Altı ay kadar önce başlayan Fırat Kalkanı harekâtında kritik bir hedef olan El-Bab’da kontrolün büyük ölçüde sağlanması askeri açıdan önemli bir başarıdır. DEAŞ’ın uzmanlık alanı olduğu bilinen bombalı tuzakların, patlayıcı dolu tünellerin, intihar saldırılarında kullandığı bombalı araçların, keskin nişancıların bulunup etkisiz hale getirilmeleri, bunların sivil halka zarar vermeden yapılması TSK’nın gayri nizami savaş ve şehir çatışmaları konusunda iyi eğitildiğini, deneyimli olduğunu ortaya koymuştur. Bunu Amerikan askeri çevreleri de kabul ediyorlar ve TSK’nın övgüye değer bir başarı sağladığını belirtiyorlar.
Fırat Kalkanı operasyonu önce Silivri davaları sürecinde, son olarak 15 Temmuz darbe girişiminde tarihimizin en alçakça tuzaklarından birine maruz kalan, içerisinden çökertilmeye çalışılan, ister istemez ağır hasar gören silahlı kuvvetlerimiz, böylesine ağır bir travmayı kısa zamanda atlattığını, ülkemizin ve milli varlığımızın savunulmasında her zamanki gibi en büyük güvencemiz olduğunu herkese göstermiştir.
70 den fazla şehit verdiğimiz bu harekât sırasında kimseden yardım görmedik. ABD’nin liderliğini yaptığı koalisyon güçleri, en fazla ihtiyacımız olduğu anlarda gerekli hava desteğini vermekten kaçındı. Rus savaş uçakları birkaç defa askeri birliğimizi bombaladı. Bunların kazaen olmadığını gösteren belgeler elimizde olmasına rağmen Putin’in başsağlığı mesajlarını yeterli bulduk; Rusya ile yeni bir kriz yaşamamak ve operasyonu tehlikeye sokmamak için olayların kaza olduğunu kabullenip susmak durumunda kaldık.
Askerlerimiz El-Bab’da günlerce pek çok zorluğa, lojistik destek zaaflarına, çevreden gelen çeşitli tehditlere rağmen canları pahasına verilen görevleri yerine getirdiler. Bu harekâtta görev yapan komandolarımızın, mor ve mavi bereli askerlerimizin her birinin derin bir sorumluluk ve tevazu içerisinde yaşadığı kahramanlık hikâyesi var. Bunları doğal olarak kendileri anlatmıyor; anlatması gereken basın ve TV kanalları ise aşırı derecede siyasallaşıp partizanlaştıklarından yararlı bir şeyler yapmaya zaman bulamıyorlar.
Türkiye’nin El-Bab’dan sonraki adımlarının ne olacağı henüz kesinlik kazanmış değil; çelişkili açıklamaları yapılıyor. Bir yandan en yetkili ağızlardan El-Bab’dan daha ileriye gidilmeyeceği ifade edilirken, diğer yandan ABD ile Rakka’ya operasyon konusu görüşülüyor. Trump yönetiminin üst düzey yöneticileriyle, CIA Başkanı ve askeri yetkililerle görüşmelerin yapılmakta olması pazarlıkların ciddiyetini gösteriyor. Fakat Trump yönetimi Obama döneminde yaşanan ve iki devlet arasında var olduğu söylenen stratejik ittifakla bağdaşmayan “iki yüzlü” politikayı sürdürmekte kararlı görünüyor. Bir taraftan Ankara ile Rakka operasyonunu ve Suriye’nin geleceğini görüşürken, diğer taraftan YPG’ye ağır silahlar veriyor; devamının geleceğini bildiriyor ve bunları resmi ağızlardan açıklamakta sakınca görmüyor.
TÜRKİYE KADERİYLE BAŞ BAŞA
Türkiye şu sıralarda son yüzyıldaki en büyük yalnızlığını yaşıyor; kaderimizle baş başa kalmış durumdayız. ABD Irak’ta 90’lı yılların başında sahneye koyduğu senaryoyu Suriye’de de tekrarlamak kararında. O dönemde siyasi bir varlık olmayan iki Kürt aşireti, ABD’nin “çekiç güç” adıyla oluşturduğu, şemsiyenin altında, askeri, ekonomik ve politik yardımlarıyla, Bağdat yönetimine kafa tutan ve bağımsızlık ilan etmeye hazırlanan fiili bir devlet haline geldi. Benzer oyun günümüzde Suriye’de tekrarlanıyor. Washington Ankara’nın gözünün içine baka baka 900 km.lik sınırımız boyunca kantonlar halinde oluşturulan PKK yapılanmasını himayesine almış durumda. PYD’yi terör örgütü saymadığını ısrarla tekrarlıyor. CIA’nin eski direktörü emekli general Peatrus geçenlerde “PYD PKK’nın kuzenidir” derken, her şeyin ABD’nin bilgisi ve kontrolü altında olduğunu, Amerika’nın Ortadoğu’da ikinci bir Kürt devletini kurmaya çalıştığını ifade etmiş oldu.
