Altı ay kadar önce başlayan Fırat Kalkanı operasyonunda kritik bir aşamaya gelindi. Bir Rus savaş uçağının 09 Şubat sabah saatlerinde El-Bab’da konuşlanan birliğimizi bombalaması sonucu 3 askerimiz şehit oldu, biri ağır 11 yaralımız var. Olayın duyulmasının ardından Genelkurmay Başkanlığından ve hükümet yetkililerinden yapılan ilk açıklamalarda, olayın “kaza” olduğu belirtildi. Aynı saatlerde Putin’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla arayarak üzüntülerini ilettiği ifade edildi. İki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesi aşamasında yeni bir krizi önlemek maksadıyla tansiyonu düşürmeye yönelik bu açıklamaların hemen ardından, Moskova’dan yapılan açıklama kafaları karıştırdı. Kremlin, Türk askerinin vurulduğu binaya ait koordinatları Türkiye’nin verdiğini ve Türk birliğinin orada olmaması gerektiğini, başka bir ifadeyle sorumluluğun Türkiye’ye ait olduğunu iddia ediyordu.
Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı ayrıntılı bir açıklama yaparak bu iddiayı yalanladı. Açıklamada Kremlin’in iddiasının aksine Türk askerinin on gündür o bölgede olduğu, koordinatların hem bölgedeki Rus harekât merkezine üç defa iletildiği, hem de Rusya’nın Ankara’daki askeri ataşesinin Genelkurmay’a davet edilerek doğrudan bildirildiği belirtildi. Dışişleri Bakanlığı’nın, iki ülke yetkilileri arasında durumun araştırılarak gerçeğin ortaya çıkarılacağı açıklaması konunun kamuoyunda daha fazla tartışılmasının istenilmediğini gösteriyor.
Dışişlerimizin bu diplomatik üslubunun iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden gerginleşmesini engellemeye yönelik bir tavır olduğu açıktır. Ama bu tavır Suriye’de her an krize dönüşebilecek şartların varlığını görmezlikten gelmeye yeterli olmuyor. Bu son olay Rusya’nın görünürdeki Türkiye politikasının arkasında farklı niyetlerinin olduğunu gösteriyor.
Rusya Putin döneminde yeniden küresel bir güç olmak için art arda kararlı adımlar atıyor. ABD’nin ve AB’nin tepkilerini, ambargo uygulamalarını umursamıyor. Bunda Başkan Obama’nın mesele çıkarmaktan kaçınan nahif tutumunun da etkisi olmuştur. Sonuçta Kremlin, bu atak politikasının verimli olduğunu, kazanım sağladığını gördükçe daha cüretkâr oluyor.
Rusya’nın Suriye ve Doğu Akdeniz’deki hamlesi, etki alanını genişletip küresel güç haline gelme hesaplarının bölgeye yansımasıdır. Rusya, uçak krizini bilinçli şekilde mağduriyet gösterisine dönüştürdü. Olayı Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını, batılıların ne yaptığını anlamalarına fırsat bile bırakmadan hızla büyüttü; bölgenin kaderi üzerinde söz sahibi olan başat bir güç haline geldi.
Türkiye-Rusya ilişkilerinde Rus uçağının düşürülmesiyle başlayıp on ay kadar süren kriz, Türkiye’nin alttan alması, arabulucuların devreye girmesinden sonra normalleşmeye başladı. Ancak iki ülke arasında, Suriye meselesi başta olmak üzere, birçok önemli konuda uyumsuzluklar hatta zıddiyet mevcut. Bunlar doğal olarak sahaya yansıyor ve son olayda olduğu gibi Türkiye’nin canı yanıyor.
Kırım’ın Rusya tarafından olup bittiye getirilip ilhakından beri, ilişkiler Kremlin’in inisiyatifinde sürdürülüyor. Her defasında ilişkilerin gerginleşmesinin yararımıza olmayacağı mülahazasıyla susan taraf biz olduk.
Türkiye’nin içinde bulunduğu iç ve dış şartlar, çok yönlü, çok merkezli terör sorunu ve özellikle ekonomik durumumuz açısından bu politikanın izahı yapılabilir. Ancak kamuoyunun, milletimizin bazı gerçekleri bilmesi ve Rusya’nın tavrının doğru değerlendirilmesi, politikalarımızın gerçeklerin ışığı altında inşası gerekmektedir.
