TAK (Kürdistan Özgürlük Savaşçıları)’ın adı 2005’den sonra duyulmaya başlandı. Toplumun hafızasında yer eden ve onlarca asker, polis ve sivilin can verdiği bu kanlı terör eylemleri arasında şunlar var: 16 Temmuz 2005’de Kuşadası’nda gerçekleşen ve beş turistin öldüğü bombalı saldırı, 28 Ağustos 2006’da Antalya’da meydana gelen ve üç kişinin öldüğü eylem, 22 Mayıs 2007 de Ankara’da Anafartalar Çarşısı’nda dokuz kişinin ölümüne yol açan patlama, 09 Ekim 2008’de Diyarbakır’da Polis Okulu servis aracına yönelik beş polisin şehit olduğu saldırı, 22 Haziran 2010 da Halkalı’da askerî servis aracına düzenlenen bombalı saldırı.
Bu olayların ortak yanı faillerinin patlayıcıları etkili şekilde kullanabilecek teknik bilgiye ve beceriye sahip olmalarıydı. Bu özellikleri iyi eğitilip yetiştirildikleri anlamına gelir.
Bir diğer önemli husus, saldırılarda bir kısmı yabancı uyruklu ve turist olmak üzere sivillerin öldürülmeleridir. Batı ülkeleri yurttaşlarının mağduriyetine şiddetli tepki gösterdi ve PKK doğal olarak suçlandı, zor durumda kaldı.
Batı ülkeleri ile ilişkilerini sıcak tutmak ihtiyacında olan PKK, sarsılan imajını düzeltebilmek ve Türk kamuoyu açısından görüşme yapılmaya ehil, meşru bir muhatap görünümü kazanabilmek için yoğun çaba harcıyor. Geçen aylar boyunca üstlendiği eylemlerden askerleri, polisleri ve onlara ait mekânları hedef aldı. Özellikle turistik bölgelerden uzak kalmaya çalıştı. Liberal ve İkinci Cumhuriyetçi demokrat kesimlerin desteğiyle yürütülen bu kampanyanın amacı açıktır; Devlet örgüt ve Öcalan’la müzakere masasına oturtulmak isteniyor. Kıyısından köşesinden bu kapının bir kere aralanması durumunda geri adım atılamayacağını biliyorlar. Müzakere ortamı oluşursa devreye Batı’lı ülkelerin yahut Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi kuruluşların girmelerini sağlayarak konuyu uluslararası bir mesele haline getirebileceklerini hesaplıyorlar.
KCK’ya karşı yürütülen operasyona, tutuklamalara ve açılan davaya büyük tepki göstermelerinin temel nedeni, bu yasal sürecin örgütün varlığının meşru ve hukukî olmadığını ortaya koymasındandır.
Terör örgütü, herkesin bildiği gibi, 2002 den bu yana çok ad değiştirdi. Mevcut şartlara, stratejisini değiştirme ihtiyacına göre değişik adlarla ortaya çıktı; hatta 2002’den 2005’e kadar PKK adını kullanmadı. Yeniden yapılanma çabalarında KCK’nın özel bir yeri var. Çünkü bu ad altındaki örgütlenme modeli, sadece Türkiye’yi değil ileri vadede Irak’ı, Suriye’yi ve İran’ı da kapsayan “Büyük Kürdistan” oluşumunu ilk adımı sayılıyor.
PKK’nın üzerinden uzun yıllar kırsalda, dağlarda yürütülen faaliyetlerin, siyasal bir içerik kazanarak, daha değişik yöntemlerle şehirlere kaydırılmasının zamanını geldiğini düşünen Öcalan’ın yönlendirmesiyle, KCK’nın Türkiye ayağı harekete geçirildi. Bu örgütün konumunu Kürtçülük hareketinin önemli isimlerinden biri olan ancak PKK dışında duran Orhan Miroğlu şöyle anlatıyor: “PKK’nın siyasal etkinliği zaman içinde büyüyüp genişledikçe, bu büyümeye uygun olarak kendi içinde sayısız örgütsel deneyimler ve modeller yaşamış ve bu modellerin hemen tümünde Öcalan’ın aldığı kararlar belirleyici olmuştur.
