İmralı’nın esas temsilcisi olduğu anlaşılan Emine Ayna, konumunu belirtecek tarzda uzun bir konuşma yaptı ve ne istediklerini şöyle ifade etti: “Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere kimliğini borçludur, bu borcunu ödemesinin zamanı gelmiştir.” Ayna, korucuların devletle birlikte olmasını “hıyanet” olarak ilan etti ve örgütün ültimatomunu iletti: “Koruculuğu kabul etmeyin, çocuklarınız hainlerin çocukları diye anılmasın.”
DTP Başkanlığı’na devamı örgütün başı tarafından uygun görüldüğü için yeniden seçilen Ahmet Türk kimilerine göre “güvercin” yani ılımlı ve devlet ile anlaşmadan yana. Ancak bu nasıl bir “güvercinlik” ise söyledikleri Öcalan’ın 1998’de İmralı’da dillendirdiği stratejinin ana başlıklarını kapsıyor, önümüzdeki süreçte içeride ve dışarıda örgütün siyasi kanadı üzerinden yürütülecek pazarlıkların, isteklerin ana hatlarını ortaya koyuyor: “Eğer Türkiye, Anayasasına bir hüküm koyarak Sayın Öcalan ve DTP’nin talep ettiği farklı kimlikleri ve kültürleri güvence altına alırsa, karşılığında PKK silah bırakacak.”
Ahmet Türk Öcalan’ın belirlediği esaslar bağlamında taleplerini üç noktada özetledi:
“ 1-Kürt kimliğinin anayasal güvenceye kavuşturulması,
2- Kürtçe’nin kamusal alanda, eğitimde kullanılması, bu amaçla anayasal düzenlemelerin yapılması,
3- Demokratik özerklik modeline geçilmesi.”
Bu taleplerin amacını, hedefini, niyetini anlamamak için ya zekâ özürlü ya da örgütle yandaş veya işbirliği içinde olmak gerekir. Türkiye’de bazı çevreler, ideolojik, etnik yahut felsefî veya zihnî mülahazalarla ne yazık ki bu kategoride yer alıyorlar. Demokratik çözüm, geleceği birlikte arama, tolerans ve hoşgörü gibi telaffuzu kolay ve cazip başlıklar altında Türkiye’nin anayasal zeminde paylaşılması için yoğun çaba harcayan Kürt etnikçiliğine, etno-milliyetçi Kürt hareketine destek oluyorlar.
demokrasi, barış ve insan hakları gibi evrensel değerlerin maske yapılıp bol bol kullanıldığı bu propaganda anaforunun bireysel hak ve özgürlüklerle ilgisinin olmadığı açıktır. Yapılanlar tipik bir etnik-kolektif “hak” sağlama yoluyla Kürt kimliğini siyasal bir varlık halinde tescil ettirmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni iki kurucu unsura dayalı yeni bir devlete dönüştürmeye yönelik girişimlerdir.
Bu çabalar sadece PKK örgütü ve çevresinde yürütülmüyor. Örgütün seküler yapısına karşı daha muhafazakâr ve dindar görüşleri temsil eden isimlerin konuşma ve yazılarındaki ifadeler esas itibariyle farklı bir anlam taşımıyor. Mesela Altan Tan’ın Abant Platformunda yaptığı konuşmayı iktidar yanlısı muhafazakâr bir gazetenin köşe yazarı bu konuşmayı “sürur verici” olarak nitelendiriyor. Bu yazarın büyük övgülerle bir bölümünü sütununa taşıdığı konuşmasında Altan Tan şöyle diyor: “Yeni, sivil ve demokratik anayasa hazırlanmalıdır. Ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ibaresi kullanılmalı veya vatandaşlık tanımı yapılmamalıdır. Din, mezhep, etnisite, dil ve benzeri her türlü farklılıkların varlıkları ve kültürlerini yaşatmak ve ifade etmek hakları anayasal teminat altına alınmalıdır. Kürtçe anadille eğitimin önü açılmalıdır. Süre ile sınırlı tutulan Kürtçe yayınlar özel radyo ve TV’lerde süresiz olarak serbest bırakılmalıdır. Yaraların sarılması için genel bir siyasi af ilan edilmelidir.”
Şu sıralarda biri karar aşamasında olan, diğeri yakında başlayacağı anlaşılan iki dava arasında sıkışıp kalan Türkiye’de, gündemin tartışmasız birinci meselesi olması gereken bu konuya gereken dikkatin verilmemesi, gelişmelere garip bir duyarsızlıkla seyirci kalınmasının, özellikle siyasî alanda sözünün bile edilmemesinin mantıkî bir gerekçesi yoktur. Bu tavır tarihî bir hatadır.
