TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

BÖLGESİNİN YALNIZ ÜLKESİ, TÜRKİYE
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Haziran 2005)

Türkiye'nin mevcut küresel sistemler içerisinde bekasını sağlamak ve hayatiyetini güvenli şekilde sürdürebilmek amacıyla büyük güçler arasından işbirliği ve dayanışma kuracağı ortaklar arama girişimleri ilk olarak 150 yıl önce Osmanlı döneminde başlar. 19.ncu yüzyıl ortalarında Devletin öncelikli meselesi giderek yoğunlaşan baskı ve tehditlere karşı toprak bütünlüğünü sağlayacak sağlıklı bir ortam oluşturmaktı. Art arda girişilen savaşlarda hasımlarımız karşısında yardım bulacağımız müttefiklerimizin olmayışı, öz kaynaklarımızın yetersizliği direnme gücümüzü önemli ölçüde ortadan kaldırıyordu. 1856 Paris Konferansı sırasında Avrupa konvensiyonuna dahil olduğumuzun belirtilmesi izolasyondan kurtulduğumuz ve Avrupa güvenlik şemsiyesi altına girdiğimiz şeklinde yorumlandı. Ancak bu sonuca ulaşmak için ağır bedeller ödemeyi göze almamıza rağmen, sınırlarımızın "Devlet-i Muazzama"nın garantisi altında olduğunun ifadesi umulan yararı sağlayamadı. Yirmi yıl kadar sonra dünya dengeleri önemli ölçüde değişti. Bu sırada başlayan 1977-78 Osmanlı-Rus savaşında feci şekilde yenildik. Rumeli'de dört yüz yıldır vatanlaştırdığımız topraklara veda ederken kağıt üzerindeki güvenlik vaatleri yetersiz kaldı.

Birinci Cihan Savaşı öncesinde aralarında amansız rekabet bulunan iki hasım küresel merkezin çatışması kaçınılmaz hale gelirken, İttihatçı yönetim yalnız kalıp ezilmemek için güvenilir bir ittifak arayışı içerisine girmişti. Ancak Almanya ile kurulan ittifak imparatorluğun dağılmasını önleyemedi.

İkinci büyük savaş sona ererken siyasal ve ekonomik dengeler önemli ölçüde değişmişti. Türkiye yeni oluşan, iki kutuplu ideolojik kampa ayrılan bu yeni dünya düzeninde yerini demokratik ülkeler safında seçti. Savaşın bitmesiyle birlikte Sovyetler Birliği'nin gerek bölge genelinde ve gerekse ülkemiz üzerinde siyasî ve ideolojik baskısı ciddî bir tehdit boyutu kazandı. İki blok arasında başlayan ve soğuk savaş diye adlandırılan mücadele ortamında, komünizmin yayılma emellerine karşı, Batı dünyası kapsamlı bir askerî ve siyasî ittifak oluşturarak etkili bir savunma ve güvenlik sistemi kurmaya yöneldi. Kuzey Atlantik İttifakı "NATO" bu ortamda kuruldu. Türkiye'nin NATO'ya katılmak üzere yaptığı başvurulara ilk anda sıcak bakılmadı. Ancak Kore savaşı hem tehditin boyutunu hem de Türkiye'nin askerî potansiyelini göstermek açısından çok etkili oldu ve Türkiye 1951'de NATO'ya girdi.

NATO üyesi olmak soğuk savaşın devam ettiği otuz beş yıllık süreçte Türkiye'yi güvenlik açısından önemli ölçüde rahatlattı. İki blok arasında gerginliğin doruğa ulaştığı, Orta Doğu'da sıcak çatışmaların yaşandığı kritik ortamlarda tehlikeler karşısında yalnız olmadığımızın bilinmesi ve içinde olduğumuz savunma sistemi güvenilir bir ortam sağlamıştı.

