İran’ı bu anlaşmaya ikna etmek kolay olmadı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu son aylarda çok yönlü ve yoğun temas trafiği sürdürerek alt yapıyı oluşturmaya çalıştı. ABD’ni gelişmeler hakkında sürekli bilgilendirdi. Washington’u bu süreç boyunca herhangi bir itirazı olmadı; hatta İran’ın ikna edilmesi zor olsa bile, probleme barış yoluyla bir çözüm bulunmasında memnuniyet duyacağı mesajını verdi. Bir süre önce yapılan Erdoğan Obama görüşmesinin gündem konularından biri de bu oldu. Nitekim görüşmeden sonra Barack Obama Erdoğan’a mektup göndererek, hangi şartlarda bir anlaşamaya razı olacağını açıkladı. İran 1200 kg az zenginleştirilmiş uranyumu bir defada verirse, kendilerinin de bir yıl içersinde bunun karşılığı olarak “zenginleştirilen” uranyumu vereceklerini ifade etti. Davutoğlu bu mektubu Tahran’a bir güvence olarak sundu ve anlaşmayı imzalamasını sağladı.
İran giderek kritik bir safhaya sürüklenen bu meseleyi anlaşarak halletmeyi gerçekten istiyor mu? Buna ilişkin olarak taahhüdünü yerine getirecek, belirlenen şartlara uyacak mı?
Amerika ve İsrail tarafı Tahran yönetiminin samimi olmadığını, üstelik 1200 kg uranyumun dışında, son 6 ayda üretimi sürdürerek stokunu bu miktarın çok üzerine çıkardığını; esasen anlaşma olsa bile, uranyum üretmeyi sürdürmek istediğini öne sürerek “etkili bir yaptırım” için bastırıyor.
Ortaya çıkan bu durum doğal olarak Türkiye ABD ilişkilerinde ciddi bir gerginliği çağrıştırıyor. Çünkü yapılan anlaşmanın mürekkebi bile kurumadan bunun çöp sepetine fırlatılıp atılması anlamına gelen bir atağın başlatılması, tam anlamıyla “diplomatik bir nobranlık” tır. Türkiye ve Brezilya çok kaba bir tavırla “siz kim oluyorsunuz, haddinizi bilin” dercesine bir anda devre dışına itilmek istendiler.
Anlaşılan beş büyükler İran’ın bu belgeyi imzalayacağına, Türkiye’nin bunu başaracağına ihtimal vermemişler. Sonucun kendileri için sürpriz olduğunu Amerikalılar kadar Ruslarda kabul ediyorlar. Tahran deklarasyonunun uluslararası alanın kendi güdümlerinde olmasını kural hâline getirmiş olan küresel siyasal merkezler tarafından yadırganması, tepki görmesi şaşırtıcı değildir. Üstelik iç politika nedenleriyle Obama kendini köşeye sıkışmış hisseti. Çünkü Senato ve Temsilciler Meclisi, İran’a yönelik ağır yaptırımları öngören bir karar almak üzereydi. Obama bunun önünü kesmek için Güvenlik Konseyi’nden daha hafif bir yaptırım kararı çıkarmak istiyordu. İç politikadaki kontrolü elinde tutabilmek için Güvenlik Konseyi’nin nispeten hafif dozajda bir karar alması Obama’yı rahatlatacak görünüyor.
Şimdi yaşadıkları şokun etkisiyle diplomatik nezaketi bir yana bırakarak inisiyatifi ellerinde tutmaya, karar merciinin kendileri olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Batı basını ABD’nin uranyum takas anlaşmasına karşılık, Güvenlik Konseyi’ne yeni yaptırım tasarısı sunmasını “yükselen ve yükselecek güçler arasındaki çekişme” diye yorumluyor. Yükselen güç konumundaki Türkiye ve Brezilya’nın Batı’nın kurallarıyla oynamak istemediği belirtiliyor. Newyork Times ABD’nin tavrını “huysuzluk “ diye nitelendirdi ve şunu vurguladı: “21. yüzyılı ilk on yılı, ABD’nin gücünün sınırlarını çizdi. Bu güç artık belirleyici değil”
İngiliz Guardian ise “ taslak kararı büyük güçlerin diğer ülkelerin müzakere çabalarına diplomatik bir tokat olarak yorumlanabilir.Ancak bu yeni çok kutuplu dünyada Obama’nın bunu yapabilme gücü yok” diye yazdı.
Bu konu önümüzdeki günlerde dünya gündemini ilk sıralarında olmaya devam edecek. Türkiye’nin konuya ilişkin diplomatik girişimleri sürüyor. Bu cümleden olarak başta Obama ve Putin olmak üzere, ilgili bütün siyasal merkezlerle telefon bağlantılarının kurulduğu, görüşmeler yapıldığı biliniyor. Rusya Başbakanı Putin’in Haziran ayının ilk haftasında Türkiye’ye yapacağı ziyaret sırasında konunun doğrudan müzakere edileceği anlaşılıyor.
Türkiye’nin bu meseleye ilişkin tutumu “doğru ve yerinde diplomasi” anlamına geliyor. Ülkemiz açısından her bakımdan büyük önem taşıyan bu konuda insiyatifi elimizde tutmaya, çıkarlarımıza uygun bir zemin oluşturmaya yönelik bağımsız ve şahsiyetli tavır sergilenmesi millî bir politika anlamına geliyor. İran’a yapılacak silahlı yahut silahsız bir zorlama bölgedeki siyasal, sosyal ve ekonomik bütün dengeleri altüst eder. 20 yıldan beri Irak’ta bu tabloyu yaşıyoruz. ABD’nin bu ülkeye yaptığı iki müdahalenin Türkiye’ye maliyeti ortadır. Çok büyük boyutlara ulaşan ekonomik kayıplarımızın yanı sıra, PKK terörünün bugünkü boyutlarına ulaşmasının temel nedeni ABD’nin sadece kendi çıkarlarını düşünerek, askeri gücünü kullanarak bölgesel egemenlik kurmaya yönelik çabalarıdır.
İran ile ilişkilerimiz birçok yönden Irak’tan daha farklı ve ileri boyuttadır. Bu ülkeyle başta enerji alanında olmak üzere, giderek büyüyen ve derinleşen ekonomik ilişkilerimiz var. Türkiye’nin Türk Dünyası ile bağlantılarının olması gereken düzeye yükselmesinde coğrafi konumu bakımından İran, tarih boyunca her dönemde belirleyici bir rol oynadı. Başta Azerbaycan olmak üzere, Kafkasya politikalarında da İran ile rekabetin olabildiğince alt düzeyde tutulması gerekiyor.
Bunların yanı sıra Türkiye ve Brezilya’nın İran’da sağladığı mutabakat, bu ülkenin “ uranyum zenginleştirme” hakkını ilke olarak kabul ediyor. Böylece nükleer teknoloji tekelini bir ülkeler grubunun elinde bulundurulmasına karşı çıkılmış oluyor. Türkiye’nin bekası, güvenliği ve refahı açısından yakın gelecekte “nükleer teknoloji” alanında bir atak başlatması mecburiyeti var. İran ile yapılan bu anlaşma bir bakıma Türkiye’nin bu hakkını kullanma belgesi olarak nitelenebilir.
Bütün bu hususlar göz önüne alındığında, İran ile yapılan anlaşma Türkiye’nin “millî politika”sı bağlamında değerlendirilmeli, iç politika malzemesi olarak kullanılmamalı, Türkiye’nin geleceği konusunda hassasiyeti olan herkes tarafından paylaşılmalıdır.