Genelkurmay 2. Başkanı İlker BAŞBUĞ geçen ay ki basın toplantısında bazı önemli gerçekleri işaret etti. Buna göre PKK'nın esas ana gücü sanılanın aksine Kandil Dağı'nda barınmıyor. Dağda halen 500 civarında teröristin bulunduğu, geri kalanların tahminen 2500 ünün Türkiye-Irak hududu boyunca yerleştiği, bir o kadarının da topraklarımızda eylemler yaptığı anlaşılıyor. Geçen yıl Türkiye içerisindeki PKK'lı terörist sayısının 600 civarında olduğu düşünülürse, örgütün saldırıya geçme kararı bağlamında özel patlayıcı eğitimi verdiği elemanlarını topraklarımıza kaydırdığı ortaya çıkıyor.
Bütün bu gelişmeleri hafife almak, olayların kendiliğinden tavsayacağını yahut PKK'nın bıkıp usanacağını düşünüp beklemek telafisi imkânsız zararlara yol açacaktır. Böylesine vahim hataya 1984 Ağustosunda PKK'nın silahlı eylemlerine başladığı Şemdinli-Eruh baskınları sırasında düştüğümüz unutulmamalıdır. Dönemin Başbakanı Özal, bu başkaldırı teşebbüsünü sıradan bir zabıta ve asayiş olayı şeklinde değerlendirdiğinden, ilk safhada ciddî bir takibatla söndürülmesi mümkün olan alevler giderek genişledi; 30 000 den fazla insanımızın canına mal olacak düzeye yükseldi. Temel teşhis hatası sebebiyle çok değerli zamanlar yitirildikten sonra 1990'lardan itibaren doğru tespitler yapılmaya, ciddî önlemler alınmaya başlandı. Böylece bir yandan mücadelenin gereği olan personel ve malzeme ihtiyaçları karşılanırken, diğer yandan yeni idarî ve askerî yapılanmalar teşkil edildi ve teşkilâtlar kuruldu. Özel eğitimli askerimiz, güvenlik güçlerimiz teröristleri barındıkları kırsal alanlarda sıkı bir takibe aldılar. Çatışmalarda büyük üstünlük sağlayan Türk Silahlı Kuvvetleri, güvenlik güçleri, özel birliklerimiz ve onlara yardımcı olan korucularımız dört yıllık yoğun bir mücadeleden sonra PKK'yı kırsalda kesin şekilde ezmeyi başardı.
Bu tarz bir mücadelede Dünya çapında ender görünen başarı anlamına gelen bu sonucun elde edilmesi, Türkiye Devleti'nin gurur verici bir zaferidir. Bu sonucun alınmasını temin eden her rütbedeki ve makamdaki görevliler mücadelenin sessiz kahramanları ne yazık ki çabuk unutuldular. Hatta kısa bir süre sonra bu yiğit insanların bazıları, basın organlarında etkili olan PKK sempatizanı kalemlerin sistematik saldırılarıyla suçlu konuma düşürülüp insafsızca "infaz" edildiler. Bu ortamı hazırlayan çevrelerin amacı açıktır; bir taraftan Devleti savunmanın tehlikeli ve riskli bir tutum olduğunu göstermek suretiyle ilerde düzeni savunacak insan bırakmamak, diğer taraftan örgütün uğradığı ağır zayiata yol açanlardan intikam almak… PKK ile yandaşlarının ve sempatizanlarının ellerindeki medya imkânlarından azamî şekilde yararlanıp amaçlarına büyük ölçüde ulaştıklarını kabul etmeliyiz. Yoğun psikolojik bombardımanların hedefi olan birçok devlet görevlisi ağır suçlamalar karşısında ezildiler, yıpratıldılar, küçük düşürüldüler. Yargılanan güvenlik gücü mensuplarına asgarî düzeyde savunma imkânları bile sağlanmadı. Oysa suçlayıcı konumdaki örgüt mensuplarının arkalarında yığınla avukat, insan hakları adına kurulmuş sözde sivil toplum kuruluşları ve etkili basın ve TV ordusu yer alıyordu.
Aslında bütün bunlara rağmen PKK sadece kendi gücüyle sınırlı bir konumda kalsaydı, örgütün insan kaynağını meydana getiren Kürt ırkçılığı dışarıdan yoğun şekilde kışkırtılıp desteklenmeseydi gelişmeler çok daha farklı bir seyir izleyebilirdi. Ancak başından beri bu meseleyi ülkemize karşı pazarlık kozu, siyasal ve askerî bir baskı aracı şeklinde kullanmak ve dikkatlerimizi dağıtmak isteyen dış güçler PKK'ya desteklerini sürdürdüler.