Dikkatlerin bu hayatî konudan kaydırılması amacıyla özel bir plânlama yapılsaydı ancak bu derece başarılı olunabilirdi. 1984’den bu yana nereden nereye gelindiğine bakıldığında etno-milliyetçi Kürt hareketinin aldığı mesafe somut bir şekilde ortaya çıkar. Siyasi liderler her hafta yapılan grup toplantılarında birbirlerine salvo atışı yapadursunlar birileri çalışmalarını sistemli tarzda sürdürüyorlar. Askerimizin, güvenlik güçlerimizin canlarını ortaya koyarak, şehitler vererek yıllardır yürütmekte oldukları mücadeleye karşılık siyasî ve toplumsal alımlardaki bu görüntü kesinlikle kabul edilemez. Olayı uluslararası zemine kaydırmayı amaçlayan iç ve dış merkezlerin kısa bir süre sonra Ankara’nın karşısına geçerek, “Bu meselenin silahla halledilmesinin mümkün olmadığı görülüyor; örgütle anlaşma sağlayın” diyerek bastırmaya başlayacakları kesindir.
Milletimizin direncini yok etmek, düşünme yeteneğini kullanamaz hale getirmek üzere kapsamlı bir psikolojik harekât yürütülüyor. Örgütle çeşitli nedenlerle dirsek teması kurmayı tercih eden bilinen kalemler ve gazeteler bu kampanyanın omurgasını oluşturuyorlar.
Özellikle son bir iki yıl içerisinde çözüme etki sağlayacağı iddialarıyla çıkarılan yasalar, sağlanan imkanlar, Kürtçe’nin serbestçe konuşulması, öğreniminin önünün açılması, yazılı, sesli ve görsel yayınların önündeki engellerin kaldırılması, Kürt etnikçiliğini kesmiyor, tam tersine verilen her imkan daha ileri isteklerin öne sürülmesi için hamle hakkı doğuruyor.
Kaybedilen zamanın telafisinin mümkün olmadığı, meselenin her geçen gün daha karmaşık hale geldiği, ağırlaştığı ortadadır. Türkiye’nin kuruluş esaslarını, anayasal düzenini, bayrağını, dilini, bağımsızlığımızın simgesi olan millî marşımızı vazgeçilmez bir ilke olarak benimseyen toplum kesimleri, ülkenin yönetiminden sorumlu olan politikacıları, siyasî merkezleri vakit geçirmeden uyarmalı, bu konunun TBMM’de gündemin baş sırasına yerleştirilerek “müşterek bir milli politika” halinde benimsenmesini sağlamalıdır.
* * *
NECATİ USLU HAKK’A YÜRÜDÜ
Camiamız bu yıl içerisinde art arda önemli kayıplar verdi. En son geçen ay Necati Uslu kısa sayılabilecek bir hastalık dönemini takiben Hakk’a yürüdü. Elli yıllık bir dostluğumuz vardı; kendisini rahmetli Vecihi Öğütçüoğlu aracılığıyla, 27 Mayıs sonrasının karmaşık ortamında tanımıştım. Yedek Subay eczacı olarak Mevki Hastanesinde askerlik görevini yapıyordu. Bizden birkaç yaş büyüktü. O sıralarda kurduğumuz Üniversiteliler Kültür Klubünü (Derneği) Kızılay’a, Adem Yavuz Sokağındaki (o zamanki adıyla Çelikkale) iki katlı bir evin, bahçe katına taşımıştık. Burası bizler için saraylar kadar değerliydi. Ankara’da milliyetçilerin bir araya gelebileceği başka bir mekân bulunmadığından zamanımızın önemli bölümünü geçirdiğimiz sıcak bir yuvamız olmuştu. Sobasını yakmaktan, temizliğine kadar bütün hizmetleri kendimiz yapar, bundan anlatılmaz bir haz duyardık. En büyük problemimiz aybaşlarında kiranın aksatılmadan ödenmesiydi. Giderleri öğrenci bütçemizle karşılamak zorundaydık ve doğal olarak bu kolay olmuyordu.
Necati Ağabey öğrenci olmayan tek mensubumuzdu. Maddi durumu bizlere kıyasla çok daha iyiydi. Çankırı’daki eczanesi çalışır durumdaydı. Dolayısıyla askerlik dönemi boyunca bütçemize en büyük katkıyı o sağladı. Ödemelerimizi hayli kolaylaştıran tutumunu hiç aksatmadı. Necati Ağabeyle ilişkilerimiz ileriki yıllarda da aynı yakınlık ve dostluk çizgisinde hep devam etti. Bir ara MHP Yönetim Kurulu’nda birlikte görev yaptık. Sessiz, sakin ve mütevazi görünümünün arkasında ciddi bir kültür birikimine, talih bilincine sahipti; iyi bir entelektüeldi. Türk milliyetçiliği fikrini bilerek ve düşünerek benimsemişti. Hayatı boyunca bu çizgisinden en ufak bir sapma göstermedi. Ahlâkî ilkelere, inandığı değerlere titizlikle bağlı kaldı. Siyaseti düşüncesine hizmet vesilesi saymıştı. Bu yüzden siyaset yapmak için değişik kulvarları denemeye hiçbir zaman yanaşmadı. Bazıları gibi tersini tercih etseydi muhtemelen farklı yerlerde olabilirdi. Ne var ki bunu yapsaydı dostlarının, yakınlarının, tanıyanlarının sevdiği, saygı duyduğu bir ağabey olamayacaktı. Kısacası kendisine yakışanı yaptı; düşündüğü ve inandığı gibi yaşadı ve ebedî aleme intikal etti. Mekânı Cennet olsu