Dış politika, ekonomi, terör, tarım ve hayvancılık, hukuk, demokrasi, yargı, dini hayat gibi birçok konuda ortalama dört asırdır acilen çözümlenmesi gereken ciddi sorunlarımız bulunuyor. Bunların sürekli ülke gündeminde olmaları, birbirlerini tetiklemeleri milli varlığımıza yönelik tehlikeler oluşturuyor, “beka” meselesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün bu sorunların ortak özelliği insana dayalı olmaları, yani öznenin insan oluşudur. Kaliteli, nitelikli, bilgili ve becerikli insan unsurunuz varsa devlet olmanın, toplum hayatının doğal sonuçları olan bütün bu konularda çözüm yolu bulunacağından müzminleşip problem haline gelmezler. Başka bir ifadeyle, toplumsal meselelerin “sorun” haline dönüşmesi insan kalitesindeki zaafların hayata yansımasıdır. “Kitap” ta “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" denilerek bu gerçeğe dikkat çekiliyor.
İnsan unsurunu başarılı ve verimli kılan temel faktörün eğitim kalitesi olduğu herkesin üzerinde ittifak ettiği evrensel bir gerçektir. Osmanlı’dan Cumhuriyet'e bütün dönemlerde devleti yönetenler bu gerçeğin farkında olduklarından eğitime ağırlık vermeye, kalitesini yükseltmeye çalıştılar. Ama tablo ortada, gerektiği kadar başarılı olunamadı; Türkiye, ana okulundan üniversiteye kadar boydan boya vahim bir eğitim, daha doğru ifadeyle “maarif sorunu” yla karşı karşıyadır.
Geçen hafta üniversite sınavının ilk aşaması olan Temel Yetenek Testleri ‘ne (TYT) giren 2,5 milyon adaydan 629 bini Türkçe, Temel Matematik, Sosyal ve Fen Bilimlerinden 120 sorunun 15’ni bile net yapamadığından 150 puan barajını geçemeyip elendi. ÖSYM’den yapılan açıklamada en düşük performans yine matematik ve fende oldu. Adaylar 40 sorunun sorulduğu matematikte yüzde 5,6, 20 sorunun sorulduğu fende yüzde 2,2 net yapabildi.
OECD üyesi 72 ülkede 15 yaşındaki öğrenciler arasında düzenli şekilde yapılmakta olan PİSA sınavlarında Türkiye bu dallarda 45 ila 52 arası basamaklarda yer alabiliyor. Millî Eğitim Bakanlığı’nca geçen yıl yapılan benzer bir deneme sınavında da benzer sonuçlar alınmıştı. Diğer yandan, yüksek öğrenimdeki kaliteyi yansıtan bilimsel makale bilançomuz da parlak değil. Birkaç yıl öncesine kadar bu alanda bizden geride olan İran, tıbbın dışındaki bütün alanlarda bizi geçmiş durumda. Dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasında sayıları 200’ün üzerindeki üniversitelerimizden sadece üçü ilk beş yüzde yer alabiliyor. Çünkü her vilayete üniversite kampanyasıyla açılıp sayıları 180’i geçen devlet üniversitelerimizin çoğu gerekli akademik seviyenin gerisinde tabela kuruluşlar, ne yeterli öğretim kadrosuna ne de bilimsel alt yapıya ve ortama sahipler. YÖK üyeliklerinde ve rektörlük tercihlerinde akademik kriterler ve liyakat önemsenmediğinden yüksek öğrenimde kalite giderek düşüyor. Bu tarzda ısrar edildikçe toparlanma mümkün olamayacağından, Türkiye’nin ne bilimin omurgasını oluşturan matematik, fizik, kimya gibi alanlarda ne de teknoloji ve yeni buluşlar (inovasyon) gibi konularda daha iyi yerlere gelmesi mümkün olmayacaktır. Sanayi ve bilgi çağından sonra 4.0 dönemini de kaçırmak üzereyiz.
Eğitim ve bilim meselesi vakit geçirilmeden “Temel Milli Mesele” ilan edilmeli, partiler üstü ortak bir milli mesele “beka meselesi” olarak belirlenip sahiplenilmek, genel bir “seferberlik” ilan edilmelidir.
Eğitim konusunda yaşanan kaynak sıkıntısı bir türlü aşılamıyor. Bütçeden her yıl büyük pay ayrılmasına rağmen yeterli olmuyor. Oysa öğretmenlerin ve üniversite öğretim üyelerinin maaşlarında ciddi artış yapılmasının yanı sıra, verimli bir eğitim için gerekli diğer ihtiyaçların sağlanabilmesi için daha geniş kaynaklara ihtiyaç var. Konu milli mesele olarak sahiplenilip, partiler arasında gerekli iş birliği sağlanırsa kaynak bulmak sorun olmaz. Milletimiz Sakarya savaşı arifesinde TBMM’de çıkarılan “tekâlif-i milliye” yükümlülüğünü yaşanan ağır maddi şartlara rağmen gönülden benimsemiş gerekeni yerine getirmiştir. Çünkü herkes konunun “var olma-beka” meselesi olduğunun bilincindeydi. Bugünde eğitim meselesinde benzer bir yaklaşım sergilenebilir.
