TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Çözümü Zor Bir Sorunlar Yumağı: Diyanet İşleri Başkanlığı - Dini Cemaatler, Tarikatlar, Gruplar

Şeyhülislamlık Osmanlı Devleti’nin dini, adli ve idari alanlarda hizmet veren en önemli müesseselerinden biriydi. Pek çok müesseseyi ve mevzuatı Osmanlı’dan devralan Cumhuriyet yönetimi, bu müesseseyi de yeni devlete kuruluş ilkeleri ve felsefesi çerçevesinde adapte ederek Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla devam ettirdi.

03 Mart 1924’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ve  Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması çok önemli ve yararlı adımlardır. Aslında bu alanlarda ciddi reform ihtiyacının olduğu İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra çok konuşulmuştu. Ziya Gökalp İslâm dininin hurafelerden kurtarılması, özüne uygun derunî, ahlâkî ve insani boyutlarıyla algılanıp hayatı kuşatan bir rahmet pınarı halinde yaşanması için doğru ve kaliteli bir din eğitiminin büyük ihtiyaç olduğunu sık sık vurguluyordu.  Şeyhülislamlık müessesesinin günün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini, bir İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasını, skolastik eğitime son verilerek medreselerin bu fakülteye bağlanmasını savunuyordu. O’nun bu görüşlerinden de esinlenerek kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı Yasası’nda, İlahiyat Fakültesi’nin kurulması, medreselerin tedrisatına son verilerek İmam-Hatip Okulları’nın açılması hususları da yer alıyordu.

Yasanın çıkmasının ardından bunlar yerine getirildi. Hem İlahiyat Fakültesi kuruldu, hem de 24 kadar İmam-Hatip Okulu açıldı. Ancak bu okulların gelişmesini ve devamını sağlayacak bir ortam oluşmadı. Dini tedrisat yapan okulları gereksiz gören pozitivist anlayış, Fransa benzeri ideolojik, katı, laisist zihniyet daha etkili oldu. Önce 1931’de İmam-Hatip okulları, üç yıl sonra da İlahiyat Fakültesi (öğrenci olmadığı) gerekçesiyle kapatıldılar. Böylelikle 1948 yılına kadar dini tedrisat alanında derin bir boşluk oluştu; hem akademik kariyer yapan ilahiyatçı, hem de camilerde görevlendirilecek eğitimli din adamları yetiştirmeye uygun bir zemin kalmadı.

Diğer taraftan DİB kurulmuş ancak teşkilat yapısını düzenleyen yasalar çıkarılmamıştı. Teşkilatın kuruluşundan üç yıl sonra, 1927 Bütçe Yasası’nda Bakanlığa  7’si merkezde olmak üzere 7172 adet kadro tahsis edildi. Fakat bu uzun sürmedi. 1931 yılı Bütçe Yasası’nda bütün cami ve mescitlerin idaresi ve görevlileri Evkaf Umum Müdürlüğü’ne (Vakıflar Genel Müdürlüğü) devredildi. DİB işlevi olmayan bir kurum haline geldi. CHP’nin 1947 kurultayının konu başlıklarından birisi DİB’nın durumuydu. Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu’nun söyledikleri durumu özetliyordu: “İslâm dinine mensup kurumun başına Diyanet İşleri Reisi diye birisini oturtmuşuz. Fakat hiçbir iş yapmayacak şekilde, kollarını bağlı bırakmışız. Boyuna tespih çekmesine müsaade etmişiz.”

30 Nisan 1950’de eski bir din alimi olan Prof.Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığı döneminde cami ve mescitlerin yönetilmesi ve görevlilerin (hademe-i hayrat) kadroları yeniden DİB’na verildi. Daha sonra 1961 Anayasası’nda başkanlık anayasal bir kurul olarak nitelendirildi; görev ve yetkilerinin çerçevesi belirlenerek önemli bir adım atılmış oldu. Teşkilat yapısıyla ilgili 1965 ve 1968 de yapılan düzenlemelerle, mevcut eksiklikler giderilmeye, anayasa ve yasalarda belirtilen görevlerini yapacak, yurt dışında da faaliyet gösterecek hale getirilmeye çalışıldı. 82 Anayasası’nda başkanlık hiyerarşik olarak Genel Müdürlük seviyesinden müsteşarlık seviyesine yükseltildi. Özellikle 2010’da teşkilat yasasında yapılan düzenlemelerle başkanlığın imkan ve yetkileri genişletildi. Ancak bütün bu düzenlemelere rağmen Diyanet hükümetin emrindeki sıradan bir bürokratik kuruluş olmaktan kurtulamadı.