Karşımızda iki süper güç Amerika ve Rusya’nın yanı sıra, Şii’liği, araçsallaştırarak bölgesel bir güç haline gelmekte kararlı olan, halen Suriye ve Irak’taki askeri ve operasyonel gücüyle ciddi bir etkisi bulunan İran var. Arenadaki bu güçlerin hemen arkasında, rollerini açığa vurmadan perde gerisinde oynamakta olan İsrail ve İngiltere bulunuyor. Bütün bu işlerin bölgeyle ilgili plân ve projelerinin ortak noktası, kendi aralarında farklı hedef ve niyetleri bulunsa bile, tamamının doğrudan Türkiye’nin beka ve güvenliğine, bütünlüğüne tehdit oluşturmaları.
MİLLÎ SEFERBERLİK İHTİYACI
Türkiye’nin sırf kendi imkânlarıyla, gücüyle doğrudan varlık ve bütünlüğümüze tehdit anlamına gelen bu projeleri engellemesi, Suriye üzerinden yürütülen bölgesel hâkimiyet mücadelesini durdurması kolay değil; ama imkânsız da değil. Milli varlığımıza yönelik tehlikelere karşı, her bakımdan iyi düşünülen, plânlanan ve bütün ihtimalleri hesaba katan, rakiplerimizi doğru okuyup değerlendiren, siyasi, askeri, ekonomik ve toplumsal kapasitemizle bağdaşan ve nihayet kararlı şekilde uygulanan milli bir politikaya ihtiyacımız var. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süre önce Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana en büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu, ülkemizin yeniden Sevr dönemi şartlarına çekilmeye çalışıldığını söyledi; “milli seferberlik” çağrısı yaptı. Devletimizin bütün haber alma ve değerlendirme kaynaklarının toplandığı en üst makamdan yapılan bu tespit ve çağrı büyük önem taşıyor. Son zamanlarda sık sık değerlendirilen “beka” meselesinin ne derece hayati bir sorun olduğunu gösteriyor.
Uluslararası ilişkilerde atılması gereken adımların zamanında atılmamasının yahut yanlışlar yapılmasının telafi şansının olmadığını çok defa yaşayarak öğrendik; ama objektif bir değerlendirme yaparak, benzer yanlışları tekrarlamamaya çalışacağımıza hissi, hamasi ve ideolojik altı boş söylemlerle sonuç alacağımızı zannediyoruz. 2011 ilkbaharına kadar Türkiye için kesinlikle bir problem ve tehdit kaynağı olmayan, tam tersine her alanda çok sıcak ilişkiler içerisinde olduğumuz Suriye’nin altı yıl zarfında nasıl olup ta böylesine bir tehdit alanı haline geldiğini, bundaki kendi yanlışlarımızın ve kusurlarımızın rolünü hatırlamak bile istemiyoruz.
Uluslararası kurallar acımasızdır; faturayı hatır gönül dinlemeden getirip yanlışı yapanın önüne koyarlar, tahsiline çalışırlar. Aslında bu nitelikteki açmazdan kurtulmanın yolunu 96 yıl önce görüp yaşamıştık. Mustafa Kemal Paşa’nın çevresinde kenetlenerek, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle milletçe seferber olarak prangalardan kurtulduk. Milyonlarca km2 den 777 bin km2’ye düşen topraklarımız üzerinde, barış ve huzur içerisinde yaşadığımız Cumhuriyetimizi kurmayı başardık.
