TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Cumhurbaşkanı Devreye Girmelidir


25 Haziran 2011
Nuri GÜRGÜR

12 Haziran seçimleriyle oluşan TBMM yeni çalışma dönemine başlarken, tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemeleri sonucu Türkiye, ciddi bir siyasi krizle karşı karşıya kaldı.

Mehmet Haberal, Mustafa Balbay ve Engin Alan’ın durumları hukuki açıdan Hatip Dicle’den çok farklı. YSK kesinleşmiş mahkûmiyet kararının bulunduğu gerekçesiyle Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal etti.

Yasa hükümleri bağlamında kararın gerekçeleri hukuken doğru; ancak ortada zihinlerde kuşku uyandıran ağır bir görev ihmalinin varlığını düşündüren bir tablo var.

Yargıtay’ın ilgili dairesi Hatip Dicle’nin mahkûmiyet kararını 22 Mart’ta onaylıyor ve böylece hüküm kesinleşiyor. Bu karar haber olarak bazı gazetelerde çıkıyor. Kararı veren dairenin hâkimlerinden birinin aynı zamanda YSK’da görevli olduğuna dair haberler çıktı ve bunun doğru olmadığına dair şu ana kadar bir açıklama yapılmadı. Kısacası YSK’nın Dicle’nin kesinleşmiş mahkûmiyet kararı bulunduğundan haberdar olmasını sağlayacak birçok neden mevcut.

BDP’nin bağımsız statüsünde gösterdiği adaylardan sekizi için gerekli belgelerin eksik olduğu gerekçesiyle verilen “red” kararı, YSK’nın bu tutumu, ağır şekilde eleştirilmiş, yasa hükümlerinin yanlış yorumlandığı öne sürülmüştü. Bir anda mağdur pozisyona düşürülen ve bu durumdan yararlanmayı çok iyi bilen etnik Kürtçüler fırsatı kaçırmadılar; ölüme ve yaralanmalara yol açan büyük gösteriler düzenlediler. YSK, olanlar olduktan sonra eksik belgelerin tamamlandığını beyan ederek söz konusu kişilerin adaylıklarını kabul etti. Ancak örgüt bunu kullanarak bölgede tansiyonu yükseltti, ajitasyon yaptı; oylarının artmasına katkı yapan psikolojik bir ortam oluşturdu.

Aslında hem Hatip Dicle, hem de örgüt, kesinleşen kararın milletvekilliğine engel olacağını pekala biliyordu. Ancak bunu vesile yaparak devletin ve kurumların tavrını test etmek, kullandıkları tehdit ve şantaj yönteminin sonuçlarını bir kere daha kullanmak ve propaganda malzemesi yapmak istediler.

YSK’nın, yaşadığımız ortamı doğru algılayarak, dikkatli ve özenli hareket etmesi, örgütün niyetini bilmesi gerekirken, meseleyi rutin bir işlemmiş gibi ele aldı. Yargıtay’dan mahkûmiyet kararına ilişkin yazının adaylıkların kesinleşmesinden sonra Kurul’a ulaştığını söylemek, hukuken haklı bir gerekçe olsa bile fiili durumu telafi etmiyor.

Örgüte yeni bir mağduriyet görünümü kazandırmanın, yurt içinde ve dışında bunu propaganda malzemesi ve eylem gerekçesi olarak kullanmasına fırsat verilmesi çok yanlış olmuştur.

Amaçları, ideolojik yapıları, örgütsel bağlantıları ortada olan 36 kişi arasında Hatip Dicle’nin de bulunup bulunmaması tabloda neyi değiştirecek? Tipik bir taş ve kurbağa hikâyesi söz konusu.

Silivri’deki davalarda yargılanan ve CHP ile MHP’den milletvekili seçilenlerin durumları ise, Hatip Dicle’ninkinden çok farklı.

İlgili mahkemeler yıllardır tutuklu olarak yargılanan bu insanları, isnat edilen suçun ağırlığı, delillerin tam olarak toplanamadığını ve karartılma ihtimalinin bulunduğu gerekçesiyle tahliye etmedi.

Bunlar tamamıyla yoruma dayalı değerlendirmelerdir. Kamuoyunda yıllardır tutuklu olarak yargılanan bu insanların öne sürülen ihtimalleri gerçekleştireceklerine dair bir kanaatin bulunmadığı ortadadır; gerekçeler inandırıcı değildir. Kaldı ki, mahkeme Başkanı Şengün’ün çok net muhalefet şerhi var. Yani hakimler arasında da ciddi bir görüş ayrılığı mevcut.

Yargının bağımsızlığına, adaletin mülkün temeli olduğuna, hukuka saygı gösterilmesine kimsenin itirazı yok. Ama bir de milletin iradesiyle milletvekili sıfatını kazanan, yasama organında görev yapacak insanların durumu var.

Bu sıfatı kazanmış olmak sıradan bir olay mıdır? Bunların kaçabileceklerine yahut delil karartacaklarına gerçekten inanılıyor mu?

Aynı durumda olan BDP’li Sabahat Tuncel’e milletvekilliği yolunun açılması neden emsal sayılmıyor?

Deliller şimdiye kadar toparlanmadıysa bunun sorumlusu sanıklar mıdır?

Türkiye’de siyasi içerikli bazı davalarda, 1980’de MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda yapıldığı gibi tutuklama yetkisinin infaza dönüştürüldüğü, yıllarca cezaevinde tutulan sanıkların nihai kararda ceza almadıkları görülmüştür. Bu tarz haksızlıkların telafisi mümkün olmadığından, sonunda çekilen çekenin yanına kar kalıyor, infazı yapan Yargıtay Onursal Üyeliği payesiyle taltif bile edilebiliyor.

Çok ciddi iç ve dış meselelerle karşı karşıyayız. Ülke gündemi dopdolu: Meclisin ve hükümetin bir an önce işlerlik kazanıp bunlara eğilmesi gerekiyor. Böylesine kritik bir ortamda yasama organının kilitlenmesi, çalışmaz duruma gelmesi telafisi imkânsız hasarlar meydana getirir. TBMM’nin itibar kaybına yol açacak bir tablo Türkiye’nin imajını zedeler.

Sorumluluk duygusu taşıyan, aklıselim sahibi herkesin, siyasi eğilimi ne olursa olsun bu gerçeği kavraması, muhtemel tehlikeleri önlemek üzere elinden geleni yapması gerekir.

Meseleyi soyut mütalaalarla geçiştirmeye çalışmak, her yargı kararını eleştirilmez saymak, tabu addetmek problemi daha da ağırlaştırır.

Meclisin açılmasına sayılı günler kalmışken, Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül vakit geçirmeden devreye girmelidir. Parti liderleriyle görüşerek, onları bir masa etrafında toplayarak en süratli şekilde gerekli yasal düzenlemeleri yaparak, yoruma açık tarafları somutlaştırarak bu yapay meselenin hallini sağlayacak diyalog ve görüşme zeminini oluşturmalıdır.

Yasalara uygun olmanın her zaman hukukilik anlamına gelmediği görüldüğüne göre, artık kamu vicdanını, adalet duygusunu incitecek gelişmelerin önü tıkanmamalıdır.