SİYASETÇİ DİYANETİ KADROLU PERSONELİ SAYARSA

Büyük çoğunluğu Müslüman olan halkımızın dini ve manevi lideri, tarihi geleneğimiz açısından büyük saygınlığı olan Şeyhülislamların halefi durumunda sayılan Diyanet İşleri Başkanları’ndan 12’si ya görevden alınmış yahut istifaya zorlanmışlardır. Makamında en uzun süre kalan başkan (1924-1941) işlevi olmayan o günkü teşkilatın başındaki Rıfat Börekçi’dir.

Bazı başkanlar makamın onuru ve saygınlığı hiç düşünülmeden siyasetçilerin hakarete varan müdahalelerine maruz kaldılar. 1966’da Başkan İbrahim Bedrettin Elmalı, teşkilatın bağlı olduğu Bakan Refet Sezgin’in bu tarzdaki muamelesi sonucu istifaya mecbur bırakıldı. Bakan bu davranışını yaparken Diyanetin Tapu Kadastro memurluğundan farklı bir konumda olmadığını açıkça söyleyebiliyordu.

1978’de CHP milletvekili Celal Paydaş, tayin talebini haklı gerekçelerle yerine getirmeyen başkan Tayyar Altıkulaç’ın makamını basıp tehdit etti. Bunlar olurken ne din adamlarından, ne de mütedeyyin diye nitelendirilen ahaliden, cemaatten maalesef yapanları pişman edecek bir tepki gelmedi.

DİB mevzuatında başkanlığın temel görevleri  üç ana başlıkta sıralanmıştır:

  1. İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek,
  2. Din konusunda toplumu aydınlatmak,
  3. İbadet yerlerini yönetmek.

İSLÂM DÜNYASININ ORTAK SORUNU: CEHALET-BİLGİSİZLİK-SOFTALIK

Son yıllarda gerek İslâm dünyasında, gerekse Türkiye’de İslâm’la ilgili meselelerin ön plâna çıktığı görülüyor. Hicretin henüz ilk asrında yaşanan Haricilik sorununu hatırlatan tarzda, dini farklı anlamlarda yorumlayan, algılayan akımlar, cihatçı-selefici anlayışa bağlı şiddeti kutsayan örgütlenmeler, din ile şiddetin hatta terörün birlikte anılır hale gelmesi, sadece bu olayların yaşandığı bölgelerin değil tüm inananların ortak sorunlarıdır.

Cumhuriyetin kuruluş döneminde eğitimde birliğin sağlanması, din işleriyle ilgilenmek üzere DİT’in kurulmasının faydaları günümüzde İslâm dünyasının yaşamakta olduğu dinî kaynaklı ağır sorunların ışığı altında daha iyi anlaşılmaktadır. Bu teşkilat uzun yıllar atıl bırakılmış, mevzuat sıkıntısı çekmiş, siyasi iktidarlarla problem yaşamış olmasına rağmen, Türkiye kuruluşundaki doğru yapılanma sayesinde İslâm’ın doğru algılanmasıyla, Kur’an ve Sünnet eksenindeki Müslümanlık anlayışıyla, iyi yetişmiş kaliteli ve nitelikli din alimleriyle İslâm dünyasının genelinden çok daha farklı ve olumlu bir çizgidedir. Bu tarz bir kıyaslama elbette Diyanetin misyonunu tam olarak yerine getirdiği, Din konusunda toplumu yeteri derecede aydınlattığı anlamına gelmez.

DİYANETE YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Diyanet özellikle 15 Temmuz’da Türkiye’yi tarihi bir facianın eşiğine getiren menfur darbe girişiminin faili FETÖ konusunda eleştiriliyor. Prof.Dr. Mehmet Görmez’in, görevinden istifa edip ayrılırken yaptığı veda konuşmasında söyledikleri samimi bir özeleştiri niteliğindedir: “Diyanet teşkilatı bir daha sapkın hiçbir dini yapılanma konusunda 40 yıl gecikmiş olmanın mahcubiyetini yaşamamalıdır.” ( 07 Ağustos 2017)

Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı konuda teşkilatı eleştirdi:  “FETÖ ülkemizde kök salmış ve milletimizin başına bela olmuştur. Diyanetin bu konuda ciddi eksiklikleri olduğunu söylemek isterim. Diyanet bu konuda çok ama çok geç kaldı.” (05 Ağustos 2017)

