Çin Halk Cumhuriyeti'nin Doğu Türkistan Türklerine uyguladığı etnik, dinî ve kültürel soykırıma karşı Batılı ülkelerin ve insan hakları konusunda faaliyet yapan uluslararası sivil toplum kuruluşlarının tepkileri giderek yoğunlaşıyor. ABD, Kanada ve Avrupa Birliği’nden sonra İngiltere de Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı baskı ve insan hakları ihlalleri sebebiyle dört Çinli yetkili ve bir kuruluşa yaptırım kararı aldı. Dışişleri Bakanı Dominic Raab, bu uygulamaların, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen “en büyük insan hakları krizinden biri” olduğunu ifade etti ve İngiltere’nin Pekin Büyükelçisi’ni Londra’ya çağırdı. Bakan, insanlık dışı uygulamaların uydu görüntüleri, hayatta kalanların ifadeleri, Çin Hükûmeti’nin kendisinden sızanlar, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü de dâhil olmak üzere güvenilir açık kaynak raporları ile bölgede yaşananların kanıtlarının açık olduğunu belirtti. Ayrıca dinî inancın, Uygur dili ve kültürünün sistematik bir ayrımcılığa uğradığını söyleyerek uluslararası toplumun bu duruma göz yummayacağına dair mesajın diğer bazı Batılı ülkelerle beraber Pekin’e de iletileceğini açıkladı.
Diğer yandan Uluslararası Af Örgütü, Çin Hükûmeti’ni, Uygur Türklerine uygulanan baskılar çerçevesinde, çocukların ailelerinden koparılarak yetimhanelere konulmasından dolayı suçlayan “Kırık Kalpler ve Hayat: Baskıyla Ayrılan Uygur Ailelerinin Kâbusu” başlıklı raporu, geçen hafta kamuoyuna açıkladı. Bu çocukların ailelerine dönebilmeleri için derhâl salıverilmeleri istendi.
Çin’in soykırım uygulamaları, Batı dünyasında giderek genişleyen tepkilere yol açarken ekonomisi zayıf Asya ve Afrika ülkeleriyle Türkiye dâhil Müslüman ülkeler, ya suskun kalıyorlar yahut Pekin tarafından hazırlanan ve yaptıklarını inkâr eden, uygulamaların terör ve teröristlerle mücadeleden ibaret olduğu iddiasıyla kendini temize çıkarmaya yönelik metinleri imzalıyorlar. Böylece Çin’in yanında yer alıyorlar. Çünkü Çin, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri; çok büyük ekonomik ve mali kaynakları elinde bulunduruyor. Komünist merkezî, otoriter devlet sistemiyle kapitalist piyasa ekonomisi yöntemleri birlikte yürütülüyor. Büyük sermayeye sahip olan yüzlerce Çin firması, Asya ve Afrika başta olmak üzere, dünyanın her tarafında sanayi ve tarım alanlarında yatırımlar yapıyor; devletleri krediler vererek borçlandırıyor; doğal kaynakları işletiyor; borsalara giriyor; büyük ihaleler alıyor. ABD ve Rusya’nın askerî güce dayalı emperyalist politikalarına karşılık Çin, aynı doğrultuda ama farklı yöntemlerle küresel hâkim bir merkez olmaya çalışıyor; bu yönde ekonomik ve parasal gücüne dayanarak etkili oluyor. ABD, bu rekabetten ciddi olarak endişe duyuyor.
Türkiye ile Çin arasında hâlen 22 milyar dolarlık bir ticaret hacmi var; Çin’e 2 milyar dolara yakın ihracat yaparken bunun on kat fazlasını, 20 milyar dolarlık ithalat yapıyoruz. Ancak ilişkilerimiz sadece ticaretle sınırlı değil; son yıllarda Çin firmalarının ülkemizde çeşitli alanlarda yatırım yaptıklarını görüyoruz.
