Ekonomik alanda Batı ile yani Hristiyan dünyası ile 17’nci asırdan itibaren açılmaya başlayan bilimsel, ekonomik ve teknolojik makası bir türlü kapatamadık; yabancı bankerlerden yüksek faizle alınan borçları ödeyemediğimizden devletin resmen iflası anlamına gelen Düyun-ı Umumiye’yi kabul etmek zorunda kaldık. Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’in kurucu kadroları iktisadi bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlığın sağlanamayacağının bilincindeydiler. Lozan’da muhataplarımızla çok çetin pazarlıklardan sonra Osmanlı borçlarının otuz yıl zarfında taksitle ödenmesini içeren bir anlaşma yapıldı. 1954’te son taksiti de ödeyerek bu prangadan kurtulduk.
İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra küresel ekonomik şartlar ve uluslararası ilişkiler çok değişti. Sovyetlerin hâkimiyetindeki sosyalist blok içe kapalı, Marksist ilkelere bağlı ekonomik yöntemi tercih ederken Batılı demokratik ülkeler, tam tersine bireysel girişimciliğe dayalı, hukuki güvenceye sahip serbest ticareti, piyasa ekonomisini tercih ettiler; refah devleti oluşturmaya çalıştılar. 20’nci asrın bitmesine on yıl kala Sovyetler Birliği, küresel ekonomik ortamla rekabet edemediğinden dağıldı. Oysa bu dönemde siyasal sistem olarak Marksizm’i benimsemiş olan Çin, ekonomik alanda çok farklı bir yol izledi. Piyasa ekonomisini, serbest ticareti esas alarak, kendine özgü kapitalist bir düzen kurdu; dünyaya açılarak, yabancı sermayenin ülkeye girip yatırım yapmasını teşvik ederek hızla büyüdü; küresel bir güç hâline geldi. Günümüzde Çin’de üç yüz milyondan fazla varlıklı bir sınıfın yanında bir milyara yakın yoksulluk sınırında işçi ve köylülerden oluşan ikili bir toplum yapısı bulunuyor. Diğer taraftan Avrupa ülkeleri, AB çatısı altında ekonomilerini ve ticaretlerini eklemleyerek, fonlar ve kurumlar oluşturarak, birbirlerine parasal destekler sağlayarak ABD ve Çin karşısında ezilmemeye çalışıyorlar.
Türkiye bu acımasız küresel rekabet ortamında kendi gücüyle ayakta kalmaya, halkın refah düzeyini yükseltmeye çalışıyor. Ancak çok partili dönemdeki bütün çabalarımıza rağmen dört yüz yıllık kronik ekonomik sorunlarımızdan kurtulabilmiş değiliz. Batılı ülkelerle aramızdaki refah düzeyi makası kapanamıyor; hâlâ “kalkınmakta olan ülke” sınıfından bir üst düzeye tırmanamadık. Üstelik yüz yıldır sözünü ettiğimiz “çağdaşlaşma” hedefine ulaşabilmiş değiliz. Kısacası AB standartlarında yargının tarafsız ve bağımsız olduğu, kamu kaynaklarının kullanımını denetleyen kurulların bulunduğu gelişmiş bir demokrasi ve hukuk devleti olamadık. Zaman zaman ekonomik alanda, sanayi ve teknolojide, hukuka bağlı devlet konusunda ümit veren hamleler yapılıyor; Prof. Dr. Aziz Sancar, Prof. Dr. Fuat Sezgin, Bayraktar kardeşler gibi parlak beyinler ortaya çıkıyor. Ancak bu hamleleri, ferdî girişimler ve beceriler olmaktan çıkarıp kurumsal bir yapıya, siyasi iktidarlar değişse bile devam edebilen millî kalkınma stratejilerine dönüştüremediğimizden sürekli ve kalıcı hâle getiremiyoruz.
Hâlen bazı komşularımızla, Batılı ülkelerle yaşadığımız önemli dış sorunlarımız var. İçerideyse krize dönüşmekte olan ekonomik sıkıntılarla karşı karşıyayız. Kırk yıldır bölücü etnik terörle mücadele ediyoruz. Diğer hukuk ve demokrasi konularında yapılan uluslararası sıralamalarda yerimizin alt sıralarda seyrettiğini, bu konularda sicilimizin çok parlak olmadığını, AİHM’de Rusya’nın ardından en fazla dosyası olan ülke olduğumuzu görüyoruz. Bu tabloyu siyasi nedenlerle yok sayamayız. Bütün bu sorunlarla yüzleşerek, nerelerde yanlış yaptığımızı cesaretle belirleyerek zamanında önlemler almadığımız takdirde sorunlar büyür, taşınamaz hale gelir.