1980'lerin sonlarından itibaren yeniden değişen dünya dengeleri Batı savunma sistemini kökünden etkiledi; NATO'nun konumu ve amacı tartışmalı hale geldi. Yeni yüzyıla girilirken Sovyetlerin dağılması, komünist bloğa (Varşova Paktı) karşı savunma ihtiyacını ortadan kaldırmıştı. Ekonomik potansiyelinin sağladığı siyasî ve askerî gücüyle kurduğu egemenliğini sürdürmek, kendisine karşı rekabet ihtimali bulunan merkezleri bertaraf etmek, enerji kaynaklarını ve nakil yollarını kontrolü altında tutmasını sağlayacak stratejiler izlemek ABD'nin politik öncelikleri oldu.

ABD'nin nazarında artık birlikte hareket yükümlülüğü duyacağı müttefikler değil, amaç ve çıkarlarını sağlamak üzere izleyeceği politikalara destek olan ve olmayan devletlerin oluşturduğu ikili gruplar söz konusudur. Bu pragmatik tasnifte NATO şeklen devam etse bile, İngiltere ve Kanada ile Almanya ve Fransa'nın aynı kefede yer aldıkları söylenemez. ABD'nin Orta Asya'da ve Orta Doğu'da giriştiği operasyonlarda gerekçe teröre karşı savunma gibi insanî, hukukî ve demokratik iddialar sık sık kullanılsa da, esas amacının ekonomik ve sosyal üstünlüğünü sürdürmek olduğu ortadadır.

Avrupa Birliği'nin kuruluş amaçları arasında güç birliği yaparak, özellikle ekonomik alanlarda ABD ile rekabet imkânı sağlama arzusu önemli yer tutar. Müşterek yaşanılan tehditin ortadan kalkmasından sonra Avrupa'nın "süprenasyonel" birlik oluşturma çabalarında ideolojik ve askerî savunma hassasiyetlerinin yerini, ekonomik refahın sağlanması, demokratik ve hukukî yaşama ortamının kâmil anlamda kurulması ve çevre sorunları gibi konular aldı. Günümüzde ABD'nin Avrasya'da yürüttüğü politikalar ve stratejik hedeflerle Avrupa'nın hedef ve beklentilerinin farklı oluşu birçok konuda aralarında uyumsuzluk, rekabet ve kuşku doğuruyor.

Türkiye değişen dengeler ve kırılan Batı savunma sistemi karşısında ne yapacağını kestirememenin, daha önemlisi yeni şartlara adapte olacağı ortamı hazırlayamamanın sıkıntılarını yaşıyor. Siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar, beceriksiz yönetimler talan ve yolsuzluklar sonucu Türkiye ekonomisinin altı oyuldu. Bu durum inisiyatifimizi kullanarak hak ve çıkarlarımızı korumayı sağlayacak millî politikalar izlememizi, stratejiler belirlememizi çok zorlaştırdı. Buna ilave olarak Batı dünyasının iki güç merkezi ile yani ABD ve AB ile kurmaya çalıştığımız ilişkilerde kararsız kalıyor, sık sık çelişkiler yaşıyoruz.

17 Aralıkta müzakere tarihi alınmasının üyeliğimizin gerçekleşeceği anlamına gelmediği bu günlerde daha net görülmeye başlandı. Nitekim üyeliğimize kesin gözüyle bakan çevrelerde bile giderek yaygınlaşan bir kuşku ve karamsarlık hüküm sürüyor. Almanya'daki mahalli seçim sonuçlarıyla erken seçimin gündeme gelmesi, sonbahardan itibaren Türkiye'ye en fazla özel statü verilmesini savunan Hıristiyan Demokrat iktidarla muhatap olacağımızı gösteriyor. Başta Fransa olmak üzere, Avusturya, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerde Türkiye'ye nasıl bakıldığını herkes görüyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bir kaç hafta önce ilginç bir açıklama yaptı; Avrupa Birliği çevrelerinde fırsattan yararlanılarak Türkiye'ye bir takım talepler sokuşturulmaya çalışıldığını, "Allah kahretsin" deme noktasına getirilmek istendiğimizi belirtti. Başbakan Erdoğan ise bir kaç sefer Avrupa'dan Türkiye'yi bölmeyi amaçlayan talepler geldiğinden yakındı. Bu sözler yan yana getirildiğinde, 3 Ekim yaklaşırken önümüze uzatılan faturaların hızla kabardığı görülüyor. Kıbrıs ve Ege, Ermeni soykırımı iddiaları, Ruhban Okulu, Ekümeniklik talepleri, dinî ve etnik azınlıklar ifadesi belirli bir pakette tesadüfen toplanmış malzemeler değildir. Fransa ve Almanya'nın başını çektiği ülkelerin parlamentolarında, basınında, entelektüel çevrelerde Türkiye ile aralarında düzelmesi mümkün olmayan kültür ve medeniyet farklarının bulunduğu, yüzyıllardır zihinlerinde yaşattıkları "öteki" korkusunun sürdüğü her vesileyle tekrarlanıyor. Nüfus büyüklüğümüz, jeopolitik konumumuz ve fakir bir ülke olmamız gibi nedenlerle kesinlikle üye alınmayacağımız sürekli vurgulanıyor. Bazılarının Anayasalarına Türkiye'nin üyeliğinin sırası geldiğinde referanduma sunulacağına ilişkin bir madde koymaları bile bu "imkânsızlığın" anlatımıdır.