Öncelikle Suriye konusunda net bir politikanın belirlenip tek merkezden yönetilmesi gerekiyor. Altı yıl boyunca ısrarla sürdürülen Suriye politikamız, kısa süre önce Başbakan Yardımcısı tarafından “başından itibaren yanlıştı” diye tanımlanıyorsa bu konuda sorgulanması gereken çok şey var demektir; yanlışı belirleyebiliyorsak yerine neyi ikame ediyoruz bilmeliyiz.
Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş, 3 askerimizin şehadetine yol açan bombalamadan sonra El-Bab’da sona gelindiğini, buradan daha öteye geçilmeyeceğini, Rakka konusunun ileriki mesele olduğunu belirtmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, “El-Bab harekâtı bitmek üzere; El-Bab’dan sonra durmak yok, sırada Menbiç ve Rakka var” diyerek farklı bir durumun işaretini verdi. Bu iki yaklaşımın hangisi tercih edilirse politik ve askeri açılımları, Rusya, İran, ABD gibi bölgedeki faal aktörlerle ilişkilerimizi doğal olarak farklı yönlerde etkileyecektir.
Rusya’nın son vukuatı ilk değil. Geçen Kasım ayında, uçağının düşürülmesinin tam da yıldönümünde, Rusların kontrolündeki havaalanından kalkan bir uçak, birkaç dakika önce bir İHA’nın nokta tespiti yaptığı Türk birliğine varil bombası attı; üç Türk askeri şehit oldu. Olayın faili nedense belirlenemedi, unutmayı tercih ettik.
Son bombalama olayının bilinçli bir eylem olduğu TSK’nın yaptığı ayrıntılı açıklamayla ortada iken, Kremlin’in sorumluluğu bize yıkmaya çalışması, sadece basit bir taziye mesajını yeterli görmesi Rusya’nın dilediğini yaptırabileceğine inandığı anlamına geliyor. Aşırı bir kibir ve özgüven içerisinde olduğunu gösteriyor.
Bir taraftan Suriye’de kalıcı ateşkes sağlanması hususunda Türkiye’yle kol kola Astana’da toplantı düzenliyor, akabinde PYD’lilerle Moskova’da görüşerek yeni Suriye anayasasında ileride kendilerine siyasi anlam kazandıracak olan “kültürel özerklik” vaadi yapılıyor.
Türkiye’nin PYD konusundaki hassasiyetini bilmesine rağmen, Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü “PKK ve YPG’yi terör örgütü görmüyoruz. Rusya’da bu örgütler resmen terör listesinde değil, bu bir gerçek, durum böyle” açıklamasıyla Kremlin’in tercihini ortaya koyuyor. Moskova’da PYD’nin bürosunun bulunması zaten açık bir tavırdır.
Rusya ile Kıbrıs ve Yunanistan’la olan politikalarımızda da ciddi aykırılıklar var. Moskova yıllardan beri Kıbrıs Rum Kesimi’nin yanında yer alıyor, destek veriyor. İki hafta önce Ege’de suların ısınmaya başladığı bir dönemde, Yunanistan’a yeni S-300 füzelerini vererek Atina’yı moralman güçlendirmekte sakınca görmedi.
Suriye’nin statüsünün ne olacağı meselesinin yanı sıra, Türkiye’nin ısrarla istediği “güvenli bölge” konusunda da Rusya’nın tavrı güven vermiyor. Bu konu nihai olarak gündeme geldiğinde Şam rejiminin yanında yer alacağını tahmin etmek zor değil.
Türkiye için hayati öneme sahip konularda çıkarlarımıza aykırı bir tutum içinde olan Rusya ekonomik konularda tam tersine yakın bir diyalog kuruyor; art arda çeşitli anlaşmalar yaparak ekonomik alanını genişletiyor. Türk birliğinin bombalandığı günlerde Putin, Türkiye ile ekonomik ilişkilerin önünü açacak olan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir ay önce imzaladığı anlaşmayı imzalayıp yürürlüğe soktu. Aynı günlerde TÜRK AKIMI projesini de imzaladı.