Benzer bir özeleştiriyi Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na konuşan Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da yaptı: “DİB olarak merdiven altı bir yere karşı iyi mücadele verilmediğini söyleyebilirim. O da bizim kusurumuzdur. Bünyemize almadık ama dini cemaatlerin yaptıkları yayınlarla ilgili Diyanet, toplumu uyarıcı görevler yapmakta çekimser davrandı. İnsanların zihinlerini ipotek altına alan dini telkinler konusunda Diyanetin çekimser değil net tavır alması gerektiğini görüyoruz.” (17 Kasım 2016)

Bütün bu eleştiriler yapılırken DİB’nın son faaliyet raporunda Başkanlığın yetkilerinin yeterli olmadığı belirtilmekte, bazı dernek ve vakıfların “sorumsuzluğundan” yakınılmaktadır. Başkanlığın hukuki tüzel kişiliğinin bulunmamasından dolayı cami ve Kur’an kurslarında hizmet veren dernek ve vakıfların Başkanlığa karşı bir sorumluluklarının olmayışının “çift başlılık” doğurduğu, bu durumun ciddi sıkıntılara neden olduğu anlatılmaktadır. Mutlaka Başkanlığa hukuki tüzel kişilik sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması istenilmektedir.

Epeydir tartışılan bir başka konu DİB’nın özerkliği meselesidir. Son Din Şurası’nın sonuç bölümünde bu konuya değiniliyor ve Diyanetin özerk olması talep ediliyor. Ancak Diyanetin özerkliği çok tartışılan bir konudur. Sol ve alevi kesimler bu teşkilatın ülkemizdeki bütün mezhepleri ve inançları temsil yeteneğinin olmadığını, Batı ülkelerinde Diyanet benzeri kurumların bulunmadığını, laik bir ülkede devletin dini yönetmemesi, tamamen sivil alana çekmesi gerektiği savunarak, DİB’nın kaldırılmasını istiyorlar. Buna karşılık özerkliği talep edenler böylelikle kurumun daha güçlü ve yararlı hale geleceğini dillendiriyorlar.

NASIL BİR DİYANET?

Aslında bu taleplerin ikisi de Türkiye’nin tarihi, dini, kültürel ve siyasi gerçekleriyle örtüşmüyor. Dini konularda aydınlatıcı, uyarıcı işlev yapan, ibadet yerlerini denetleyip yöneten güçlü bir Diyanet teşkilatının varlığı kesin bir ihtiyaçtır. Buna karşılık beklentilerin yüksek olduğu başkanlığın, şimdiki pozisyonuyla daha verimli ve etkili olması mümkün değil. Elinde her türlü haber alma imkânları bulunan siyaset kurumu, devletin sistematik tarzda içeriden kuşatılıp, paralel bir yapı oluşturulduğunu fark edememişse hatta yakın zamana kadar işbirliği yapılması tercih edilmişse yaşananlardan tümüyle Diyaneti sorumlu tutmak haksızlık olur.

Eski başkan Prof.Dr. Mehmet Görmez’in görevini bırakacağı dönemde söyledikleri önemlidir: “Bu köklü müessesenin salt bürokratik bir kurum mu yoksa ilmiyeyi temsil eden, dini-manevi hayatımızı sevk ve idare eden bir müessese mi olacağına artık kesin bir şekilde karar verilmelidir.”

Bunlardan birincisinin tercihi Diyanetin siyasete bağımlı bürokratik bir yapı olma sorununun devamı anlamına gelecektir. İkinci öneri Türkiye’nin şartlarına ve ihtiyaçlarına daha uygun bir yoldur ve böylelikle Diyanetin siyasetten bağımsız bir kurum haline getirilmesi zor olmaz. 2011’de Kanun Kuvvetinde Kararname’yle statüsü değiştirilmeden önce TÜBİTAK bu tarz bir kurumdu. Halen Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Yargı son anayasa değişikliğiyle statüleri zedelenmiş olsa bile özerkliği olan devlet kurumlarıdır.

Diyanetin sıkıntıları, sorunları sadece siyasetten arındırılması, etkilerinden kurtarılmasından ibaret değildir. Belki de bunlardan daha önemlisi ülkemizde İslâm adına faal halde olan cemaat, tarikat ve dini gurupların başından itibaren bu teşkilatı kabullenmek istememeleri; içlerine sindirememeleri, yararsız hatta sakıncalı görmeleridir. Bu yapılar, kendi bünyelerindeki hiyerarşik düzen kapsamında mensuplarının bağlı olduğu, biat ettiği şeyhler, hocalar, liderler kısacası mürşid dururken Diyanet İşleri Başkanı’na itibar etmeyi iman zaafı sayıyorlar.