Türkiye'ye karşı bu derece peşin hükümlü olan ve ilişkileri geliştirme niyeti taşımayan ülkelerin uluslararası plânda millî meselelerimizde bize destek ve yardımcı olmalarını nasıl bekleyebiliriz, dostluklarına ne derece güvenebiliriz?

Diğer yandan ABD ile ilişkilerimiz son elli yılda hiç bir zaman şimdiki gibi belirsiz ve kırılgan olmamıştı. Küresel egemenliğini sürdürmeye yönelik politikalarında insanî, hukukî ve ahlakî ilkeler yerine, tamamıyla kendisinin belirlediği esasları uygulayan ABD, başta Irak olmak üzere çevre coğrafyalara yerleşmiş, Türkiye'nin fiili komşusu olmuştur. Hundington'un İstanbul'da belirttiği gibi, eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerinde cereyan eden rejim değişiklikleri Washington'un eseridir. Genişletilmiş Orta Doğu projesi kapsamındaki ülkelerde demokratikleşme ve şeffaf yönetimler kurma gibi parlak ancak inandırıcılığı bulunmayan iddiaları bir tarafa bırakırsanız, Amerika karşınıza tarihte benzeri görülmeyen tahakkümcü bir güç olarak çıkıyor.

Türkiye tarihî, kültürel ve millî ilişkileri ve karşılıklı çıkarları açısından Amerika'nın operasyon yaptığı yahut izlediği alanların önemli bölümüyle yakından ilgilenmek mecburiyetindedir. Bu yüzyılda varlığımızı sürdürmek ve küresel mücadele ortamında ezilmemek için potansiyelimizi değerlendirmek, imkânlarımızı dinamik kılmak ve rasyonel kullanmak zorundayız. Yeni yüzyılda vizyonumuzu belirlerken hem Türk dünyasıyla hem de çevre ülkelerle ilişkilerimizi geliştirecek, derinleştirecek stratejiler arama durumunda bulunan Türkiye ABD'nin özellikle Kafkasya ve Türkistan gibi alanlarda yaptığı operasyonlara duyarsız kalamaz.

Amerika'nın emperyal politikaları ve tahakkümcülüğü karşısında duygusal tepkilerle ilişkilerin gerilmesine yol açmak aleyhimize olur. Soğuk savaş döneminin üçüncü dünyacılık anlayışı ve antiamerikancı sloganlar kendimizi kısa bir süre için tatmin etmekten başka bir yarar sağlamaz. Çünkü ne ABD'nin Avrasya'daki varlığı, ne de oluşan fiili komşuluk ilişkimiz bizim tercih ve irademizin eseridir. Avrupa Birliği ve Rusya gibi biz de bu reel politik ortamı değiştirme gücüne sahip değiliz. Hangi şartlarla karşı karşıya olduğumuzun bilinci içerisinde olursak, bunları karşılayacak doğru ve akıllı politikalar izlersek, gelişmeleri etkileyecek konumda olmayı başarırsak bu tehlikeli komşuluğun muhtemel zararlarını asgariye indirmeyi ve hayatî önem taşıyan politikalarımızı uygulama imkânı bulabiliriz.