Pek çok Avrupalı için PKK bir terör örgütü değil, millî kurtuluş mücadelesi veren, etnik tabanı ve desteği bulunan siyasal ve askerî bir harekettir. Dolayısıyla eylemleri doğal ve meşrudur. Avrupa'da PKK kontrolünde faal olan yüzlerce dernek, vakıf ve medya organı bu mantaliteye göre serbestçe faaliyet gösterirler, finansal destek bulurlar, ihtiyaç duydukları para ve malzemelerin Türkiye'ye aktarılmasını rahatlıkla sağlarlar. Kürtçüler bütün Avrupa ülkelerinde hiç bir vatandaşımızın elde edemeyeceği barınma, çalışma ve dolaşma imkânına sahiptirler. Avrupalılar sadece kendi ülkelerinde değil, Türkiye'de de bu desteklerini her vesileyle sergilemekte sakınca görmezler. PKK'nın legal kanadını oluşturan ve örgütü temsil ettiklerini saklama gereği duymayan Güney Doğudaki belediyeler Avrupalı politikacıların, basın mensuplarının ve aydınlarının öncelikli muhataplarıdır. Buralar sürekli ve sistemli şekilde ziyaret edilirler, örgüt adına düzenlenen gösteri ve toplantılarda şeref konuğu olarak boy gösterip birlikte slogan atarlar. Avrupa Birliği'nin çeşitli fonlarından ülkeye aktarılan kaynakların tam bir dökümü ve sosyal yardım adı altında dağıtılan paraların miktarı bir gün doğru şekilde açıklanırsa Avrupa kaynaklı teşvik ve desteğin boyutunu herkes görecektir.
Bölücü teröre destek sağlayan ana merkez dün olduğu gibi bugün de Avrupa'dır. Avrupa ülkelerinin bu meseleye ilişkin tutumlarının amacı, hedefi ve beklentileri birbirinden farklı olsa bile, ortaya çıkan sonuçlar müşterek mesainin ürünü oluyor. Başka bir ifadeyle, bölge üzerinde eskiden beri emperyal niyet ve projeleri bulunan Fransa, Almanya ve İngiltere ile meseleye demokratik ilkeler, çok kültürlülük ve çoğulculuk penceresinden baktıklarını söyleyen İskandinav ülkelerinin, PKK'yı taşeron müttefik gibi kullanan Yunanistan yahut Suriye'nin değişik kanallardan yürüttükleri tahrik ve teşvikler sonuçta üniter yapımıza yönelik bir saldırı ve etnik başkaldırı teşebbüsü olarak şekilleniyor.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme hususunda gösterdiği olağanüstü istek, ısrar ve heyecan uluslararası ilişkilerin temel ilkelerinin bir kenara itilmesine yol açıyor. Ele alınan konuların objektif şekilde mantık ve muhakeme yürütülerek değerlendirilmesine imkân bırakmıyor. Gerçeklerle bağdaşmayan varsayımların ve tahayyüllerin peşine takılan aydınlarımız, siyasetçilerimiz ve bürokratlarımız kontrolsüz şekilde sürüklenip gidiyorlar.
Bu psikoloji özellikle uyum paketleri adıyla çıkarılan kanunlarda büyük ölçüde etkili oldu. Ülkemizin şartlarından bahsetmek, bölücü teröre dikkat çekmek, model almaya çalıştığımız Avrupa ülkelerinin bu hususlarda yeknesak uygulamalarının olmadığını söylemek demokratikleşme ve modernleşme ideallerine ihanet, Avrupa Birliği üyeliğimizi sabote girişimi ilân edilerek kınandı. Avrupa Birliği'nin istediği kanunlar bir biri ardınca çıkarıldı. Ancak terörün yeniden azıtmaya başladığı son günlerde durum değerlendirilmesi yapıldığında, Türkiye'de bu konuda büyük yasal boşlukların olduğu Fransa ve İngiltere gibi Avrupa Birliği'nin lokomotifi olan ülkelerde bile görülmeyen denetimsiz, önlemsiz, başıboş bir ortamın oluştuğu ortaya çıkıyor. Genelkurmay 2. Başkanının terörle mücadele için yeni yasalara ve Başbakanlığa bağlı çalışacak yeni bir kuruluşa ihtiyaç duyulduğunu söylemesi aslında gerekli tedbirlerin zamanında alınmaması sebebiyle her geçen gün ağırlaşan problemlerin, yüzyıllardır yapılan yönetim hatalarının, yetersizliğin ve beceriksizliğin itirafı sayılabilir.
Son dönemlerde ülke yönetiminde sorumlu olanlar bu tablonun müşterek ve müteselsil sorumlularıdır.
Bölgedeki güç dengeleri doğru okunamadı; şiddetli bir rekabet ve çekişme içerisinde bulunan uluslararası etkili sistemler arasında sağlam ve istikrarlı bir pozisyon belirleyemedik. Amaç ve ihtiyaçlarımıza uygun ilişkiler kuramadık. Bunun doğal sonucu olarak örgüte yardım ulaştıran dış kanalların en azından bir kısmını tıkamayı başaramadık.
Devletin yönetim hiyerarşisi en yukarıdan itibaren ağır bir görev kusurunu yüklenmiş durumdadır. Siyasî sorumluluk taşımamak ve makamın özelliği kimseyi bu "kusur iştiraki"nden uzak tutamaz.