2014 yılında, Çin’in KBC Şirketi, 665 milyon lira vererek Tekstilbank’ın yüzde 75.5 hissesini satın aldı. 2015’te Cosco Pasifik, 940 milyon dolara, Türkiye’nin üçüncü büyük limanı Kumport’un işletme hakkını satın aldı. Aynı firma, bir Suudi firmasıyla ortaklaşa 66.7 milyon dolara Demirer Kablo’yu, bir e-ticaret devi olan Çin’in Alibaba firması, 2018’de 728 milyon dolara Trendyol'u satın aldı. Çin’in dünyanın en büyük “küresel güç”ü olma vizyonunun başat projesi olan “Kuşak-Yol Projesi”nin “orta koridor“ ülkesi Türkiye’de, Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Kuzey Marmara Otoyolu işletmesinin yüzde 51 hissesini, 659.13 milyon dolar vererek alıp “büyük ortak” oldular. Son iki yılda TCMB ile swap yani takas anlaşması yaptılar mı, yapıldıysa miktarı nedir? Henüz bilmiyoruz.
Türkiye, birkaç yıldır ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine paralel olarak, Doğu Türkistan meselesini Hükûmet’in gündeminden çıkarmış durumda. Batılı ülkelerin ve uluslararası kuruluşların Çin’i kınayan metinlerini imzalamıyoruz, resmî bir açıklama da yapılmıyor. Bu suskunluk, eskiden beri komünist Çin yönetimiyle ideolojik bağlantısı olan, uygulamalarını haklı bulan solcu çevrelerde beğenilip alkışlanıyor. Üç yıldır iktidarı destekleyen gazeteler ve TRT, Doğu Türkistan‘la ilgili haberlere artık yer vermiyor. Oysa bunlardan bazıları, daha önce konuyu haber yapmakla kalmaz; yapılanların insanların dinî inançlarına saldırı olduğunu anlatan yazılar da yayımlarlardı.
Çin, hâlen ekonomik, teknolojik ve askerî gücüyle küresel bir aktör durumunda; günümüzde ABD ve Rusya'nın yanısıra dünyadaki politik ve ekonomik dengeleri etkileyen, yönlendiren üç merkezden biri; ama onun bu gücü, Ankara’nın otuz milyondan fazla Türk ve Müslümana yapılanları görmezlikten gelmesinin gerekçesi olmamalıdır. Mursi’nin darbeyle devrilmesi üzerine Mısır ile, Filistinlilere yapılan baskılar ve Gazze ambargosu nedeniyle İsrail ile diplomatik ilişkilerimizi dondurma noktasına getiren Hükûmet’in, Pekin’e karşı bu derece suskun kalması, sınırlı ve ölçülü de olsa diplomatik bir dille bile tepki göstermekten kaçınması millî ve tarihî bir vebaldir. Gerçi Ankara’nın bu tavrı yeni değil, Ecevit’in Başbakan olduğu 57. Hükûmet döneminde de benzer bir yanlış yapılmış; 2000 yılında Türkiye’ye gelen Çin Devlet Başkanı’na en yüksek ödülümüz olan Devlet Nişanı verilmişti.
Bugün çok sayıda Batılı ülke, Uygur Türklerine yönelik uygulamalarıyla insan haklarını ihlal eden Çin'i, sadece kınamakla kalmıyor; yaptırım kararları alarak geri adım atmaya zorluyorlar. Bu ülkelerin hepsinin Çin ile ticari ve ekonomik ilişkilerinin çapı bizimkiyle kıyaslanmayacak derecede yüksektir. Ama bundan dolayı bu ilişkilerinde herhangi bir gerileme olmuyor. Çünkü küresel ekonomide herkesin birbirine ihtiyacı yani karşılıklı çıkarları var. Kimse endişe etmesin, Türkiye evrensel hukuk kurallarına uymasını istiyor diye Çin Hükûmeti, aramızdaki ilişkileri dondurmaya kalkışmaz; çünkü ticareti bizden çok daha iyi biliyorlar. Bu alanda bizden en az üç dört misli fazla kazandıklarının, stratejik projeleri olan “çevre-yol projesi”nde coğrafi konumumuzun seçeneksiz bir öneme sahip olduğunun farkındalar.
Çin Dışişleri Bakanı, 25 Mart’ta iki günlüğüne Ankara’ya geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edildi, mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile uzunca bir görüşme yaptı. Görüşmelerle ilgili ayrıntılı bir açıklama olmadı. Ancak aylar önce “Sinovac” aşısını üreten Çin firmasıyla imzalanan anlaşmaya göre Şubat-Mart aylarına kadar 50 milyon, iki ay sonra 100 milyon doz aşının ülkemize gelmesi gerekirken şimdiye kadar sadece on beş milyon dozun geldiğinin anlatılarak gecikmenin telafi edilmesinin istendiği, Bakan’ın cevaben bu konuda bilgisinin olmadığını, döndüğünde başbakanına durumu ileteceğini söylediği, kısaca ifade edildi.
