Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te kaldırılan Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı)'nin yerine kuruldu. Dini, tarihi ve kültürel yapımızın gereğini yerine getirmesi için bu kuruma ihtiyaç vardı. Ancak teşkilat yapısındaki büyük boşluklar sebebiyle 1951 yılına kadar camilerdeki din görevlileriyle yasal bağlantısı bulunmayan sembolik bir makam olarak kaldı. O yıl yasada yapılan değişikliklerle ve daha sonra 61 Anayasasında ve 1965’teki yasal düzenlemelerle bu eksiklikler büyük ölçüde giderildi. Teşkilat kendi alanında her bakımdan fonksiyonel hale getirildi. Diyanet Vakfı kurularak maddi bakımdan geniş bir kaynak edinmesi sağlandı.
Ancak siyasi iktidarlar bu teşkilatı bir “arka bahçe” konumunda gördükleri için başına güvendikleri isimleri getirerek kontrolleri altına almaya, beğenmedikleri takdirde anında değiştirerek sıradan bir genel müdür konumunda tutmaya çalıştılar. Bu yüzden Başkanlık adeta rüştünü ispat edemeyen, bağımlılık psikolojisinden kendini kurtaramayan bir yapı durumunda kaldı; bu yüzden ülkemizde İslami konularda sayıları giderek çoğalan nitelikli ilim adamlarını bünyesinde toplayıp onlarla iş birliği yapan, İslam’ın günümüzde karşılaştığı hayati meselelere cesaretle çözüm arayan bir merkez haline gelemedi.
Bu çekimser ve naif görünümden oluşan boşluktan yararlanan tarikatçılık ve cemaatçilik ülke genelinde son yarım yüzyılda hızla yayıldı; devlet hiyerarşisini kabullenmeyen paralel yapılar ortaya çıktı. Siyasetçiler seçimlerde bu grupların desteğini alabilmek için bu yöndeki gelişmelere sürekli göz yumdular; hatta isteklerine kolaylık sağladılar. Bu tutumun nelere yol açtığı 15 Temmuz’daki menfur darbe girişiminde yaşandı. Diyanet gibi aslında çok büyük imkanlara sahip olan, yüz bin civarındaki cami görevlisi kanalıyla inançlı toplum kesimleriyle en azından günde beş defa buluşma fırsatı bulunan bir yapı, asli fonksiyonunu layıkıyla yerine getiremediğinden meydan istismarcılara kalmış oldu.
Bu tarihi travmadan gerekli derslerin çıkarılarak benzerlerinin yaşanmaması için köklü düzenlemeler yapılması gerekirken hiçbir şey olmamışçasına aynı doğrultuda devam edilmesi, siyaset-din ilişkilerinin popülist etkilerden kurtulup asli yörüngesine oturtulamaması, uzun zamandır sürüp gelen manevi-dini sorunların özellikle gençlik kesimlerinde daha da yaygınlaşmasına yol açıyor; bundan en büyük zararı Diyanet teşkilatı görüyor, itibar kaybediyor. Oysa sağlam ve istikrarlı bir toplum yapısının oluşması için ilmi açıdan alanlarında temayüz etmiş kaliteli ve nitelikli insanlardan oluşturulması şartıyla bu kuruma büyük ihtiyaç var.
Diyanet dini konularda inananlara doğruları anlatan bir rehber, bunlara ulaşmayı kolaylaştıran bir pusula işlevi yapmalıdır. 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda yapıldığı gibi milli hassasiyet açısından tartışmalar doğuran hutbeler, yanlış kararlar doğal olarak itibar kaybına yol açıyor. 80 kadar dış ülkede temsilcilik açarak yurt dışına açılan, Gazze’den Sudan ve Bangladeş’e kadar çok geniş bir coğrafyadaki mazlum Müslümanlarla ilgilenebilen Diyanet, Doğu Türkistan’da 30 milyona yakın Müslüman Uygur ve Kazak Türkünü neden görmezlikten geliyor? Çin’e karşı devlet ile ters düşecek bir tutum izlemesi elbette doğru olmaz ama tüm özgür ve demokratik gelişmiş ülkelerin defalarca kınadığı bu ülkedeki insanlık dışı facialara, dini ve milli soykırıma duyarsız kalan İslam dünyasının bu ayıbına iştirak edilircesine sessiz kalınmasının, hutbelerden bir kınama cümlesinin bile duyulmamasının makul bir izahı olabilir mi?
Konu milliyetse bu milyonlar öz be öz kardeşimiz, mesele ümmet dayanışması ise halis muhlis Müslüman, insanlık ise bunlar da insan. 4 milyondan fazla Suriyeliyi ağır sorunları göze alarak Ensar muhabbeti adına kucaklayan Türkiye’nin bırakın devlet katmanlarından, ülkemizin Müslüman halkının temsilciliğini yapan kurumundan bile kınayan bir mesajın duyulmaması tarihi bir ayıptır.