Türkiye-Rusya ilişkilerinde göze çarpan politik ve ekonomik konulardaki bu çelişkili tablo, Türkiye’nin Suriye üzerinden karşı karşıya bulunduğu tehdit ve tehlikelerin büyüklüğünü ortaya koyarken, benzer sıkıntılar ABD ile ilişkilerimizde de yaşanıyor. CIA başkanının Türkiye’yi ziyarete geldiği gün, askerlerimizin bombalanmış olması, “kaza” olmaktan ziyade, hem Ankara’ya hem de Washington’a yapılan ikaz mesajı sayılabilir. Başka bir ifadeyle Kremlin, kendisini devre dışı bırakabilecek ikili bir anlaşmanın uygulanma şansının olmadığını göstermek istiyor.
Suriye’de iç savaş ve bundan kaynaklanan sığınmacı sorununun yanı sıra, Türkiye DEAŞ ile savaşında Washington’dan bir müttefike yaraşır seviyede destek alamadı. NATO’da sözde kader birliği yaptığımız ABD, birinci Körfez operasyonu sürecinde “çekiç güç” kozunu kullanarak Irak’ın kuzeyinde fiili bir Kürt devleti kurmayı başarmıştı; benzer bir modeli Suriye’de uygulamaya çalışıyor. YPG’ye sürekli sofistike silahlar ve zırhlı araçlar veriyor. Liderliğini yaptığı koalisyon güçleri, DEAŞ ile çarpışan Türk askerine son ana kadar ısrarla hava desteği vermedi. Güvenli bölge oluşturulması konusunda başından beri Ankara’nın yaptığı tekliflere hâlâ itibar etmiyor.
Türkiye’nin, Ankara’ya gelen CIA başkanı kanalıyla Başkan Trump’a “YPG’yi bir yana bırakın, gelin Rakka’ya birlikte operasyon yapalım” teklifinin umduğumuz karşılığı bulması zor görünüyor. Çünkü Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulması hem ABD’nin bölgesel çıkarları, hem de İsrail’in güvenliği açısından “seküler ve güvenilir bir dost devletin” varlığı anlamına geliyor. Türkiye’nin büyük riskleri göze alma pahasına Washington’a YPG’siz bir Rakka operasyonu yapılması, bölgenin DEAŞ’tan temizlenmesi teklifine bu nedenle sıcak bakılmıyor.
Önümüzdeki Suriye tablosu Türkiye’nin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Ortadoğu jeopolitiğini yüz yıl sonra radikal bir tarzda yeniden düzenlemek isteyen ABD ve Rusya ile bunlara ilaveten İran, bunu Türkiye’nin hayati çıkarlarını umursamadan gerçekleştirmek istiyorlar.
Türkiye’nin sırf kendi imkânlarıyla, gücüyle doğrudan varlık ve bütünlüğüne tehdit anlamına gelen projeleri engellemesi, Suriye üzerinden yürütülen bölgesel hâkimiyet mücadelesini durdurması kolay değil; ama imkansız da değil. Milli varlığımıza yönelik tehlikelere karşı, her bakımdan iyi düşünülen, plânlanan ve bütün ihtimalleri hesaba katan, rakiplerini doğru okuyup değerlendiren siyasi, askeri, ekonomik ve toplumsal kapasitemizle bağdaşan, kararlı şekilde uygulanan milli bir politikaya ihtiyacımız var. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen ay Türkiye’nin kurtuluş savaşından bu yana en büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu, ülkemizin yeniden Sevr dönemi şartlarına çekilmeye çalışıldığını söyledi; “milli seferberlik” çağrısı yaptı. Devletimizin bütün haber alma ve değerlendirme kaynaklarının toplandığı en üst makamdan yapılan bu tespit ve çağrı büyük önem taşıyor. Son zamanlarda sık sık dillendirilen “beka” meselesinin ne derece hayati bir sorun olduğunu gösteriyor.
