullah Öcalan’ın Kürdistan’da ev hapsine alınması ve Kürtlerle temasının sağlanması, bu şekilde çözüm için daha rahat tartışma ve etkinliğinin kullanma şansının tanınmasını sağlayacaktır.” (1.4.2009 Yasemin Çongar Taraf Gazetesi)
Eski solcu, liberal, demokrat aydınlar, muhafazakâr selefiyeci kesimler bu konularda görüşlerini savunurken, önerilerinin AB’nin talepleriyle örtüştüğünü, AB’ye girmemiz için bu ev ödevlerinin yerine getirilmesi gerektiğini sık sık vurguluyorlar.
AB’nin azınlık hakları ve kültürel haklar başlığı altındaki istekleriyle, ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin “demokratik özerklik” adıyla gündeme getirdiği hedefleri büyük ölçüde örtüşüyor. Örgüt sözcüleri demokrasi mücadelesi yaptıklarını, istediklerinin demokratik taleplerden ibaret olduğunu sürekli tekrarlayarak kendilerine meşruiyet alanı ve hareket serbestisi sağlamak istiyorlar. Ne hazindir ki, basit bir kurnazlık örneği olan bu taktikleri içerdeki bilinen çevreler ve dışarıdaki sempatizanları nezdinde etkili olabiliyor.
Devletin kaymakamı törendeki resim karesine hasbelkader iliştirilmiş yabancı bir unsur gibi iğreti şekilde dururken, örgüt temsilcileri yürüyüş kortejinde Türk bayrağının dışında kalmaya özen gösterirken, İstiklal Marşı’nın okunmayışı doğal karşılanırken, aynı günlerde gazetelerde ilginç bir haber yayınlandı.
Millî Eğitim Bakanlığı eğitim hizmetlerini yerel yönetimlere devretmek amacıyla geniş bir hazırlık yapıyormuş. Böylece yerinden yönetilecek olan eğitiminin daha verimli olacağı düşünülüyormuş. Bu haber şimdiye kadar yalanlanmadığına göre, bu tarz bir hazırlığın ciddi şekilde yapılmakta olduğu anlaşılıyor.
Bir devletin intiharı balinaların bazen yaptığı gibi gruplar halinde karaya vurmak şeklinde olmuyor. Amaçlarını izleme gereği duymayan, her imkanı kullanarak bölgesinde etnikçi bir bilinç ve militan kadrolar oluşturmaya, belediyeler aracılığıyla sistematik şekilde kendi aydınını ve bürokratını hazırlamaya çalışan yerel yöneticiler, bölgelerindeki okulların da kontrollerine verilmesi halinde nasıl bir tablo hazırlayacaklarını kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Örgütün etnik bilinç ve toplumsal taban oluşturmak amacıyla yoğun çaba harcadığını görmezlikten gelerek, demokratik ve kültürel haklar adına siyasal nitelikli kolektif haklar sunulmak istenmesi fitneyi kışkırtıyor. Öte yandan görevlerini yapmak için çalışan, yasaları uygulama durumunda olan kamu görevlilerinin kafaları karışıyor; moralleri bozuluyor, güvenleri sarsılıyor. Saygı duruşuna kalkan örgüt militanlarının Kürtçe sloganları arasında sıkışıp kalan kaymakamın psikolojisini Ankara’da düşünen, çıkış yolu arayanlar mutlaka olmalı. Devletin bekası bunu gerektirir.
Diyarbakır’ı kana buladıktan sonra yaralı olarak kaçarken Kuzey Irak yolunda ölen PKK’lı militanın cenazesi törenle kaldırılıyorsa, taziye çadırı kurulup milletvekili, belediye başkanı sıfatını taşıyan kişilerce ziyaret edilip adı yüceltilmeye çalışılıyorsa bu bölgede görev yapan savcının, hâkimin, askerin ve polisin Cumhuriyet’in yasalarını uygulaması kolay olur mu?
Sonuçta bunlar birike birike sistemi tıkıyor. DTP’nin kapatılması davası Anayasa Mahkemesi’nde iki yıldır beklerken, ülkede hukuk sisteminin sağlıklı şekilde işlediğini kimse iddia edemez. AİHM’nin kararı Batı’nın etnik problemlere bakış açısını bir kere daha göstermiştir. Yasalar hazırlanırken hangi işlevi yerine getirmeleri öngörülmüşse, bu ancak uygulanmaları esnasında amacına ulaşır. Kağıt üzerinde kalan, uygulanma kabiliyetini böylece kaybeden bir yasa devlet adına zafiyet demektir. Canlı ve dinamik bir toplum şartlara ve ortama uyum kabiliyeti gösterir. Bunu yasalarla kurala bağlar. Mevcut olanlar ihtiyacı karşılamıyorsa, yahut değişen ortam yenilerinin yapılmasını veya değiştirilmesi gerektiriyorsa bu ihtiyacı karşılamak için beklenmez.
Anayasa Mahkemesi gibi bir yüksek yargı kurumu karar vermekte bu kadar uzun süre tereddüt ediyorsa, bunu normal karşılayamayız.
Terör örgütüyle bağlantılarını saklama gereği duymayan, tam tersine bunu sık sık vurgulamakta yarar gören bir partiye yürürlükteki yasaları uygulamakta tereddüt gösteren bir anlayışla terörle nasıl mücadele edilir?
DTP sadece PKK terör örgütünün kınamamakla, terörist başını önderleri ilan etmekle kalmıyor, son operasyonlarda bir kere daha göründüğü gibi, örgütün sivil ve siyasal ayağını oluşturuyor. Her kademedeki yöneticileriyle, kayıtlı üyeleriyle şehirlerdeki organizasyonlarını yürütüyor. Batasuna Partisi’nin üç yöneticisinin ETA’yla doğrudan ilişkisini kapatma kararının en önemli gerekçesi sayan Avrupalıların Türkiye’deki tabloyu görmezlikten gelmelerini haklı olarak garipsiyoruz ve kınıyoruz. Ancak kendimizin, yasaları uygulamakla yükümlü kurumlarımızın bu hususta sergilediği fiili duyarsızlığa bir ad bulamıyoruz.