Konu her yönüyle topluma etraflı şekilde anlatılmalı, sadece eğitimin bütün kademelerinde kullanılmak maksadıyla özel bir vergi ihdas edilmeli, dolaylı vergilerden de kaynak ayrılmalıdır. Böylelikle öğretmenlik birinci derecede tercih edilip girmek için yarışılan cazip bir meslek haline gelir. Üniversitelerde de öğretim üyeleri maddi sıkıntı çekmeden kendilerini bilimsel çalışmalara verebilirler, ihtiyaç duydukları laboratuvar, kitaplık ve gerekli kaynaklara rahatça ulaşabilirler.
Maddi şartlarının düzenlenmesinin yanı sıra, öğretmenlerin mesleğin kendine özgü bir ideal ve misyon içerdiğinin bilincinde olmaları, (talim-terbiye), görevlerini bu ruh ve heyecanla yapmaları mutlaka sağlanmalıdır.
Temel ihtiyacımız Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki “muallim”lerdir. Bunlara sahip olunduğu ölçüde ilk ve orta öğretimde yaşanan sıkıntılar, öğrencilerin bilgi ve eğitim konularındaki yetersizliği kolaylıkla aşılır. Lise diploması alabilenlerin dörtte birinin en temel bilgilerden dahi yoksun kalmalarının önüne geçilir.
Yüksek öğretimde ise maddi ortamın iyileştirilmesinin yanı sıra, öğretim üyelerinin bilimsel performanslarını yükseltecek düzenlemeler yapılmalı, kendilerini bilimsel çalışmalara, makale yazmaya verebilecekleri şartlar sunulmalıdır. Profesörlük müktesep hak olmamalı, meslek hayatı boyunca bu sıfatı hakkedecek bilimsel çabanın gösterilmesini sağlayacak bir sistem kurulmalıdır.
Her yıl üniversite mezunu nitelikli binlerce gencimiz bir daha dönmemek niyetiyle yurt dışındaki gidiyor. Beyin göçünün ülkemiz adına ne kadar vahim bir durum olduğu görülmesine ve zaman zaman konuşulmasına rağmen bu kayıpları engelleyecek önlemler bir türlü alınamıyor. Bu beyinleri değerlendirecek yerde, liyakat ve nitelik gibi kriterler bir yana atılarak, en önemli kurumlarda siyasi sadakat ve bağlılığın geçerli kılındığı referanslarla kadrolaşmaya gidiliyor. Son birkaç ay zarfında Aselsan, Havelsan gibi teknoloji ağırlıklı kurumlarda çalışan yüzlerce elemanın daha huzurlu ortamda çalışabilmek için Hollanda’ya gittikleri duyuldu ve yalanlanmadı. Benzer durum TÜBİTAK ve MB gibi kuruluşlarda ve genç akademisyenler arasında da yaşanıyor. Bu soruna acilen çözüm bulunmalı, beyin göçünü tersine çevirecek politikalar izlenmelidir.
İmam hatip okulları ve İlahiyat fakültelerinin ihtiyaçtan çok daha fazla olması her bakımdan sakıncalıdır. Anadolu ve Fen liselerinin üvey evlat muamelesi görmelerinin mantıki bir tarafı yoktur. Kaliteli bir eğitim için dünyanın her yerinde geçerli olan kurallar vardır; bunları kendi duygu ve tercihlerimize göre değiştirip dindar nesiller yetiştirmeye yönelmek tam tersi sonuçlara, gereksiz kutuplaşmalara yol açar.
Günümüzde yaşanan küresel rekabette bilim başat faktör konumunda. ABD birçok sorunları olmasına rağmen dünyanın en iyi yüz üniversitesinden yirmi üçüne, en iyi onundan dördüne sahip olduğundan, bilimle teknolojinin buluştuğu Silikon vadisi gibi oluşumları, bilim, teknoloji ve araştırma merkezleri bulunduğundan yarışta hala ön sırada yer alıyor. Komünist rejimle yönetilen Çin’den yüz binden fazla öğrenci ABD üniversitelerinde kariyer yaptıktan sonra ülkelerine dönmek üzere öğrenim görüyor.
Türkiye’de art arda yapılan seçim kampanyalarında en fazla beka ve ülkemize yönelik tehdit ve tehlikeler tartışılırken eğitim sorunlarının konuşulmaması ciddi bir eksikliktir. 7 Ağustos 2016’da Yenikapı’da bir araya gelen siyasi liderler, benzer bir tabloyu Eğitim (maarif davası) konusunda da sergileyebilirse, ortaklaşa bir çözüm arayışı için bir araya gelebilirlerse Türkiye çok şeyler kazanır; Batı dünyasıyla aramızda, bilim ve teknoloji alanında üç yüz yıldır sürüp gelen mesafeyi kapatacak, ülkemizi her türlü tehdide karşı dirençli kılacak tarihi ve milli bir hamle başlatılmış olur. Şunu unutmayalım eğitim meselemiz çözümsüz kaldıkça her türlü gelişme ve kalkınma projemiz askıda kalacak, sıkıntılarımız artarak devam edecektir.