Bu kadar acil ve önemli sorunlarla karşı karşıya olan Türkiye’de iki ay sonra Cumhurbaşkanlığı (başkanlık) sistemine geçilmek üzere hazırlanan ve Meclisten geçen anayasa değişikliği için referandum yapılacak. Yani iki ay boyunca gündemde konuşulup tartışılan birinci konu anayasa değişikliği olacak. Suriye’deki gelişmeler, çatışma ve şehit haberleri geldikçe basında alt sıralarda yer bulacak. Şehit cenazeleri rutin bir tören şeklinde sürdürülecek. Şu anda öncelikli konumuzun rasyonel açıdan ne olması gerektiğini artık tartışacak durumda değiliz. Suriye’de doğrudan ülkemizin ve milletimizin kaderini belirleyecek nitelikte gelişmeler yaşanırken, biz bütün dikkatimizi sistem tartışmalarına vereceğiz. Siyasi iktidar doğal olarak imkânlarını büyük ölçüde bu konuya tahsis edecek, anayasa değişikliğinin referandumda onaylanmasını sağlamak üzere seferber olacak.
Uluslararası ilişkilerde atılması gereken adımların zamanında atılmamasının, yahut yanlışlar yapılmasının telafi şansının olmadığını çok defa yaşayarak öğrendik; ama objektif bir değerlendirme yaparak, benzer yanlışları tekrarlamamaya çalışacağımıza, hissi, hamasi ve ideolojik altı boş söylemlerle sonuç alacağımızı zannediyoruz. 2011 ilkbaharına kadar Türkiye için kesinlikle bir problem ve tehdit kaynağı olmayan, tam tersine her alanda çok sıcak ilişkiler içerisinde olduğumuz Suriye’nin altı yıl zarfında nasıl olup da bir tehdit alanı haline geldiğini, bundaki kendi yanlışlarımızın ve kusurlarımızın rolünü hatırlamak bile istemiyoruz. Ama uluslararası kurallar acımasızdır, faturayı hatır gönül dinlemeden getirip yanlışı yapanın önüne koyarlar, tahsiline çalışırlar. Aslında bu nitelikteki açmazdan kurtulmanın yolunu 96 yıl önce görüp yaşadık. Mustafa Kemal Paşa’nın çevresinde kenetlenerek, Sayın Cumhurbaşkanının ifadesiyle milletçe seferber olarak prangalardan kurtulduk. Milyonlarca km2 den 777 bin km2 ye düşen topraklarımız üzerinde, barış ve huzur içerisinde yaşadığımız cumhuriyetimizi kurmayı başardık.
Türkiye’nin Balkan Savaşı dönemini çağrıştıran büyük iç ve dış sorunlarla karşı karşıya olduğu günümüzde, referandum tartışmalarının ihtiyacımız olan milli seferberliğe, milli dayanışmaya, milli beraberliğe ne yarar sağlayacağını birilerinin anlatması gerekiyor. Hayır oyu kullanacak milyonlarca yurttaşımızı terör örgütlerinin yandaşı olarak tanımlayan, toplumu kategorize eden söylemler milletimizin geleceği açısından çok sakıncalı popülist bir taktiktir. Kimsenin kendi siyasi görüşüne katılmadıkları için milletimizin bir kısmını suçlayıp damgalamaya hakkı yoktur. Özellikle varlığını Türklüğün mutluluğu ve yücelmesiyle özdeşleştiren, ülkemize ve devletimize çıkar ve ikbal beklentileriyle, midesiyle değil, yüreğiyle ve beyniyle bağlı olan milyonlarca Türk milliyetçisini, referandumdaki tercihlerinden ötürü hayatları boyunca ölesiye mücadele ettikleri terör örgütleriyle aynı safta ilan etmek aklın ve vicdanın kabul edeceği bir tavır değildir.
Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu tarz bir taktik söylemin en azından kendi parti tabanı açısından yanlışlığını gördüğünden “evet oyu kullananlar kadar hayır oyu kullananlar da saygıya layıktır” demek gereğini duydu. Dileriz bütün politikacılar, milli seferberlik çağrısı yapılan günümüz ortamında toplumda çok vahim bir kutuplaşmaya, ayrımlaşmaya yol açması kaçınılmaz olan bu tarz gereksiz polemiklerden, popülist çıkışlardan bir an önce vaz geçerler. Çünkü ihtiyacımız olan milli birlik ve dayanışma partizan hesaplarla, şahsi ve siyasi biat (bağlılık) ve sadakat kriterleriyle değil, milletimizin her ferdinin kendi görüş ve zihniyetini benimsemiyor bile olsa içtenlikle sevmekle ve kucaklamayla sağlanır.