Dış politikada bunun çok sayıda somut örneğinin bulunduğunu görüyoruz. Çünkü devletlerarası ilişkilerin bir satranç oyununu andırdığını, yapacağımız her hamlenin karşılığının olacağını, yanlış bir hamlenin kayıplara yol açacağını düşünmeden, Dışişleri örgütümüzün tarihten edindiği zengin birikimini dikkate almadan hissî ve şahsi tercihlerle adımlar attık. Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerimizin buzdolabına konulmasının sonucunu keşke zamanında görüp karşımızda, Yunanistan ile blok oluşturmalarına zemin hazırlamasaydık. 2015’te Rus uçağını düşürmek yerine keşke diplomatik kanaldan farklı çözüm yolları arasaydık; gösterilen bu bir anlık hamasi tepki, ülkemize başta turizm olmak üzere milyarlarca liralık maddi kayba, birçok tavize yol açmadı mı? Ruslarla ilişkileri stratejik düzeye yükselteceğimizi düşünerek, bu hamlenin NATO ve Washington’da doğuracağı tepkileri dikkate alma gereği duymadan S-400’leri aldık, sonuçları ortada; milyarlarca dolar ödeyerek aldığımız füzeleri kullanamayacağımızı kısa sürede anlayıp depoya kaldırdık. Öte yandan teslim alma aşamasına geldiğimiz ve bazı parçalarını ülkemizde üreterek büyük kazanım sağladığımız, ortağı olduğumuz F-35 Programı’ndan çıkarıldık. Şimdi Ege’de hava üstünlüğünü yoğun rekabet hâlinde olduğumuz Yunanlara kaptırmamak için F-16’lardan almaya çabalıyoruz. Stratejik öngörü ve diplomatik basiret yetersiz kaldığında, bu sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmaz oluyor.
Ekonomi, her şeyden önce matematiksel bir olgudur; hem bireysel girişimlerde hem de kamusal alanlarda maddi kaynakların, imkânların duygularla değil akılla, bilimle yönetilmesi gerekir. Bu yapılmadığında sonuçların ne olduğunu rakamlar, istatistikler çok açık bir şekilde ortaya koyar. Dolar 2004’e kadar iki liranın altındayken bugün niye on yedinin üzerinde? Fert başına düşen millî gelirin iki bin küsurlardan on yılda 12.500 dolara çıkması elbette başarıdır ama daha da yükselmesi gerekirken sekiz bin dolara neden geriledi, nerede yanlışlar yapıldı? Bunlar sorgulanmadığı sürece nasıl düzeltilecek? Beş yıl önce açıklandığında büyük heyecan uyandıran 2023 Vizyonu’nda belirtilen rakamların, maalesef yakınına bile ulaşamadık.
Türkiye, birkaç yıldır adım adım yüksek kur, yüksek enflasyon ve artan hayat pahalılığı sarmalına girmiş durumda. Enflasyonun 2023’ün ilk aylarında büyük oranda düşeceği ifade edilse de ekonomistler, uygulanmakta olan ekonomik politikalarda ısrar edildiği sürece bunun temenniden öte bir anlamının olmayacağını söylüyorlar. Hükûmet yetkilileriyse bu politikayı, yüksek dolar kuru, ucuz işçilik ve bazı teşviklerle ihracatın, dolayısıyla döviz girişinin hızla artacağını, iç talebin daralmasıyla cari fazlaya geçileceğini ifade ederek savunuyorlar. Önce Kur Korumalı Mevduat, şimdi de Gelire Endeksli Senet uygulamalarıyla dövize talebin azaltılması umuluyor. Fakat ekonomik sorunlarımız, bu tarz geçici tedbirlerle çözülemez. Çünkü mevcut köklü yapısal sorunlarımız dış dinamiklerin, özellikle enerji, emtia ve gıda fiyatlarının uçarcasına artmasının da olumsuz etkileriyle daha da artıyor.
İçinde bulunduğumuz bu zor dönemden gerekenleri yapabilirsek elbette çıkabiliriz, fakat evvela ekonomiyi, hazine ve maliyeyi yönetecek liyakatli, nitelikli, piyasayı bilen, siyasetçinin güdümünde olmadan kendi iradesini kullanabilen tam yetkili bir ekibin oluşturulması gerekiyor. Bunun yanı sıra hazırlayacağı verilerle, raporlarla ona destek olacak uzmanlara ihtiyaç var. Seçimlere bir yıldan az kaldığı günümüz ortamında bu adımların atılması kolay değil. Siyasetçiler keşke seçim sonuçlarını hesaplayarak zamanı tüketmek yerine başka çıkış yolunun bulunmadığını görebilseler. İki yıl önce 2021’in temel konularda temel reform yılı olacağı ifade edilmişti ama maalesef sözde kaldı ve bu sıkıntılı günlere geldik.