KADEK-KONGRA-GEL, DTP, BDP ve KCK için durum budur.
Bugün KCK’nın temsil ettiği misyon, kendisine hem bugünün hem geçmişin hem de geleceğin emanet edildiği bir misyondur.
Bugün KCK, BDP’nin siyasî misyonunu doldurduğunu, bu misyonun bundan sonra KCK tarafından yerine getirileceğine dair, gereğine binaen bir karar alsa, BDP’den birkaç gün içinde geriye bir şey kalmaz.
KCK yüklendiği misyonun hedefi, Kürt toplumunu “Demokratik Özerklik”le yönetmek ve bu modelin alternatif bir yönetim modeli olarak Türkiye’nin de kabul etmesini sağlamaktır. KCK’nın bu hedefi siyasî bir hedeftir ve bu siyasî hedefi silahlar yeniden patlamadan önce enine boyuna tartışmak gerekiyor.” [1]
KCK iddianamesinde bu örgütün amacı, işlevi, yöneticileri geniş şekilde anlatılıyor; aralarındaki konuşmalar başta olmak üzere belgelere dayanılarak bir “paralel devlet” oluşturulmak istendiği, KCK’nin belediyelere, Parti’ye ve Sivil Toplum Kuruluşları’na hükmetmeye, emir ve talimat vermeye yetkili bir “çatı örgüt” şeklinde yapılandığı ortaya konuluyor.
Liberal ve İkinci Cumhuriyetçi kalemler Orhan Miroğlu gibi açık konuşmak yerine, gerçekleri yok sayarak, KCK davasını Kürtlere karşı uygulanan baskı ve sindirme politikalarının yeni bir uygulaması olduğunu ilan ediyorlar. KCK’nın PKK ile irtibatlarını ve onu da yönetecek pozisyonda bulunduğunu hesaba katmadan, silah kullanmamasını meşru ve hukukî bir kuruluş olarak tanınmasına gerekçe yapmak istiyorlar. Devlet’in vakit geçirmeden “yanlıştan dönmesini” yani KCK sanıklarının hemen tahliye edilmesini sağlayıp, ardından davanın düşürülmesi için bastırıyorlar.
Bu arada tutuklu sanıklar ve avukatları duruşmaları Kürtçülük gösterisine dönüştürmek istiyorlar. Tamamı Türkçe’yi iyi konuşan sanıklar, ifadelerini Kürtçe vermekte direniyorlar. Böylelikle her duruşmada olaylar yaşanıyor. Dışarıdaki yandaşlarının gösteri yapmalarına vesile hazırlamak, sempatizan kalemlere yazı konusu sunmak üzere malzeme hazırlanıyor.
Önceki yazımızda iki ay kadar önce ilan edilen eylemsizlik kararının “taktik bir manevra” olduğunu belirtmiştik. Gelişen olaylar bu kanaatimizi doğruluyor. Öcalan ve terör örgütü hesaplı ve plânlı hareket ediyor. Eylemsizlik kararının son günü olan 31 Ekim’de Taksim’de yapılan intihar saldırısı, en belirgin özelliği yalancılık, sahtekârlık, ilkel kurnazlık olan örgütün yeni bir gösterisidir.
