Ahmet Er ağabey bu alemdeki misafirliğini ikmal ederek emanetini sahibine teslim etti; Dar’ul- Bekâ’ya göçtü. Sağlık sorunları son aylarda çok artmıştı. Bir süre önce dostlarına bir veda mesajı iletmişti. Kendisine çok yakışan mahviyetkâr ve mütevazı üslubuyla onlardan helallik istiyordu. Oysa kimin onda bir hakkı olabilirdi ki? Ömür boyunca kimseden maddi ve şahsi bir talebi olmadan, ulaşabildiği herkese her konuda yardımcı olmayı hayatının amacı saymıştı; daima verici olmuştu. O günümüzde sayıları giderek azalan Hak dostlarından biriydi.
Kitap şuurunu çok erken yaşlarda kazanmış, Muhammedi ahlâka uygun bir istikâmet üzerinde, ihlas halinde yaşamaya başlamıştı. Ecdadı Anadolu’ya Horasan’dan göç etmiş bir Türkmen aşiretine dayanıyordu. Mütevazı bir ailedendi, köy çocuğuydu. Toprakla haşır neşir olduğu, ailece bilfiil çalıştıkları Akhisar’ın Sünnetçiler Köyü, tarlası onun hayat boyu ikametgâhı oldu.
1927 doğumluydu. 13 yaşındayken köyünde kurallarını kendisinin belirlediği Gençler Derneğini kurmuştu. Cumartesi günü bayrak çekmek, Pazar günü törenle indirmek, köylüyü kitap okumaya yönlendirmek kurallarının başında geliyordu.
Bursa Askeri Lisesi’ne başladığında, benzer hassasiyetlere sahip olan ve dostlukları yıllarca devam edecek Numan Esin, Naci Kuşadalı, Saim Keleştimur, Arif Özçelik gibi arkadaşlarıyla tanıştı. Gençliklerinin idealist çağlarıydı. Okul idaresi ayda 750 kuruş harçlık veriyordu. Bunun 250 kuruşunu ortak bir fonda toplayarak, yapacakları kültürel faaliyetler ve kitap temini için kullanmaya başladılar. 1947’de Harp Okulu’na geldiklerinde ileriki yıllarda milliyetçi camiada isimleri duyulan, önemli görevlere gelecek olan M.Rıfkı Erdoğdu (Em.Alb.MHP Genel Yön.Kurulu Üyesi), Raif Babaoğlu (Em.Tuğ. Mehmetçik Vakfı Başkanı), Vecihi Öğütçüoğlu (Başbakanlıkta Türkeş’in müşaviri-yayımcı), Sami Karamısır (Em.Tümgen.) başta olmak üzere yeni arkadaşlarla bir gurup oluşturdular. Ortak fonlarını sürdürüyorlardı. Bir süre sonra Denizciler Caddesi’nde Orkun Kitapevini açtılar; Nejdet Sançar, Abdullah Savaşçı ve Zeki Sofuoğlu gibi milliyetçi aydınlarla birlikte küçük bir matbaa kurdular.
1950’de teğmen olup Çankırı Piyade Atış Okulu’na gittiler. Okuldaki hocalardan biri Kur.Yzb. Alparslan Türkeş idi. O’nunla yıllarca sürecek birliktelikleri burada başladı. O yıllarda çıkan Orkun dergisini ve diğer milliyetçi yayınları oluşturdukları fondan yararlanarak toplu halde alıyorlar, okuyup dağıtıyorlardı. Harp Okulu’nda başladıkları çalışmalar Muzaffer Özdağ ve Eşref Dirlik gibi daha genç bir nesil tarafından sürdürülmekteydi.
Ahmet Er, Piyade Okulundaki arkadaşlarıyla birlikte hafta sonlarında gezip eğlenmek yerine, çevredeki köylere gidiyorlar, köylülerle görüşüyorlar, sorunlarını anlamaya ve imkânlar ölçüsünde çözüm bulmaya çalışıyorlardı. 1951’de Bulgaristan nüfus arındırması yapmak maksadıyla 300 bin soydaşımızı Türkiye’ye göndermişti. Ahmet Er onların dramını anlatan “Göçmen” isimli üç perdelik bir piyes yazmıştı. Oyun birçok yerde sahneye koyuldu, çok ilgi gördü.