Türkiye'nin en önemli gündem konusu bölücü terör ile onu oluşturan, geliştiren azınlık ırkçılığı ve Kürt etnikçiliği değilse nedir?
Bu ortamda Sultan Vahdettin ile ilgili konuların gündemi kaplamasının haklı ve mantıklı gerekçesi var mıdır?
Politikada sıfat ve iddia taşıyan bu insanların ya yaşananlardan haberleri yok, yahut da meselenin ciddiyeti ve ağırlığı karşısında söyleyecek düşünceleri olmadığından kolay yolu seçiyorlar; gündemden kaçıyorlar.
Geçen ay 81.nci yılını kutladığımız Lozan Antlaşmasının en önemli özelliği millî devlet ve üniter yapı formatında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası alanda resmen tescil edilmesidir. Aradan yıllar geçtikten sonra kuruluş ilkeleri dört koldan yoğun saldırılarla delinmek, değiştirilmek isteniyor. Saldırganlar demokratikleşme, insan hak ve özgürlükleri, kültürel çoğulculuk vb. evrensel değerleri maske yaparak esas niyetlerini saklamak, meşruluk kazanmak istiyorlar.
Türkiye Devleti'nin bayrağı, millî marşı, dili ve hatta vatandaşlığını ısrarla reddedenler, Apo'ya sadakatlerini gizlemeyenler, ilkel bir kabilecilik anlayışı seviyesinde etnik kimlik iddiası taşıyanlar bu koruyucu kalkanların arkasında diledikleri faaliyeti yapıyorlar; ilk sıkıştıkları anda kendilerini dokunulmaz kılan bu argümanların güvencesiyle giderek pervasızlaşıyorlar.
Türkiye'nin üniter yapısının yerine yeni bir anayasa yapılarak iki kurucu unsurun resmen belirtileceği federatif bir yönetim teşkili talebinin adı Kürtçülük değil midir? Bunların Türkiye'nin kuruluş felsefesiyle ve temel ilkeleriyle çatışmadığını, anlayış ve hoşgörüyle bakılması gereken "demokratik istekler" olduğunu savunanların medyada, üniversitelerde ve sivil toplum kuruluşlarındaki imkânları bölücülüğü sürekli olarak besleyip güçlendiriyor.
Bu alanlardan aldıkları desteklerle Adliye önleri, otoyollar, köprüler ve meydanlar örgütün gösteri alanları olarak kullanılıyor. Bez parçaları ve bölücü başının posterleri bayrak niyetine sergileniyor. Kendilerini "aydın" diye nitelendiren bölücü örgüt mensuplarıyla bunların "Türkiyeli" yandaşları suret-i haktan görünerek hazırladıkları bildirilerle, Türkiye Devleti'ni örgütle görüşme masasına oturmaya çağırabiliyorlar.
Bunların çoğunu geçmiş yıllardan tanıyoruz. 70'li yıllarda, solun yükselme süreci yaşadığı, Marksist-Leninist-Maoist bir iktidarın yakın görüldüğü günlerde, benzer teranelerle sokaklarda meydanlarda koşuşturur, "tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye" sloganlarıyla devrimcilik yaparlardı. Şimdiki söylemlerini ideolojik iddia yerine demokrasi ve çağdaşlaşma üzerine kuruyorlar. Çözüm ve toplumsal barış sloganlarıyla Türkiye Devleti'ni örgüte ve Kürt etnikçiliğine teslime çalışıyorlar.
Bu konu sadece güvenlik güçlerinin mücadelesiyle halledilmeyecek boyuta ulaşmıştır. Türkiye Devleti'nin özüne itiraz ediyorlar; anayasal yapımızı etnik çerçevede yeniden oluşturmak amacıyla, bir taraftan PKK terör örgütünü kullanarak, diğer taraftan Avrupa Birliği destekli demokratik ve kültürel hak ve özgürlük iddialarıyla içeriden ve dışarıdan geniş bir kuşatma harekatı uyguluyorlar.
Bu tablo kesinlikle hafife alınamaz, sıradan beyanlarla geçiştirilemez. Milletimiz yönetim hiyerarşisinin zirvesinden itibaren probleme çok daha yakın ilgi ve hassasiyet gösterilmesini bekliyor. Hemen her gün fidan gibi evlatlarını Apo'cu eşkiyanın tuzak ve saldırılarında şehit veren analar, babalar, dul kalan eşler, yetim kalan çocuklar Devleti yönetenlerden, Hükümet edenlerden, iktidar iddiasındaki siyasî merkezlerden bıkkınlık veren sıradan sözler değil kesin ve kararlı tavırlar, ciddî girişimler bekliyor.
Türk milleti siyaset hesaplarının bu konuda bir kenara bırakılarak, Devletin bütünlüğünün, beka ve güvenliğinin, toplumsal huzur ve barışın sağlanacağı el ve gönül birliğinin teminini diliyor.
Bütün bu taleplere gerçekleşme ihtimali bulunmayan, zor ve imkânsız hayaller diye bakıyorsak, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun "Turan Nasıl Çıldırdı?" isimli anlamlı hikayesini bir an önce bulup okumalıyız.