Ağustos ayının ilk haftasında, Suriye’nin kuzeyiyle ilgili konuları görüşmek maksadıyla, ABD’den bir askeri heyetin Ankara’ya geldiği sırada, Türkiye-ABD ilişkileri kopma noktasına gelmişti. Bu tarihe kadar yürütülen temaslarda uzlaşma sağlanmamış, en yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar karşılıklı restleşmeye evrilmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 6 Ağustos’taki 11'nci Büyükelçiler Konferansı’nda “Milli güvenliğimiz söz konusu olduğunda müttefiklerimiz veya onlar söz konusu olmadan her türlü tehdidi bertaraf ederiz. Geç kalırsak daha ağır bedel öderiz. NATO müttefikimiz ve stratejik ortağımız ABD’den de bu çerçevede gerçek bir müttefike yaraşır adımlar atmasını bekliyoruz. Suriye’nin kuzeyindeki bataklığı kurutmak ülkemizin en öncelikli meselesidir” diyerek Türkiye’nin milli güvenliği konusunda tavizsiz olduğu mesajını bir kere daha vermiş oluyordu.
Türkiye’nin güvenli bölge kurulması maksadıyla tamamlanma aşamasına gelen hazırlıklarına ABD’den doğrudan tehdit anlamı taşıyan sert bir cevap geldi. ABD Savunma Bakanı Esper “Suriye’nin kuzeyine Türkiye’nin yapacağı bir askeri operasyon kabul edilemez ve ABD tek taraflı bir harekâtı engeller” diyerek Washington’un Türkiye’nin omurgasını terör örgütü YPG-PKK’nın oluşturduğu SDG’nin kalkanı olmaya devam edeceğini bir kere daha tekrarlıyor. Bu açıklama bir yıl önce Başkan Trump’ın “Türkiye Fırat’ın doğusuna operasyon yapmaya kalkışırsa ekonomisini mahvederim" mesajı gibi son derece kaba bir tehdit içeriyordu.
Aslında Washington’daki sivil ve asker yetkililer de Türkiye’nin doğrudan milli varlığını, ülkenin birliğini ve güvenliğini savunma çabası içerisinde olduğunu, bundan geri dönüşün söz konusu olamayacağını görüyorlardı. Diplomatik kanallarla bir uzlaşma sağlanamaması durumunda başlatılacak askerî harekât sınırlı kalmayacak, çatışmalar kısa zamanda bölge geneline yayılacak, uzun süredir güven bunalımdaki Türkiye-ABD ilişkileri büsbütün kopma aşamasına gelecekti. Bunun olmadığı durumda, 70 yıl önce NATO üzerinden oluşturulan Batı (Atlantik) savunma konsepti çökeceğinden uluslararası siyasi ve askeri tüm dengeler alt üst olacaktı. Bu tarz bir gelişmenin olması halinde, bundan herkes zararlı çıkacağından bir kere daha diplomatik kanallara başvuruldu. Ankara’ya gelen ABD heyetiyle üç gün süren görüşmeler sonunda üç kritik başlıkta uzlaşma sağlandığı açıklandı. Buna göre:
1) Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek önlemler hızla alınacak;
2) Ortak Operasyon Merkezi kurulacak;
3) Güvenli bölge “barış koridoru” işlevi görecek ve Suriyelilerin dönüşü için çaba harcanacak.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ilk açıklamasında “Ankara mutabakatı çok iyi bir başlangıç. Ancak bu bölgede YPG/PYD ve PKK tamamen temizlenmeli” diyerek Türk kamuoyunda Amerika’ya karşı duyulan güvensizliği ve beklentileri ifade etmiş oldu. Çünkü ABD'nin bölgeyle ilgili projelerinde, PKK terör örgütü gibi temel bir konuda, Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı niyetlerinin, hedeflerinin ve beklentilerinin olduğunu herkes görüyor. Bunları itirazlarımıza aldırmadan yıllardır uygulamaya çalışıyor; Menbiç konusunda yaptığı gibi verdiği sözleri defalarca çiğnedi. Güvenilir bir stratejik ortak olarak benimsediği, taşeron unsur olarak kullandığı YPG/PKK üzerinden bölge jeopolitiğini değiştirmek, kendisine ve İsrail devletine sadık ve güvenilir bir Kürt devleti kurmak istiyor. Suriye’nin kuzeyinde Ayn el Arap (Kobani)’den Kamışlı’ya kadar olan yaklaşık 500 km. uzunluğundaki bir alanda PYD/YPG kontrolünde Rojava adıyla oluşturulan fiili devleti kalıcı ve meşru hale getirmek, Türkiye’nin müdahalesini engellemek için elinde geleni yapıyor.
