Öncelikle ülkemiz üzerindeki Batı kaynaklı baskılar yoğunlaşıyor. Uluslararası nitelikteki temel milli meselelerimizin her biri, önceki yıllardan devralınan hacimleriyle başlı başına birer problem olma özelliğini sürdürüyor. Bunların arasında yıllardan beri dış ilişkilerimizin birinci gündem maddesini oluşturan AB konusu özel bir yer tutuyor. İlişkiler genişleyip derinleştikçe, diğer aday ülkelerin yaşadığı tarzda, ihtilaflı konulara çözüm bulmak ve Türkiye’nin rahatlamasını sağlamak yerine tam tersi bir tablo oluşuyor. AB bir yandan tam üyeliği imkânsız kılan ve sonunda ilişkileri özel statüye taşımayı amaçlayan rayları özenle döşüyor; bunları başta Müzakere Çerçeve Belgesi olmak üzere resmî protokollere ve bildirilere yerleştiriyor. Diğer yandan başta Kıbrıs meselesi olmak üzere, Patrikhane, Ruhban Okulu ve Ermeni iddiaları gibi konularda uzlaştırıcı rol üstlenmek yerine, ağırlığını Türkiye aleyhinde kullanmayı tercih ediyor. Bunun sonucu olarak AB’nin daha adil ve tarafsız kalması durumunda çözümlenmesi muhtemel olan bu konuların her biri, Avrupa merkezli kışkırtmaların etkisiyle giderek karmaşık birer probleme dönüşüyor.
Bunların tümünden daha önemlisi AB’nin Türkiye içindeki etnik fitneye yaptığı katkılardır. İnsan hakları ve demokratikleşme ideallerinin yerleşip kökleşmesi adına iletilen talepler, bireysel plândan sistemli şekilde kaydırılarak grup hakları ve kimlikler zeminine oturtuluyor. Türkiye’de etnik ve dinî azınlıkların varlığına ilişkin ön kabullerine uygun bir ortam oluşturmak amacıyla bütün kurum ve kuruluşlarını, temsilcilerini seferber ediyorlar. Avrupalılar’ın Güney Doğu’ya yoğun ilgileri ve anormal ziyaretçi trafiği bunun somut göstergesidir. Diyarbakır merkez olmak üzere son beş yılda AB fonlarının nerelerde kullanıldığının, kimlere dağıtıldığının dökümünün bir an önce açıklanması gerekiyor.
12 Haziran da yapılan AB zirvesinde Türkiye’ye sergilenen incitici tavır ilişkilerin geleceğini bir kere daha ortaya koydu. Kıbrıs Rum Kesimi’nin veto silahını çirkin bir şantaj unsuru şeklinde kullanmasına son dakikaya kadar seyirci kalındı; Türkiye açıkça istiskal edildi. Sonuçta yayınlanan deklarasyona Rumlar’ın istekleri yerleştirilmek suretiyle hem esas hedeflerini ilân ettiler hem de Türkiye’ye müzakerelere başlamış olmanın fazla bir anlam taşımadığını hatırlatarak, zamanla kayıtlı bir dayatma ilettiler.
Nitekim Rum Kesimi Dışişleri Bakanı Lilyikas, Atina ziyaretinde verdiği demeçte bu hususu çok net ortaya koyuyor: “Veto tehdidi vetoyu kullanmaktan daha iyi sonuç veriyor. Türkiye’nin üyelik müzakerelerin başlangıcında daha ilk dosyanın açılmasıyla hem siyasi kriterlere hem de Kıbrıs’a değinilmesini sağladık, büyük başarı elde ettik; bunu tekrarlayacağız. Metinde bu konulara değinilmesi fevkalâde yararlı olmuştur. Eğer hedeflerimize ulaşmasaydık Türkiye ile ilgili dosya açılmayacaktı”.
AB Dönem Başkanı Avusturya Başbakanı Volfgang Schüssel Türkiye’ye çizilen yol haritasını nereye yönlendirildiğini açıkça ilân ediyor: “İleride Türkiye’ye ismi üyelik olsa da ayrı bir statü verilecek”.
AB ile üyelik perspektifinin neye mal olursa olsun, hangi düzeyde kalırsa kalsın mutlaka sürdürülmesini isteyen “Türkiye’li aydınlar ve politikacılar” bütün bu olup bitenlere karşı “üç maymun”u oynuyorlar; duymuyorlar, görmüyorlar, susuyorlar. Konuşma gereği duyduklarında ise bilinen ezberlerini tekrarlıyorlar. “Türkiye esnek ve yapıcı davranmalı, masada kalmalı, müzakereleri sekteye uğratmamalıdır”.