Batılı ülkelerin Sinovac aşısını kuşkuyla karşıladığı, sipariş vermediği dönemde, Türkiye’nin tam tersine yüz milyonluk sipariş vermesi, aşının reklamını sağladı; referans olduğumuz için bize şükran duymaları gerekir. Üretimin ve ticaretin merkezî planlama ve kontrol altında yürütüldüğü Çin’de, yönetimin Türkiye’ye ne zaman ve ne miktarda aşı gönderileceğinden ve yaşanan gecikmeden bilgisinin olmaması mümkün değil. Dışişleri Bakanı ülkemize gelirken bu konuda bir soruya muhatap olacağını nasıl bilmez? Bu cevabın diplomasideki anlamı şudur: Pekin, aylarca önce bağlantısını yaptığımız aşıların gelmemesinden dolayı büyük sıkıntılar yaşadığımızı görüyor. Aşı meselesini baskı unsuru olarak kullanıp Türkiye’nin Doğu Türkistan konusunu fazla kurcalamamasını, sessizliğini korumasını, hatta İade Anlaşması’nı Meclis’ten geçirmesini istiyor; kısacası şantaj yapıyor.
İki ülke Dışişleri Bakanlarının görüşmesi, alışılmadık derecede kapalı geçti. Bu seviyedeki görüşmelerde âdet olan ortak basın toplantısı yapılmadığı gibi, hangi konuların görüşüldüğünü içeren bir duyuru da olmadı. Oysa Batılı ülkelerle Çin arasında siyasal ve ekonomik tansiyonun yükselmekte olduğu, Pasifik’te karşılıklı askerî güç gösterilerinin yapıldığı dönemde, dünya kamuoyu bu ziyareti merakla izliyordu. Görüşmeler sırasında bizim aşı konusundaki talebimize karşılık Çin Dışişleri Bakanı’nın, üç yıl önce imzalanan ve Çin Parlamentosunda evvelki yıl onaylanan “Suçluların İadesi Anlaşması"nın TBMM gündemine henüz alınmamış olmasını gündeme getirip getirmediğini, getirdiyse ne cevap verildiğini bilmiyoruz.
İnsanlık tarihinin kaydettiği ve otuz milyon civarında Müslüman Türk’ün içinde tutulduğu büyük bir hapishane görünümündeki Doğu Türkistan, hangi gerekçeyle olursa olsun dikkatlerden kaçırılarak unutturulacak bir mesele değildir. Derin bir meskenet içerisinde asırlardır uykuda olan, inancının ve kimliğinin henüz farkına varmayan İslam dünyasının duyarsızlığına artık şaşırmıyor, acıyoruz. Öte yandan 30 yıl önce Sovyetler Birliği’nin küresel bir depremle dağılması sonucu bağımsızlığını kazanan Türk devletlerinin ilgisizliğini görüp üzülüyoruz. Ancak bunda, Çin ile sınır komşusu olmalarından kaynaklanan, üzerlerinde giderek artan, her an tehdide dönüşebilen ekonomi, siyaset ve nüfus baskılardan dolayı tavırlarını abartmamak gerekiyor.
Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin durumu bunların hepsinden farklıdır. Asırlar boyunca bağımsızlığını korumuş olan yegâne Türk ve Müslüman devletiyiz. Bin yıldır dinî ve millî kimliğimizin omuzlarımıza yüklediği sorumlulukların her zaman bilincinde olduk. Soydaşlarımıza, dindaşlarımıza sırtımızı dönmedik; en zor dönemlerimizde bile elimizden geldiğince yardımcı olduk. Yaptıklarımızın diyetini ödetmeyi asla düşünmedik. Günümüzde daha farklı bir tutum içerisinde olamayız; milletimizin zengin tarihinden süzülerek günümüze gelen hasletlerine, onuruna, izzetine, vakarına uymayan tavırlar kendimizi inkâr anlamına gelir. Diplomatik yollardan yapabileceklerimiz vardır; bunları yapmamak, susup seyirci kalmak, sadece siyasi bir yanlış değil, millî ve tarihî bir vebal olur ve altından kimse kalkamaz.