Washington, 7 Ağustos tarihli Ankara mutabakatını, çok defa yaptığı gibi muhtemelen oyalayıp vakit kazanma taktiği şeklinde kullanmak isteyecektir. Anlaşmanın temel esaslarındaki belirsizlikler mutabakatı daha baştan kuşkulu hale getiriyor. Birkaç aşamada bölgedeki terör unsurlarının temizleneceği, Arap nüfusunun ağırlıklı olduğu 140 km uzunluğunda 15 ila 30 km derinliğindeki bir alanın güvenli hale getirilerek buradan kaçmak zorunda kalan 600 bin civarındaki sığınmacının dönüşünün sağlanacağı gibi ifadeler umut verici görünseler de muhatabımızın bunları hayata geçirecek kararlılığının olmadığı şimdiye kadar çok defa sınanıp görüldü. Bu defa farklı bir gelişme olursa, bölgede barışın ve huzurun sağlanmasını isteyen herkes elbette mutlu olur.
ABD’nin bölgede 1991’den beri uyguladığı politikaların neye mal olduğu ortada: Suriye ve Irak merkezi yönetimleri yıkıldı; bu iki ülke fiilen bölündü, milyonlarca insan sığınmacı oldu yahut öldü. Ülkeler baştan başa harabeye döndü. Bu kaosun kazananları da var elbette; en başta İsrail geliyor. Hiçbir yükümlülük almadan Washington’u arkadan yönlendirip etkileyerek, 1948’de kurulduğundan bu yana en yüksek stratejik güvenliğine kavuştu. Kendisine tehdit oluşturabilecek iki merkezi Bağdat ve Şam’ı ek olarak Libya’yı kıpırdayamaz hale getirdi. Tahran için neredeyse gün sayılıyor. Suudi Arabistan, BAE ve Mısır İsrail’in artık rakibi değil destek gücü konumundalar. Müslüman devletlerin kaderine terk ettiği Filistin’in tamamına yakını Kudüs ile birlikte İsrail’in mülkiyetine geçirildi. Doğu Akdeniz’de bulunan muazzam doğalgaz kaynaklarının akıbeti İsrail’in elinde.
Kaosun bir kazananı PKK’nın yönetimindeki Kürt etnikçiliği oldu. ABD-İsrail ortaklığının taşeronu, kara gücü olmanın karşılığında ve Washington’un siyasi, ekonomik ve askeri desteği sayesinde Suriye’nin üçte birine hâkim fiili (defacto) bir yapı oluşturuldu. ABD bu yapıyı ciddiyetini çoktandır kaybetmiş bulunan DAEŞ tehdidi gerekçesiyle stratejik ortak olarak tanımlıyor; himayesine alarak dokunulmaz kılıyor.
Türkiye son derece haklı gerekçelerle ABD-İsrail ortaklığının eseri olan bu etnik fitneye karşı çıkıyor, oluşturulmaya çalışılan terör koridoruna güç kullanarak engel olmak istiyor. İşimiz elbette kolay değil; karşımızda küresel bir güç ile İsrail ve AB’nin yanı sıra Washington’ın güdümündeki Körfez bloku var. Rusya ise asırlardır hedefinde olan Akdeniz’e ulaşmanın mutluluğu içerisinde taktik manevralarla egemenliğini pekiştirmek, Türkiye’yi Batı blokundan koparacak gelişmeleri elinde geldiğince hızlandırmak istiyor. Türkiye mevcut tabloyu doğru okuyarak, yanlışlığı ortada olan hamaset ve hissiyata dayalı politikalar yerine reel politik faktörlere dayalı gerçekçi bir rota izleyerek, Şam’daki hükümetin uluslararası meşruiyete sahip olduğunu görüp ilişkilerde yeni bir kanal açmayı deneyerek bu musibeti savuşturmak zorundadır. ABD’nin oyalama taktikleri uzun süre geçerli olduğu takdirde şartlar çok daha ağırlaşır, planlanan operasyon istense bile yapılamaz hale gelebilir.