13 yıl önce AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidara getiren, üst üste üç seçimde giderek yükselen bir çoğunlukla iktidarda kalmasını sağlayan seçmen iradesi, 7 Haziran’da farklı bir karar verdi. Bu sonuçlarla sadece AK Parti değil, bu iktidarın devamı için bir partili gibi bütün gücüyle çalışan Recep Tayyip Erdoğan da kaybetmiş oldu.
Seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan belirsizlik ortamı, partiler arasında anlaşma sağlayarak, bir koalisyon hükümeti kurularak çözülebilir mi? Bunun olmaması durumunda doğal olarak erken seçim kaçınılmaz hale gelecektir. Parti yöneticilerinin yaptıkları ilk açıklamalar ve genel hava iki ihtimalin de gündemde olduğunu gösteriyor.
2003 deki seçim sonuçları, % 34 civarında oy alan AK Partiyi iktidara getirmişti. Bu defa % 41’e yakın oy ona bu imkânı vermiyor. Çünkü 10 yıl önce DYP çok küçük bir farkla, % 9.7 oy oranına rağmen Meclis dışında kalmış, AKP oy oranının üzerinde Meclis çoğunluğu sağlamıştı. Bu defa tersi oldu.
Seçimlerden önceki bütün tahminler HDP’nin kilit parti olacağını işaret ediyordu. Seçmen 70 yıllık çok partili dönem boyunca yapılan genel seçimlerde sergilemediği bir tavır ortaya koydu. Çoğunluğu CHP yanlısı olan bir milyondan fazla insan AK Parti’nin tek başına iktidarda kalmaması için HDP’ye oy verdi.
Seçim gecesi sonuçlar üzerine yorum yapan Bülent Arınç, HDP’nin bir proje olduğunu, muhalefet partileri ve paralel yapıyla birlikte iç ve dış çevreler tarafından “koç başı” olarak kullanıldığını söyledi. Genel siyasi ortamı ve partisinin iç durumunu çok yakından bilen bu tecrübeli politikacı, sonuçlara siyasi bir komplo olarak bakmak yerine daha doğru ve gerçekçi bir teşhis koyabilirdi. Aslında bunu aylarca önce yapmış, toplumun bölündüğünü ve en az yarısının kendilerinden nefret eder durumda olduğunu, bundan endişe duyduğunu belirtmişti.
Şu sıralarda sonuçları tahlil etmek, bir önceki seçime göre 9 puanı bulan oy kaybının nedenlerini araştırmak üzere toplantı yapan AKP yöneticileri, Sayın Arınç’ın yaptığı gibi olayı komplo olarak nitelendirmek yerine cesaretle öz eleştiri yapabilirlerse, gerçekleri görüp sonuçları doğru okuyabilirlerse partileri adına daha yararlı bir iş yapmış olacaklardır.
Son yıllarda giderek keskinleşen kutuplaşmanın, toplumsal ayrışmanın sorumluluğunu iktidar karşıtı iç ve dış çevrelerde, muhalefet partilerinde aramak, onları PKK ve DHKP-C gibi örgütlerle işbirliği halinde göstermeye çalışmak siyasetin kurallarına, iktidarın misyonuna ve işlevine aykırı bir yaklaşımdır. Dönemin başbakanı Erdoğan, 17-25 Aralık’ta dört bakanla ilgili skandalın üzerini kapatıp iktidarın olaydan zarar görmeden sıyrılması maksadıyla bunu yaptı. Etkili bir PİAR çalışmasıyla dilediği sonucu aldı. Tabanını kendisini iktidardan uzaklaştırmak için düzenlenen darbe girişiminin varlığına inandırdı. Daha sonra Başbakan Davutoğlu’nun hiç olmazsa söz konusu iki bakanın Yüce Divan’a gönderilmesi isteğini engelledi. Ancak algı operasyonu konusunda sağladığı başarı sadece kendi tabanıyla sınırlı kaldı. Üstelik taraftarlarının tamamını bile ikna edemediği 7 Haziran’daki oy kaybıyla ortaya çıktı.