CEMAATCİLİK TEMEL SORUN

Eski İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı meseleyi şöyle özetliyor: “İslâm toplumlarını perişan eden ana sorun, ‘hocamız, efendimiz, şeyhimiz, liderimiz, mezhebimiz, ulemamız, büyüklerimiz… ne söylediyse doğrusu odur’ anlayışının zihinlerimiz üzerine karabasan gibi çökmesi, aklımızı, fikrimizi tıkamasıdır.”

Değerli âlim Prof. Dr. Ali Bardakoğlu “kayıt dışı din pazarı” başlıklı yazısında şu tespiti yapıyor: “Halbuki Resul-i Ekrem Efendimiz’den sonra din tamamlanmış, kimseye Allah adına, kutsal adına söz söylemek hakkı ve aracılık yetkisi verilmemiştir. Kayıt dışı dinin belki de üçüncü veçhesini günümüzdeki dini cemaatlerin ve tarikat örgütlenmelerinin kahir ekseriyetini teslim almış olan işte bu nev-zuhur kutsallıklar ve gizemli din dili teşkil etmeye başladı.”

Muhterem Bardakoğlu Hoca bir gazeteye verdiği mülakatta “FETÖ’nün yerini yeni cemaatler doldurur mu?” sorusuna herkesin ve özellikle yöneticilerin düşünüp dikkate almaları gereken bir cevap veriyor: “Bazı kesim ve cemaatler FETÖ’den doğan boşluğu doldurabilmek için siyasetle kamusal alanda yaygın ve kayıt dışı dini eğitimle kendi kapsam alanlarını genişletme hesabı yapıyor olabilir. Öyle zannediyorum ki Diyanetle  uğraşmaları da bu yüzden. Dini cemaat ve tarikatlar siyaset, kamusal alan, yaygın din eğitimi ve ticaretten elini çekip kendi asli ve sivil hizmet alanlarına çekilmezse, kayıtdışılıktan çıkıp şeffat ve denetlenebilir olmazsa yeni maceralar yaşamamız kaçınılmaz görünüyor.”

KOMİSYONUN TASLAK RAPORU NEDEN DEĞİŞTİRİLDİ?

İlim adamlarımızın kendi imkânlarıyla, konuya vukufiyetleriyle tespit ettikleri bu gerçekleri devlet bilmiyor mu? Ülkemizin hem bugünü hem de yarını açısından hayati önem taşıyan bu sorunların ilgili yerlerde ayrıntılı şekilde bilindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nun bazı gazetelerde de yayımlanan taslak raporunda açıkça görmüştük. Taslak raporda dini oluşumlarla ilgili sorun alanlarına dikkat çekiliyor ve cemaatlerin şeffat ve denetlenebilir olması için akredite edilmesi de yer alıyordu: “Cemaat yapılarının çoğu açık, şeffat ve esnek olmaktan uzak olup genellikle faaliyetlerini gizlilik içinde ya da denetimlerden uzak şekilde yürütmektedir. Bu yapıların toplum yararına çalışıp çalışmadıkları hususunun kim ya da hangi kurumlarca akredite edileceği ciddi bir sorundur. Bu görevin tek başına DİB tarafından yerine getirilmesi mümkün görülmemektedir. Bu oluşumların sosyal ve dini meşruiyet, denetim, hukukilik, malî yapının şeffaflığı gibi kriterler bakımından akredite edilmesi ve bu tür faaliyetlerin genel bir meşruiyet zemininde yürütülmesinin temin edilmesi bu alanda üzerinde dikkatle ve etraflıca düşünülmüş hukuki düzenlemeler gerektirmektedir.”

Ne hazindir ki taslak raporda yer alan bu hayati tespitleri içeren kısımlar bir süre sonra yayınlanan esas raporda yer almadı. Komisyonda etkili şekilde görev yapan bir milletvekiline bunun nedenini sordum. Cevabı ülkemizin içinde bulunduğu politik ve sosyolojik gerçekleri yansıtıyor, bu gibi hayati sorunların çözümü konusunda kimsenin hayalperest olmaması gerektiğini ortaya koyuyordu. Taslak rapordaki bu bölüme büyük tepki gösteren dini cemaat ve gruplar siyasetçi üzerinde yoğun baskı oluşturuyorlar, her kanalı zorluyorlar ve sonuçta geri adım atılmasını sağlıyorlar. Milletvekili dostum “Türkiye’de iktidarın %50+1 ile belirleneceği bir seçim ortamında, siyasetçi hiçbir grubu ve topluluğu karşısına almayı, tavrı ne olursa olsun iktidarını riske etmeyi göze alamaz.” Daha fazla uzatmaya gerek var mı, nokta…