Türkiye uluslararası ilişkilerinde rasyonel davranmak ve ileri vadeli hedefleri içeren stratejiler izlemek yerine, günübirlik tercihlerle hareket ediyor. Birikimi, deneyimi ve derinliği olmayan müşavirlerin telkinleriyle çelişkilerle dolu politikalar yürütmeye çalışıyor. Washington'a karşı hükümet içerisinde ve iktidar çevrelerinde işitilen çok sert ve suçlayıcı demeçlerin hemen ardından, tam tersi mesajlar veriliyor. Orta Doğu'da, Güney Asya'da, Afrika'da teorik varsayımlardan ileri anlam taşımayan "çok merkezli politika" iddialarıyla yürütülen temasların, diplomatik törenlerle gazete haberi olmanın ötesinde ciddî bir getirisi bulunmuyor. Bu tarz bir siyasetin Türkiye'yi nasıl bir ortama taşıdığını, güven bunalımı doğurduğunu belirlemek ve düşünmek mecburiyetindeyiz.

ABD ile ilişkilerde yaşanan problemlere paralel olarak Irak'taki gelişmelerde büyük ölçüde devre dışına çıkarıldık. Kısa bir süre öncesine kadar gerekli gördüğümüz zaman kilometrelerce içeriye girip PKK'ya yönelik operasyonlar yaptığımız bir bölgede, artık hududumuzdan ötesine geçemiyoruz. İki aşiret reisi Türkiye'yi diledikleri zaman tehdit edecek kadar kendilerini güvende görüyorlar. Türkiye açısından büyük önemi bulunan ikinci sınır kapısı onların müsaadesi olmadığından açılamıyor. Türkmenlerin durumunu ve Kerkük'ün kaderini belirleme konularında iki aşiretin çok gerilerine düştük. Kısacası 1 Mart tezkeresinden sonra Irak denkleminin dışına itildik.

Kıbrıs meselesinde Rumlar hedeflerine adım adım ilerliyorlar. Türkiye hem Avrupa'dan hem de Amerika'dan gerekli ilgi ve desteği bulamadığından uluslararası anlaşmaların ve hukukun sağladığı imkânları kullanamıyor. EOKA'cı militan kimliğini övünçle devam ettiren Papadopulos'un üzerinde ciddî bir baskı oluşmadıkça adil, meşru ve hukukî bir çözüme rıza göstereceğini umanlar hayal görüyorlar. Türkiye'nin siyaseten tıkandığı, Londra-Zürih Anlaşmaları gibi paha biçilmez dayanağının gündemden kalktığı günümüz ortamında, Kıbrıs ile bağlantımız sadece Ada'da bulunan kolordumuzla sınırlı kalmıştır.

Ermeni soykırım iddialarına ilişkin kampanyanın bu yıl her zamankinden daha kapsamlı yürütülmesi ve 24 Nisandan sonraya sarkması meselenin önümüzdeki dönemde nasıl kullanılacağının ipuçlarını vermektedir. Belçika ve Polonya parlamentolarının art arda aldığı kararlar, İsviçre'de Prof.Yusuf Halaçoğlu'nun yargılanma girişimi ve Fransa Cumhurbaşkanı'nın bu konuya değinirken Türkiye'nin Avrupa Birliği ilişkilerini sağlıklı şekilde yürütebilmesi için hafızasını tazelemesi gerektiğini söylemesi konunun yakın gelecekte uymamız gereken bir şart şeklinde sunulacağını gösteriyor.

Şu sıralarda bütün millî meselelerimizde uluslararası arenada "yalnız ülke" konumundayız; bunun olumsuz etkilerini her vesileyle görüyoruz. Bu pozisyonu değiştirmek zorunda olduğumuzu bir an önce anlamalıyız. Avrupa Birliği ilişkilerinin gelişme ve olumlu sonuçlanma ihtimalinin olmadığını söyleyenlere kızmak yerine gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermeliyiz. Varsayımlarla, tahayyüllerle kendimizi sürekli kandırıyoruz; olayları doğru okuyamıyoruz, imkânlarımızı, enerjimizi, heyecanlarımızı aşılması imkânsız engellerle boğuşarak boşu boşuna tüketmek durumunda kalıyoruz. Oysa bütün bu imkânlarımızı, iç dinamiklerimizi stratejik değeri ve vizyonu bulunan girişimlerde kullanmayı denemeliyiz. Merkel ve Sakorsky gibi politikacıların konuşmalarına tepki göstermek yahut duymazlıktan gelmek yerine, doğruları söyledikleri için teşekkür etmeli, ilişkilerin Avrupa Birliği üyeliği olmadan da sürdürülebileceğini düşünmeliyiz.