AK Parti’nin üç dönem üst üste seçimleri kazanıp 13 yıl tek başına iktidarda kalması siyasi bir başarıdır. Bunda en büyük payın Recep Tayyip Erdoğan’a ait olduğu ortadadır. Hırsıyla, teşkilatçılığıyla, takipçiliğiyle, tükenmeyen enerjisiyle, özellikle üstün hitabet yeteneğiyle partisini diri ve canlı tuttu. Abdullah Gül, Abdullatif Şener hatta Bülent Arınç gibi birlikte yola çıktığı kurucular arasından rahatlıkla sıyrılarak “tek adam, tek lider” oldu. Ancak “güç yozlaştırır, mutlak güç çok daha fazla yozlaştırır” kuralı bir süre sonra işlemeye başladı. Çünkü her konuda tek söz sahibi ve karar verici konumuna gelmek duyguları köpürtür; nefsin kontrolünü zorlaştırır. Hükmetmek alışkanlık haline gelince tecrübe, nitelik, beceri ve kabiliyet bir kenara bırakılarak sadakat ve biat esas alınmaya başlar. Tevazunun yerini kibir alır; çevresindekileri, siyasi kadrolarında, yönetimlerde yer alanları ikballerini, makam ve sıfatlarını kendisine borçlu hizmetliler olarak görmeye başlar. Tahakküm giderek alışkanlık haline gelir.
AK Parti iktidarı ve Erdoğan üç genel ve yerel seçimin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı seçimini de kazanmış olmanın gururu içerisinde giderek içine kapandı. Toplum “bizimkiler ve ötekiler” olarak ayrıştırıldı. Kamu kaynakları, devlet imkânları kullanılırken, alt yapı yatırımları, ihaleler ve özelleştirmeler yapılırken, ruhsatlar dağıtılırken bu ayrımcılık merkeze bağlı bir sisteme dönüştü. Bürokratik tayinlerde, terfilerde, eleman alımlarında iktidarın yan kuruluşlarının referansları esas alındı. Lidere yaranmak için siyasi sadakat ve biat gösterileri başladı. Mevlana-Şems benzetmelerinden, çifte tabancalı muhafızlık söylemlerine kadar AKP taraftarı Akif Beki’nin ifadesiyle “yandaşlıktan yanaşmalığa” uzanan bir dönüşüm ortaya çıktı.
İktidar Meclis’te sahip olduğu büyük çoğunluğa dayanarak istediği bütün yasaları çıkardı. Bunlara Başbakan Davutoğlu’nu bile rahatsız eden “kanun kuvvetinde kararnameler” yöntemini de ekleyerek devletin temel yapısını, anayasal kurumlarını kökten değiştiren, binlerce kişiyi ilgilendiren operasyonlar yaptı. Yargı HSYK üzerinden bakanlığa bağlanmak suretiyle fiilen kuvvetler birliğine geçildi. Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay’a, Danıştay’a, Sayıştay’a yapılan atamalarla, verilen çok sayıda yeni kadrolarla yargı bağımsızlığı ortadan kaldırıldı. Hakimler kararlarından ötürü başka mahkeme tarafından tutuklanabiliyor; savcılar, emniyet müdürleri mahkeme kararı olmadan kendi başlarına örgüt tanımlaması yaparak infaz isteyebiliyorlar.
Son yıllarda hukuk kuralları bir tarafa bırakılan bu tarz yasal düzenlemeler, yargıda yaşanan kadrolaşmalar hukuk devleti ve demokrasimiz adına geriye gitmektir, talihsizliktir. Türkiye’nin 1950’den bu yana zaman zaman askeri müdahalelerle kesintiye uğramasına rağmen, kendi çapında işleyen demokratik düzeni ciddi bir yara almıştır. Bunların telafisi sağlanmadan, yargı bağımsızlığı ve denge-fren ve denetim sistemi olmadan istikrarlı bir yönetimin kurulması mümkün değildir.