Gerçekler ortadadır. TAK, PKK içinde oluşturulan özel bir terör grubudur. Bağımsız hareket edebilme kapasitesi sıfırdır. Siyasal bir mahiyeti yoktur, tamamen operasyonel amaçlı bir kuruluştur. PKK’nın merkezî yönetiminden talimat alarak hareket eden bu alt terör grubunun eylemlerine ve bunların yapıldığı yerlere bakıldığında ortaya çok net bir tablo çıkıyor:
Taksim’deki terör saldırısını yorumlayan Cengiz Çandar kıdemli bir Kürtçü politikacının yazından iktibas ederek şöyle yazıyor: “Taksim’deki terör eylemini açılım sürecini tıkama, başa dönme çabası olarak niteleyen Burkay, a’dan z’ye benimde görüşümü yansıtıyor:
“Onlar çatışma ve gerilim ortamının sürmesini istiyorlar. Kürt sorununun çözümü, barış ve demokrasi işlerine gelmiyor. Bu güçler Türkiye’nin içinde de var, dışında da var. İçerdekiler imtiyazlarını yitirmek istemeyen statükocu ve militarist güçlerdir. Dışarıda ise Türkiye’de böyle bir çatışmanın sürmesinde yarar görenler… ..Bu eylemin Ergenekon’un hâlâ aktif olan hücreleri tarafından düzenlenmiş olması bence en büyük ihtimaldir” [2]
Oysa TAK’ın yaptığı açıklamada esas amacın süreci sabote etmek olmadığı açıkça anlaşılıyor. Yani eylemsizlik kararının bittiği gün düzenlenen bu kanlı gösteri ile, terör örgütü daha önce yaptığı tehditlerin blöf olmadığını ilân etmiş oluyor. PKK Haziran ayına kadar eylemsizlik kararı almış görünse bile, merkezî yönetime bağlı gruplar üzerinden Türkiye’nin canını acıtacağını göstermek istiyor.
Öcalan’ın İmralı’daki görüşmelerin pazarlık aşamasına gelmekte olduğunu belirttiği günlerde, TAK’ın kendi inisiyatifiyle bu eylemi yaptığını öne sürenler ya “akıl tutulması” yaşıyorlar veya muhataplarının düşünme melekelerini aşırı derecede küçümsüyorlar. PKK’nın doğrudan emir ve güdümünde olduğu kuşku götürmeyen TAK adındaki alt yapılanmanın hangi nedenle olursa olsun, bağımsız hareket edebileceğinin inandırıcı bir yanı yoktur.
Oluşumundan itibaren TAK’ın faaliyet alanını ve eylem tarzını belirleyen PKK yönetimi, Batı dünyasında tepki toplayan bu tarz eylemlerin sorumluluğunu TAK’a yüklemek suretiyle bir taraftan silahlı tehdidin gündemde olduğunu hatırlatıyor, diğer taraftan iyi polis rolünü üstlenerek pazarlık yapılmaya müstahak bir görünüm vermeye çalışıyor. Bu arada KCK’nın durumunun belirsizliğini koruması nedeniyle Demokratik Toplum Kongresi(DTK)’ni devreye sokmak için hazırlık yapıyor. Terör örgütü bu oluşumun başında Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk gibi isimlerin bulunmasından yararlanmak istiyor. Çünkü birçoklarının onları Emine Ayna yahut Gülten Kışanak ile kıyaslayıp daha makul bulmaları nedeniyle DTP üzerinden pazarlık ortamının daha kolay sağlanacağını hesaplıyor.
PKK’nın bu süreçte en önemli avantajı ne istediğini bilmesi, amacını net olarak belirlemiş olmasıdır. Buna karşılık Türkiye’nin siyasî iktidarın dışındaki farklı siyasî merkezlerin de mutabakatını ve desteğini kazanan belirli bir projesinin bulunmayışı gelişmelerin uzun süreden beri “alacakaranlıkta” cereyan etmesi, nelerin olup bittiğinden haberdar olanların sayısının son derece sınırlı olması ülkemiz açısından çok ciddi bir handikaptır.