Ahmet ağabey öğrencilik ve meslek hayatını, 27 Mayıs ihtilâlini, siyasi çalışmalarını “Hatıralarım ve Hayatım” isimli bir kitapta anlattı. İyi ki bunu yaptı. Çünkü Türkiye’nin yakın tarihini, Türkeş’in liderliğindeki milliyetçi siyasi faaliyetleri, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi tarihimizin kırılma noktalarını bu olayların içinde yaşamış olan birinci ağızdan öğrenmek imkânı genç nesillere sunulan çok değerli bir armağan anlamını taşıyor.
Ahmet ağabey hayatı boyunca “sosyal bir insan” olarak yaşamıştır. Subay olarak, siyasetçi olarak, sıradan bir vatandaş olarak hangi sıfat ve kimlikle olursa olsun halkımızla iç içe olmuştur. O’nun yaratılışından gelen gönül zenginliği, ehl-i muhabbet kişiliği muhatabı ile çok kolay kalbî yakınlık ve dostluk kurmasını sağlamıştır. Hatıralarını okurken sunduğu genel tarihi bilgilerin dışında, toplum hayatını her yönüyle incelemeye çalışan bir sosyoloğun tecessüsünün bulunduğu kolayca fark edilir.
Subay olarak kıtaya çıktıktan sonraki anlatımlarında, gerek Silahlı Kuvvetler içerisinde, gerekse her zaman yaptığı gibi halkla, köylüyle kurduğu ilişkilerde adeta topluma bir ayna tutar. İnsanların zaaflarıyla, faziletleriyle, eğilimleriyle bir ressam titizliğiyle çok düşündürücü tablolar sunar. Meselâ genç bir üsteğmen olarak Şişli İlçe Jandarma Komutanı olarak yaşadıkları toplumun ahlâkî bakımdan içten içe nasıl çürümekte olduğunun çarpıcı bir hikâyesidir. Bölgesinde rüşvet ve tehdit yoluyla kamu görevlilerini satın alıp otelleri fuhuş pazarı haline döndürenlere izin vermemesi üzerine yoğun bir baskıyla karşılaşır. Karakteri gereği taviz vermez, direnir. Bunun üzerine Vilayet Jandarma Komutanlığından gelen yazıyla savunması istenir. Ahmet Er’in yazılı olarak verdiği cevap nasıl bir ahlâk, seciye ve mefkûre insanı olduğunun belgesidir: “Belirttiğiniz konularda gerçek kusurlu Vilayet Jandarma Komutanlığı’dır. İddiaların hepsi yalan ve bahanedir. İstanbul Valilik makamının bütünü, İstanbul Vilayet Jandarma Komutanlığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü hepiniz Türk kadınının, Türk kızının iffetini payimar eden bir çalışma içindesiniz.
Bu bir savunma değil Vilayet, Emniyet ve Jandarma Komutanlığına açık bir hakaret yazısı idi. Ama baştan sona kadar haklı savunmamdan sonra Vilayet Jandarma Komutanlığından gelen yazıyla üç gün oda hapsi cezası verildi, o kadar. Burada bir gerçeği vurgulamak lazım. Bir kimse haklı ise, haksız olan bütün dünyaya karşı savaşmaktan çekinmemeli. Haklı ise Hak ona yeter.”
Ahmet Er, 27 Mayıs’tan önceki dönemde İstanbul’da görevdedir. Numan Esin ve Muzaffer Özdağ ile birlikte Türkeş ile yakın temas halindedirler. O yılın Nisan-Mayıs aylarında öğrenci olaylarının tırmanmasında CHP’nin rolünü anlatan ve Orhan Erkanlı’nın odasında şahit olduğu tablo tarihi bir belgedir.