Bakü-Ceyhan hattının açılması sanılandan daha önemli bir olaydır. Türkiye-ABD ilişkilerinde siyasî ve ekonomik çıkarlar bağlamında stratejik örtüşmeler sağlanmasıyla alınan bu sonucun anlamı üzerinde yazık ki yeterli şekilde durulmadı. Türkiye Cumhurbaşkanı'nın sıradan bir tören konuşmasıyla ve usul gereği icra edilen ziyaretiyle geçiştirildi. Oysa bu olay tarihi bir açılımın müjdelerini taşıyor. Azerbaycan, Gürcistan Türkiye ile ekonomik ortaklık kuruyorlar. Kazakistan Aktau üzerinden sisteme bağlanıyor. Çok yakın bir gelecekte doğalgaz hattının da devreye girmesi sonucu Türkmenistan'ın katılımı sağlanacak. Böylece Türk Dünyası'nın önemli bölümü hızlı bir kalkınma sürecine girecek, refah ve zenginliği artacak, dünyaya açılacaktır.

Boru hattı açılırken, Kars-Tiflis-Ahalkeleki-Bakü demiryolu hattının yapılmasına ilişkin sözleşmenin imzalanmış olması ise, tarihî ipek yolunun işlemesine yönelik büyük bir hamledir. Türkiye boru hattı vesilesiyle TPAO adına üretime % 6.5 gibi kendisi açısından rekor sayılacak bir payla katılmış bulunuyor. Bölge bu gelişmelerle huzura, barış ve istikrara doğru önemli bir adım atıyor. Bu muazzam gelişme karşısında ülke olarak sessiz, ilgisiz ve duyarsız kalışımıza karşı, adına entelektüel denilen bir grup "sözde vatandaş" ın Boğaziçi Üniversitesi'nde Ermeni tezlerini desteklemeye yönelik girişimlerinin gündem oluşturması hazin bir tablodur.

Türk Dünyası'nın bağımsızlığına kavuştuğu 90'lı yılların başında, Dünya'da hemen herkes, Türklere çok parlak bir yeni yüzyıl öngörüyordu. Oysa ilişkilerde on beş yıldır yaşanan amaçsız, heyecansız, ilgisiz patinaj döneminden sonra, stratejik değeri çok yüksek olan bu tarihî olayı bile anlamaktan ne yazık ki uzak kalıyoruz.

Türkiye'nin büyük düşünme alışkanlığını kaybetmesi yeni bir konu değil. Mevcut eğitim sistemi, yıllardır sadece kendisiyle sınırlı bir Dünya'da yaşama çabasının dışında, meselesi, hedefi, ideali bulunmayan, sorumluluk duygusu taşımayan bireyler üretiyor. Dolayısıyla zihinlerdeki prangaların kırılması, psikolojik engellerin aşılması, özgüvene sahip, coşkulu ve inançlı insanlardan oluşan daha farklı yönetim yapıları kurulamıyor. Mevcut hükümet politik ve bürokratik alanları sıkı sıkıya kavrayan bu geleneksel çemberi kırabilecek azim ve iradeye sahip olmadığından, rutin bir yönetim tarzıyla zaman hızla tüketiliyor, imkânlar eriyip gidiyor. Bazı stratejik araştırma merkezlerinin son açıklanan tespitlerinde Türkiye'nin adı bölgesel bir güç olarak geçmediği gibi, gelişmeleri etkileyen ülkeler sıralamasında İran ve Pakistan gibi bir çok ülkenin arkasından geliyoruz. Bu günkü nesiller tarihî vebal altındadır; Türklere yazık oluyor.