7 Haziran’da seçmen ülkeyi otoriter yönetime dönüştürme girişimlerine “dur” demiştir. Bunu en başta AKP yöneticileri olmak üzere, herkesin görmesi, halkın iradesine saygı göstermesi gerekir. Bu hususta önemli olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim sonuçlarını nasıl yorumlayacağıdır. 13 yıl boyunca başarıya, gücünü kullanmaya, tek başına yönetmeye alışmış bir insanın, “alışılmış cumhurbaşkanı” olmaya, anayasal yetkileri çerçevesinde kalmaya rıza göstermesi kolay değil. Gelişmeleri saraydan olabildiğince yönetmek ve yönlendirmek isteyecektir. Ahmet Davutoğlu partisinin genel başkanı sıfatıyla inisiyatifini bağımsız şekilde kullanabilecek durumda olmadığından, AK Parti’nin koalisyon konusundaki kararı Erdoğan tarafından belirlenecektir.
Cumhurbaşkanı’nın Deniz Baykal ile görüşmesi önemli bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Çünkü TBMM’nin açılışında en yaşlı üye olarak başkanlık yapacak olan, partisinin yönetim kademelerinde görevi bulunmayan bir siyasetçiyle sohbet görüşmesi yapılmaz. Birkaç gün sonra Meclis’te yemin töreni tamamlanıp Meclis Başkanlığı seçimine sıra geldiğinde, Baykal aday olursa ve AK Parti’nin desteğiyle seçilirse bu konudaki işbirliğinin iki parti arasında koalisyon oluşumuna dönüşmesi sürpriz olmayacaktır.
Bu mümkün olmadığı takdirde bir MHP ve AK Parti hükümeti kurulabilir mi? MHP’nin kırmızı çizgi olarak öne sürdüğü üç hususta bu iki partinin uzlaşma ihtimali pek görünmüyor. Özellikle açılım konusunda tarafların tavrı ortadadır.
AK Parti’nin olmadığı ve HDP’nin dışarıdan desteklediği bir hükümet formülü ise sadece teorik bir varsayım olarak konuşulabilir. Çünkü MHP’nin buna rıza göstermesi kendini inkâr anlamına gelir.
Diğer bir senaryo, şimdilik daha uzak ihtimal olarak görünse bile erken seçimdir. AK Parti çoğunluğa sahip bir koalisyon hükümeti kurulmaması durumunda buna yönelebilir. Barajı düşürmek gibi birkaç adım atarak belirli bir süre sonra seçime gitmek üzere bir azınlık hükümeti kurabilir. Hatta bu arada yeni anayasa konusu gündeme getirilebilir. HDP İmralı’dan gelecek telkin ve yönlendirmelerle bu hükümete fazla dillendirmeden dışarıdan örtülü destek verebilir. En önemlisi bu işbirliği neticesinde anayasada dilediği düzenlemelerin yapılması şartıyla başkanlık sistemine geçilmesini sağlayacak yeni bir anayasayı referanduma götürecek çoğunlukla Meclis’ten geçirilmesi mümkün olabilir.
Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda hem cumhurbaşkanı Erdoğan hem de AK Parti sözcüleri seçmene dönüp “işte görüyorsunuz, hükümet kurulamıyor, parlamenter rejim tıkanmış durumda. Ülkenin geleceği ve selameti adına tek çözüm başkanlık sistemine geçmektir” deme imkânını bulmuş olurlar. HDP geçen Meclis’te anayasa hazırlığı yapıldığı komisyon çalışmalarında başkanlık sistemine karşı çıkmamıştı. Başkanlık sistemi için gerekli olan ve yerel yönetimlere özerklik tanıyan idari alt yapının, esas itibariyle HDP’nin eyalet yönetimleri taleplerinin önemli bir kısmına uygun olduğu unutulmamalıdır.