Diyanet bu tarz anlamlı bir tavra gerek görmüyor ama çok tartışılacak başka kararlar almayı tercih ediyor. Camilerde fiziki bakımdan özürlü insanların en arkada en fazla küçük bir sıra oluşturacak kadar az sayıdaki sandalye yahut sırayı başka dinlerin ibadethanelerindekilere benzediği gerekçesiyle kaldırılmasına karar veriyor. Bunca yıldır sorun olmadan sürüp gelen birkaç iskemlenin aniden gavuru taklit sayılıp mekruh sayılması, birçok dini meseleyi sadece kendi ilmihallerindeki fetvalara göre yorumlayıp hükme bağlayan dar bir çevrenin dışında şaşkınlıkla karşılandı. Daha önce Kutlu Doğum Haftası’nın kaldırılmasında olduğu gibi, bu kararı da gazetelerinde manşetten “FETÖ’nün bir uygulaması daha kaldırıldı” diye alkışladılar. Kefen yahut hac parası diye biriktirdikleri paralarını güvenip bunların finans kurumuna yatıran binlerce mudinin hesabının üzerine yatıp saltanat süren, gazete ve TV’larını sımsıkı ellerinde tutanların, yaptıklarında İslami ve ahlaki açıdan bir sakınca görmeyip Diyanet’in kararlarında etkili olmaları ibretlik bir durumdur.
Namaz esnasında secde yapıp doğrulamayacak durumdaki bir insanın iskemlede namaz kılmasını, ikna edici dini bir gerekçe olmamasına rağmen dinen yanlış bulup camilerde engellemek taassuptur. Cenab-ı Hakk’ın insana “gücü kadar sorumluluk yüklediği”, dinde “zorlama olmadığı” ayet ve hadislerle sabit iken, şahsi yorumlamalarla bu uygulamaya kalkışmak İslam’a hizmet değildir. Kararda bir de tuhaflık yapılarak ihtiyacı olanın kendi portatif iskemlesiyle safta durmasına icazet veriliyor; arka tarafta birkaç tabure yahut kısacık bir sıra başka bir dinin taklidi oluyor da ferdi imkanını kullanmaya neden cevaz veriliyor? Bir mümin mecbur kalmadıkça rükuda iken ve secde yaparken ruhunda duyduğu ilahi hazdan asla mahrum kalmak istemez. Bunun aksini düşünmek mümine saygısızlıktır. Cemaat giderek yaşlanıyor, müdavim gençlerin sayısı maalesef artmıyor. Bu yapılan fiziki sorunlarından dolayı namazını ancak iskemlede kılabilen bir insana ya kendi iskemlenle gelirsin ya saflar arasında oturup kılmaya razı olursun ya da gelmeyip evinde istediğini yaparsın deyip camiye gelmemeye yönlendirmektir. Bir süre önce her camide 1500’er kişilik gençlik kolları kurulacağını açıklayan sayın yöneticiler belki de cemaatte oluşacak eksikliği bu tarz parlak (!) projelerle telafiyi düşünmüşlerdir.
Bağnazca tercihlerle eskiye bağlanıp kalmak, dünyada yaşanan gelişmelerle daha rahat bir hayat standardına ulaşan batılı toplumların bazı imkanlarından Müslümanların gereksiz yere mahrum kalmasına yol açıyor. Mesela camilerde helaların modern tarzda değil, asırlar öncesinde olduğu şekilde yapılması dini bir mecburiyet olarak görülüyor. Oysa en muhafazakar evlerde bile artık daha rahat olduğu için modern olan tercih ediliyor. Ama diş dolgusuna bile dinen cevaz vermeyen fetvacıları ikna etmek mümkün değildir.
Diyanet bu kesimlerden gelen baskıya direnemeyerek Kutlu Doğum Haftası’nı Mevlit Kandili’yle bağlantılı hale getirdi. Oysa iki değerli Türk Ocaklı Prof. Süleyman Hayri Bolay ile rahmetli Ayvaz Gökdemir’in eseri olan o projeyle, okullara ve gençlere yönelik programlar yapılarak mevlit dinleyicilerinin dışındaki gençlere ulaşmak, Peygamber sevgisini farklı kesimlere ulaştırmak, oluşturmak mümkün oluyordu. Ama tıpkı bu kararda olduğu gibi, önceki yıl Fetö’cülük tehdidini öne sürüp diledikleri sonucu alabildiler. Diyanet cemaat ve tarikat gruplarının baskılarından kurtulacak seviyede ilmi kaliteye, özgüvene ve statüye sahip olmadıkça bu huzursuzluk ve karmaşa devam edecek, Müslümanların sorunlarına, İslam’ın meselelerine çözüm bulmak yazık ki kolay olmayacaktır.