HAYIR OYLARI EVETLER KADAR SAYGIYA MÜSTAHAKTIR
Türkiye’nin Balkan Savaşı dönemini çağrıştıran büyük iç ve dış sorunlarla karşı karşıya olduğu günümüzde, referandum tartışmalarının ihtiyacımız olan milli seferberliğe, milli dayanışmaya, milli beraberliğe ne yarar sağlayacağını birilerinin anlatması gerekiyor. Hayır oyu kullanacak milyonlarca yurttaşımızı terör örgütlerinin yandaşı olarak tanımlayan, toplumu siyasal hesaplar uğruna kategorize eden söylemler milletimizin geleceği açısından çok sakıncalı popülist bir taktiktir. Kimsenin kendi siyasi görüşüne katılmadıkları için milletimizin bir kısmını suçlayıp damgalamaya hakkı yoktur. Özellikle varlığını Türklüğün mutluluğu ve yücelmesiyle özdeşleştiren, ülkemize ve devletimize çıkar ve ikbal beklentileriyle, midesiyle değil, yüreğiyle ve beyniyle bağlı olan milyonlarca Türk milliyetçisini, referandumdaki tercihlerinden ötürü hayatları boyunca ölesiye mücadele ettikleri terör örgütleriyle aynı safta ilan etmeye kalkışmak aklın ve vicdanın kabul edeceği bir tavır değildir.
ÖNEMLİ OLAN SİSTEM DEĞİL DEMOKRATİK KRİTERLERİN VARLIĞIDIR
Anayasa da yapılan düzenlemelerde mevcut sistem değiştiriliyor; 1876’da Kanun-i Esasi’den bu yana uygulanmakta olan parlamenter sistem yerine Cumhurbaşkanlığı (başkanlık) sistemi getiriliyor. Ancak böylesine önemli ve tarihi değişikliğin gerek TBMM’de, gerekse kamuoyunda yeterli derecede tartışılıp konuşulduğunu söylemek zor. Referandumda seçmenlerin büyük bölümü neye oya verdiğini tam olarak bilmeden oy kullanacak. Bu konuyla ilgili yapılan tartışmaların getirilen sistemin hukuk devleti, demokrasi, haklar ve özgürlüklerle ilgili yönlerinden çok siyasi polemikler, gelecekle ilgili vaatler, lidere bağlılık ve sadakat retoriği üzerinden sürdürülmesi meselenin anlaşılmasını daha da zorlaştırıyor.
Sistem ister parlamenter, isterse başkanlık tarzında olsun önemli olan demokrasinin temel şartlarının, kurumsal unsurların varlığı, eksikliği yahut yokluğudur. Günümüzde iki yüz yıl kadar önce John Locke, Montesquieu gibi düşünürlerin görüşlerini temel alan, zaman içerisinde hem teoride hem de uygulamalarda bir çok bilim insanının, düşünürün, politikacının katılımıyla zenginleşen, evrensel bir anlam kazanan hukuk devleti anlayışı, demokratik yönetim olgusu var. Buna göre kuvvetler ayrılığı olmadan, hem tarafsız hem de bağımsız yargı üzerinden devletin bütün eylem ve işlevleri denetlenmeden, yönetimde şeffaflık ve hesap verebilme sağlanmadan hukuk devletinden bahsetmek mümkün olmaz. Devlet hukuka bağlı ve hukuk kuralları çerçevesinde yönetildiği ölçüde bireysel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında sıkıntı yaşanmaz; haklar ve özgürlükler güvence altında olur.
ABD, dünyada halen başkanlık sisteminin demokratik standartlara göre başarıyla yürütüldüğünü “model ülke” konumundadır. Trump’ın başkanlık görevine başlamasıyla birlikte yaptığı icraatlarda, aldığı kararlarda ortaya çıkan tablo, hukuk devletinin işlerliğini gösterir niteliktedir.
Başkan Trump uygun bulduğu bir ismi Adalet Bakanı olarak atıyor. Fakat kararın kesinleşmesi için senatonun onayı gerekmektedir. Partisi 50’ye 48 çoğunluktadır. Ancak iki Cumhuriyetçi senatör atamayı uygun bulmuyor, demokratlarla birlikte oy kullanıyor. Başkan Trump son anda yardımcısını senatoya göndererek bir oy farkla da olsa kararının onaylanmasını sağlıyor.
Göçmenlerle ilgili sınır dışı yapma kararı yargıdan döndü; temyiz etti, gene döndü. Yani ABD’de başkan yargıya hükmedemiyor; çünkü o ülkede yargı bağımsızlığı mevcut.