Türkiye hızla askeri bir müdahaleye doğru sürüklenmektedir. Ama Demokrat Parti iktidarı vahim bir aymazlık içindedir, durumun farkında değildir. Arkadaşlarıyla bir durum değerlendirmesi yaparlar. İhtilâl için hazırlık yapmakta olan subayları tanımaktadırlar. Bunların önemli bölümünün CHP ve İnönü sempatizanı olduklarını görmektedirler. Darbenin vahim sonuçları olacağı kanaatiyle hükümeti ikaz etmek isterler. O sırada istifa edip kurdukları matbaanın başında olan Vecihi Öğütçüoğlu’nu görevlendirirler. Öğütçüoğlu tanıdığı bir milletvekili aracılığıyla (Demokrat Parti Çorum Milletvekili Kemal Biberoğlu) durumu başbakana iletir. Ama bir sonuç çıkmaz. Ahmet Er ve arkadaşları bir karar vermek zorundadırlar. Askeri müdahale için sayılı günler kalmıştır. Ya darbeye katılacaklar veya dışında kalmayı tercih edeceklerdir. Neticede içinde olup olayları içeriden yönlendirmenin, böylelikle doğabilecek muhtemel zararların olabildiğince engellenmesinin doğru olacağına karar verirler. 27 Mayıs darbesinden sonra Cemal Gürsel’in başkanlığında 38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi’nde yer alırlar; Türkeş’in çevresinde düşündüklerini yapmak için çalışırlar. Ancak komite içindeki CHP taraftarı üyeler, bir an önce ihtilâli İnönü’ye teslim edip çekilmek istemektedirler. İki grup arasındaki iç çekişme birkaç ay sonra 13 Kasım’da Cemal Madanoğlu, Muhip Ataklı, Haydar Tunçkanat ve Fikret Kuytak gibi İnönü taraftarı üyelerin hazırladıkları bir “iç darbe” neticesinde müşavir sıfatıyla yurt dışına sürülürler.
Üç yıl kadar sonra Türkiye’ye döndüklerinde, Türkeş’le birlikte siyaset yapmaya karar verirler, CKMP’ye girerek yönetimi alırlar. Fakat parti içerisinde huzurlu bir çalışma ortamı bir türlü sağlanamaz. Bazı konulardaki görüş farklılıkları, özellikle partinin adının MHP olarak değiştirildiği, üç hilalin parti amblemi olarak benimsendiği 1969 Adana Kongresi 27 Mayıs’tan beri birlikte olan dava arkadaşlarından bazılarının ayrılmalarına yol açar. Ahmet Er bu dönemde siyaseti mizacının gereği şahsi hiçbir talebi olmaksızın milli, manevî ve vatanî bir vazife olarak benimseyip sürdürür.
O’nun seçim döneminde parti adına yaptığı radyo ve televizyon konuşmaları hem manevî dünyasının, kutsallarının, inandığı değerlerin, hem de milletimizle, ülkemizle ilgili müşaadelerinin, “Muhammed-i Nizam” tasavvurlarının yansımasıdır: “Türk milletini kendi milli varlığından ve öz değerlerinden uzaklaştıran Batı medeniyetine çağırmıyorum. Gökleri ve yerleri şahit tutarak sana müjdeler sunuyor ve seni Türklük şuur ve gururu ile İslâm ahlâk ve faziletine, Türk-İslâm medeniyetine, bugünkü başıbozukluk düzenine değil, cevheri bir hürriyete; rüşvet düzeni olan bugünkü demokrasiye değil, meşveret ve danışma düzeni olan gerçek demokrasiye çağırıyorum.
Ey büyük Türkiye ve büyük Türk Milleti !
Senin öz varlığınla dünyanın ve tüm insanlığın kaderi yoğrulmaktadır. Katiyetle ifade etmek isterim ki, insanlığın beklediği büyük düzenin öncüsü sensin, sen. Korkma, güneşi inkâr edenler ona zarar veremezler.”