İçeriden ve dışarıdan yapılan yoğun telkinlerle Devletin terör örgütüyle müzakere başlatması ve ardından anlaşmaya varması isteniyor. PKK’nın sözde “ateşkes” ilanının bir fırsat olduğu, bunun kaçırılmaması gerektiği sürekli vurgulanıyor. Böyle bir anlaşma için nelerin verileceği çok rahat sıralanırken, bunların esas itibariyle PKK’nın yıllardır öne sürdüğü ve terör eylemleriyle elde edemediği talepler olduğuna değinilmiyor:
“Erdoğan, başta 2011 seçimleri sonrası için sözünü verdiği yeni anayasada vatandaşlık tanımının ve ana dil hakkının nasıl düzenleneceği, o Anayasa’nın Kürtlerin de kendilerini “Cumhuriyetin birinci sınıf vatandaşı” olarak hissetmesini nasıl sağlayacağı meselesi başta olmak üzere demokratik açılımı genişletme yönünde bir tartışma, bir yoklama dönemi başlatılmalıdır. Seçim barajının düşürülmesinden, Öcalan’la diyalogun daha verimli kılınmasına; yargılanan belediye başkanlarının tahliyesinden, vekillikleri düşürülen Kürtlerin yeniden meclise kabul edilmesine kadar kimi çok kolay, kimi belki biraz daha zor ama hiçbiri imkansız olmayan, hiçbiri “barış” için ağır bir bedel niteliği taşımayan bir dizi adım da, yine kuşkusuz sadece Başbakan’ın değil ama öncelikle onun iradesine bağlı olarak atılmayı bekliyor.”[3]
Aynı paralelde çözüm formülü önerenlerden birinin meslekî kimliği dikkat çekiyor. 41 yıl MİT gibi Türkiye’nin en önemli Devlet kurumlarından birinde hizmet yapan, Müsteşar Yardımcılığı gibi çok önemli makama kadar yükselen eski bir Devlet görevlisinin önerisini şekillendiren mantık bu problemin çeyrek yüzyılda nasıl büyüyüp geliştiğinin, karmaşık hale geldiğinin, çözümsüz kaldığının anlamlı bir örneğidir: “Yeni Anayasa’da en pratik konu, Türk milleti tanımı olacak. Aslında bu dağdan inmeden daha hassas “Türk” kelimesi Türk milliyetçiliğinde önemli bir kavram. Yüzyıllık Kürt sorunu karşısında ciddi bir hassasiyet yeni Anayasa’nın yeniden yazılacak başlangıç kısmında, Cumhuriyet sürecinin tarihsel gelişimi, yeni Anayasa felsefesinin içinde değerlendirilerek “Türkiye Milleti” kavramıyla dengelenebilir. [4]
Görülüyor ki Türkiye önümüzdeki aylarda içeriden ve dışarıdan baskı altına alınmaya, demokratikleşme üst başlığıyla sunulan, ancak ayrışmanın kapılarını aralamak anlamına gelen önerileri kabule zorlanacak. Dünya’da bu tarzda “ayrışarak bütünleşen” bir ülke örneği gösterilemez. Türk milleti sosyolojik bir olgu olarak varlığını sürdürürken bu tarihi ve kültürel gerçeği gülünç gerekçelerle yok saymaya kalkışmak, “Türkiye milleti” adıyla literatürde yeri bulunmayan absürd bir kavramı millî kimliğinin üzerine yapıştırmaya kalkışmak, bu şekilde etnik fitnenin durdurulabileceğine inanmak ihanet değilse bile hamakattir.
Problem bugünkü boyutuyla iç ve dış bağlantılarıyla tek başına iktidar tarafından çözülemeyecek derecede ciddidir. Hükümet daha fazla vakit kaybetmeden bu konuda MHP ve CHP ile en yüksek düzeyde temaslar kurmalı, kapsamlı bir “millî projenin” hazırlanması hususunda ön mutabakat sağlamalı, bu amaçla ortak çalışmalar yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki millî nitelikli problemler ancak millî mutabakatla, millet iradesinin oluşumuyla çözülebilir. Hükümet geçen yıl yaşanan açılım karmaşasının yol açtığı sıkıntılardan gereken dersleri çıkarırsa, liberal ve İkinci Cumhuriyetçi çevrelerin dolduruşuna gelmekten kaçınırsa, etnik fitnenin önü kesilir, problemin çözümü kolaylaşır.