Obama döneminde de benzer olayların yaşandığını biliyoruz. Eski başkanın geçen yıl yüksek mahkemeye atadığı isim parlamentodan onay çıkmadığından görevine başlayamadı. Başkan yönetimin başı, yetkileri çok geniş; büyükelçileri, federal devletin bütün üst düzey bürokratlarını, bakanları kendisi belirliyor. Fakat Senato ve Temsilciler Meclisi’nden de onay almak mecburiyetinde. Başkanın seçildiği partisiyle ilgisi kalmıyor, yaptırım gücü yok. Başka bir ifadeyle ABD Başkanı partisinin genel başkanlığını da üstlenmiyor. Dolayısıyla parlamentoda kimlerin yer alacağını, seçime gireceklerin listesini başkan belirlemiyor.
Bütün bu nedenlerden dolayı ABD’de başkanlık sistemi 240 yıldır aksamadan işliyor. Amerikan halkı bunca zaman sistemi değiştirmek gereğini duymadı. Bizde ise 140 yılda anayasamızı dört defa tümüyle değiştirdik, defalarca köklü değişiklikler yaptık. Ama hâlâ sistem tartışmaları yapıyoruz.
Anayasa bu kadar sık değiştirildiği zaman doğal olarak istikrar sağlanamıyor. Anayasal kurumların kökleşerek deneyim kazanmaları, içtihat yapmaları mümkün olamıyor. Karl Popper’e göre demokrasinin temel sorunu “bizi kimin yönettiği” (hâkimiyetin kime ait olduğu) meselesinden ziyade “nasıl yönetiliyoruz, yönetimi nasıl değiştiriyoruz?” (hâkimiyetin nasıl kullanıldığı) meselesidir.
1982 Anayasası hazırlanırken sistem Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olacağı varsayımı üzerine bina edilmiş, gücünün devam edebilmesi maksadıyla Cumhurbaşkanı’na çok geniş yetkiler verilmişti. Bunun sonucu olarak Evren, süresi bitip görevinden ayrıldıktan sonra makama seçilen Cumhurbaşkanı ile yürütme ve yasama organı arasında birçok problemler yaşandı. Hatta Ahmet Necdet Sezer ile Ecevit arasında kriz çıktı. Çünkü kişiye göre bir elbise diktiğiniz zaman başka birinin makama gelmesi durumunda onun niteliklerine uymamasından dolayı sıkıntılar yaşanması kaçınılmaz oluyor. Türkiye’de halen anayasa konusundaki temel sıkıntı geçmiştekine benzer bir yanlışın tekrarından kaynaklanıyor. Meselenin Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi meselesi olmadığını unutuyoruz; onun da herkes gibi fani olduğu, önemli olanın bu makama gelenler değişse bile tıpkı ABD’ ki gibi çok uzun yıllar aksamadan işleyecek kurumlara ve ilkelere dayalı bir sistem olduğu gerçeğini nedense idrak edemiyoruz. Sonuçta referandum adeta Sayın Erdoğan’ın şahsının tercih edilip edilmemesi gibi bir tercihe dönüşmüş oluyor.
Ayrıca yapılan değişiklik şayet referandumdan geçerse, bir süre sonra bunun yetersiz bulunup yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyulup duyulmayacağını da bilemiyoruz. ABD dahil, başkanlık sistemiyle yönetilen bütün ülkelerde eyaletler mevcut; ülkelerin kendi siyasal, toplumsal ve tarihi şartları çerçevesinde belirlenen idari yapılar var. Türkiye’de bir ara dillendirilen “Osmanlı’da da Lazistan, Kürdistan gibi eyaletler vardı, eyalet sisteminden korkmamalıyız” tarzındaki görüşlerin gündeme getirilmesi halinde Sayın Bahçeli’nin tavrı ne olur, veto şansı bulunabilir mi, bilemeyiz.
16 Nisan’a kadar sürecek kampanya sırasında dileriz siyasi liderler, siyasetçiler, başta gazeteciler ve TV’ler olmak üzere onlara destek verenler Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ağır sorunlara uygun rasyonel birleştirici bir dil kullanırlar. Toplumda kutuplaşmaya ve ayrışmaya yol açacak gereksiz polemiklerden, popülist tavırlardan kaçınırlar. Farklı görüş ve düşüncelerin hiçbir baskı altında kalmadan, korkmadan ifade edildiği bir ortam oluşur. İhtiyacımız olan milli birlik ve dayanışma partizan hesaplarla, şahsi ve siyasi biat (bağlılık) ve sadakat gösterileriyle değil, milletimizin her ferdini kendi görüş ve zihniyetini benimsemiyor bile olsa içtenlikle sevmekle ve kucaklamayla sağlanır.