Ahmet Er, 12 Eylül’e kadar iman-ı kâmil, hasbi ve akil bir kişi olarak Türkeş’e vefalı bir dost sıfatıyla yardımcı olmaya çalıştı. Parti faaliyetleri sırasında zaman zaman hazzetmediği, gönlünün burulduğu durumlarla karşılaşsa bile bırakıp gitmeyi düşünmedi. Birlikte rahmet olduğu inancıyla doğruları anlatmak, ihtilafları yatıştırmak, birleştirici ve uzlaştırıcı olmak için çalıştı. Bir süre Genel Başkan Yardımcılığı sıfatıyla görev yaptığı Genel İdare Kurulu toplantılarında çok fazla konuşmasa bile, O’nun varlığı ortamı rahatlatır, herkesi sakinleştirirdi. Seçimlerde kazanması mümkün olmayan bölgelerden aday yapılırdı. Nerede görev verilmişse gider, toplantılar yapar, insanlardan oy istemek yerine gönüllerini kazanmaya çalışırdı. Anarşinin doruğa ulaştığı 1979 kısmî senato seçimleri sırasında Muş’tan aday yapılmıştı. O günleri şöyle anlatır: “Kemal Zeybek’le birlikte yola çıktık. Yollarda konaklayarak, ziyaretler yaparak Muş’a geldik. Parti görevlisi arkadaşlar diğer parti adaylarının seçim çalışmalarına başladığını bizim geç kaldığımızı ifade ettiler. İl ve ilçe başkanlarıyla bir toplantı yaptık. Parti yetkililerine dedim ki ‘arkadaşlar seçim çalışmalarımızda ölçümüz şu olmalıdır. 59 dakika sohbet 1 dakika siyaset. Bu 1 dakikalık siyaseti sizin için ayırıyorum, benim için 60 dakika sohbet’. Kemal Zeybek söz aldı ve ‘ben eğer müsaade ederlerse muhterem Ahmet Ağabeyimin ifade ettiği oranları tersine çeviriyorum. 59 dakika siyaset, bir dakika sohbet’ dedi.
Yıllarca sonra Zeybek Kültür Bakanı olmuştu. Tebrik etmek için gitmiştim. Sohbet sırasında Muş’u hatırlatarak ne düşündüğümü sordu. Cevabı çok net idi: 60 dakika sohbet.”
Ahmet Er, 12 Eylül’de Türkeş ve diğer parti yöneticileriyle birlikte tutuklandı. Mamak’taki MHP davasında yaptığı savunma O’nun dünya görüşünün Türkiye ve Türk milletiyle ilgili düşüncelerinin, millî varlığımıza yönelik tehdit ve tehlikelerin çok net şekilde ifade edildiği, MHP ve ülkücülere yapılan muamelenin yanlış ve haksız olduğunu ortaya koyan tarihi bir belgedir. Beraat edip tahliye olduktan sonra daha çok köyünde yaşadı. MHP’nin devamı olarak kurulan partilerde yer almamayı tercih etti. Bunların geniş bir istişare sonucu olmamasını yanlış bulduğunu anlatmaya çalıştı. Başta Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere ülkücü hareketin, Ülkü Ocaklarının çilekeş gençlerini çok seviyordu. Onların 12 Eylül öncesi terör ve anarşi ortamında Türkiye’yi Sovyetler Birliği’nin eyaletlerinden biri yapmaya çalışan hainlere canları pahasına siper olduklarına inanıyordu. Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir grup arkadaşıyla beraber MHP’den ayrılıp yeni bir parti kurmaya hazırlanmaları üzerine aralarına katılıp yardımcı olmaya karar verir ve Büyük Birlik Partisi’ne katılır. Bu birliktelik Yazıcıoğlu’nun elim bir kaza neticesinde Hakk’a yürüdüğü tarihe kadar devam etti.
Ahmet Er kendisine verilmiş bir görev olarak telakki edip yaptığı siyasi faaliyetleriyle değil, hayatının her döneminde Türk milletine, milli, İslâmî değerlere yaptığı hizmetlerle anılacaktır. O, Horasan erlerinin, Ahmet Yesevi çizgisinin, bu coğrafyayı vatanlaştıran alperenlerin günümüzdeki temsilcisi idi. Günlerce yoğun bakımda kaldıktan sonra Cenab-ı Hak O’nu mübarek bir Ramazan günü yanına aldı. Mekânı inşallah Cennet’tir.