7 Haziran seçimlerinden en kazançlı çıkan parti HDP oldu. Oylarını tahminlerin üzerine çıkararak bir misli artırdı. Çok başarılı bir kampanya yürüttü. Türkiye partisi oluyoruz derken kendi hedeflerinden, ilkelerinden geri adım atmadı. Kürt kimliğine vurgu yapan söylemlerinin yanı sıra, sürekli barış ve demokrasi mesajları verilerek liberal ve sol kesimler, aleviler kazanılmaya çalışıldı. Radikal sol örgütlerle birlikte cephe örgütü stratejisini kurdu. Seçimlerin en ciddi ve heyecanlı çalışmalarını HDP çatısı altında bir araya gelen sol örgütler, medyadaki ve üniversitelerdeki taraftarlarıyla birlikte KCK’nın bütün alt birimleri tam bir seferberlik halinde yürüttüler. Parti olarak seçime girme kararı alındıktan sonra, daha seçim dönemi başlamadan bölgedeki aşiret reisleri, kanaat önderleri, bazı korucu başları, hatırı sayılan insanlar devreye sokuldu. Bunlar başta İstanbul ve İzmir olmak üzere, Batı bölgelerinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşları bizzat arayarak, ziyaretler yaparak, görüşerek telkinde bulundular. Bölge genelinde de seferber oldular. Bütün bu çabaların sonucu olarak şimdiye kadar AKP’ye oy vermiş bulunan muhafazakâr Kürtlerin oyları önemli ölçüde HDP’ye aktarıldı. HDP bu seçimde Güneydoğu ve Doğu’daki oylarına 630 bin yeni ilave yaptı.
Kampanya süresince parti sözcülüğünü üstlenen Selahattin Demirtaş başarılı bir performans sergiledi. Türk halkını tepkiye sevk edecek, kimlik çağrışımı yapacak konuşma yapmamaya büyük özen gösterdi. Olabildiğince yatıştırıcı, barıştırıcı bir dil kullandı; sık sık kardeşlik vurgusu yaptı. Erdoğan’ın suçlamalarını zekice esprilerle cevaplandırdı. Demirtaş’ın bu performansı Kandil ve İmralı’da nasıl karşılanacak, yerini uzun süre koruyabilecek mi? Göreceğiz. Ancak PKK’nın politik kültürü, ideolojisi, hedefleri düşünüldüğünde siyasi zemine uzun süre bağlı kalınması, HDP’ye fazlaca bir yetki ve inisiyatif tanınması mümkün değildir. Çünkü HDP’nin topladığı oy, PKK’ya psikolojik üstünlük kazandırdı; dışarıya ve içeriye karşı meşruiyetini güçlendirmesine zemin hazırladı. Suriye’nin kuzeyinde sahip olduğu coğrafi alanı Türkiye içerisindeki HDP oylarıyla takviye etmiş oldu. Kandil’den Mustafa Karasu “ödünç oyumuz yoktur, hepsi bizim kendi taraftarımızdır” derken bu sonuçları nasıl okuduklarını göstermiş oldu. Bundan sonra PKK’nın çıtayı daha da yükselteceğinden, seçim sonuçlarını yeni bir stratejik hamle için kullanmak isteyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
Özetleyecek olursak:
7 Haziran’da otokratik eğilimlerin durdurulması, siyasi kabileciliğe, ötekileştirilmeye dur denilmesi sevindirici bir durumdur.
Oluşan siyasi belirsizliğin krize dönüşme tehlikesi mevcuttur. Bunu önlemek için MHP ve CHP son derece dikkatli olmak, sorumluluk yüklenmek, gelişmeleri kontrol altında tutmak zorundadırlar.
HDP’nin başarısı etno-milliyetçi Kürtçülük hareketine yeni bir ivme kazandırmış, PKK’ya yararlanabileceği psikolojik bir ortam hazırlamıştır.
Milletimiz geleceği adına daha bilinçli, uyanık ve hassas olmak, tuzağa düşmemek mecburiyetindedir.