Avrupalılar bu durumdan son derece hoşnut görünüyorlar çünkü, Türkiye’nin bu tek taraflı yıllanmış “kara sevdası” sayesinde hem uluslararası konularda hem de yakından ilgilendikleri iç meselelerimizde diledikleri müdahaleyi yapma, talepte bulunma ve yönlendirme imkânına sahip oluyorlar.
Bu psikolojinin son örneği Şemdinli davası vesilesiyle yaşanıyor. AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Reh davaya ilişkin kararı yeterli bulmadıklarını açıklıyor: “Şemdinli davasının hızlı sonuçlandırılması ve iki astsubaya 39 yıl 5’er ay hapis cezası verilmesi AB Komisyonunu tatmin etmedi. Komisyon davanın hızla sonuçlandırılmasını cesaret verici nitelendirilse de, araştırmanın askeri hiyerarşinin üst kademelere doğru yönlendirilmesini bekliyor”. Bu sözlerin anlamı açıktır. Yasalarımızın değiştirilmesi, AB müktesebatına uyum sağlanması yeterli bulunmuyor. Devletin tekil ve üniter kuruluş felsefesiyle, ilkeleriyle, kurucu üst kimliğiyle ters yüz edilmesi, toplum yapısının ayrıştırılması temin edilmedikçe ne Brüksel’deki “efendilerimiz”in ne de içimizdeki yandaşlarının tatmini mümkün olmayacaktır.
Aydınlarımız ve politikacılarımız şimdiye kadar AB konusunda gerçeklerle yüzleşmekten ısrarla kaçındılar. Hayalleriyle, beklentileriyle ve umutlarıyla kurdukları sanal dünyalarının Avrupalılar için de geçerli olduğuna kendilerini inandırdılar. Bunun gerçeklerle bağdaşmadığını söyleyip itiraz edenlere büyük tepki gösterip suçladılar.
AB’nin kendi politikaları bağlamında taktik nedenlerle zaman zaman yakınlık göstermesini, ilgi ve iltifatlarını samimi bir niyet göstergesi şeklinde yorumladılar. AB çapasına bağlı kalma kararlılığı ve ilişkilerin derinleşme beklentilerinin piyasalarda rahatlama meydana getirmesini, sıcak para tarzındaki dış kaynakların yoğun şekilde ülkeye girmesini haklılıklarının göstergesi şeklinde algıladılar.
Türkiye’nin bir yandan IMF, diğer yandan AB ile bağlantılarının piyasalarda rahatlatıcı bir işlev yaptığı doğrudur. Dört yıldan beri bu psikolojik ortamın sağladığı “geçici bahar”ın rahatlığıyla yaşadık. Bu dönemde uluslararası piyasalarda bol likiditeye yöneleceği mekânlar arıyordu. ABD gibi merkezî ekonomilerden yüksek faiz ve kâr sağlayamadığı için kaçan büyük sermaye gelişmekte olan ülkelere yönelirken Türkiye de bu akımdan nasibini aldı.
Piyasalarımıza yoğun şekilde giren paranın özelliği “sıcak” oluşuydu. En kısa sürede, en kestirme yollardan olabildiğince kazanım sağlamak ve risk hissettiği anda bulunduğu alanı boşaltıp çıkmayı temel ilke sayan bu sıcak nitelikli para, yoğun şekilde borsaya girdi, Devlet tahvil ve bonolarını aldı. Bu arada gayrimenkul piyasasında ve emtia ticaretinin yoğunlaştığı iş merkezleri gibi alanlarda yüksek kazanç olduğunu keşfetti. İstihdam ve üretim kapasitesi gibi ulusal ekonominin iki temel meselesine olumlu katkı yapmayan bu tarz sermaye girişi piyasaları dövize boğdu, talep patlaması yarattı. İthalat hızla arttı, rekor düzeyde cari açıklar oluştu.
Döviz fiyatlarının uzun süre anormal şekilde düşük seyretmesi, başta millî gelir olmak üzere bazı hesaplamalara yapay görünüm kazandırdığından, ulusal ekonominin temel dengelerinde, makro göstergelerinde gerçek potansiyeli yansıtmayan istatistiki rakamlar ortaya çıktı. İşsizliğin giderek büyümesi, gelir dağılımındaki çarpıklığın sosyal problemlere dönüşmesi, eğitim ve sağlık başta olmak üzere temel alt yapı yatırımları için kaynak bulunamaması gibi ciddi konular sürekli şekilde halının altına itelendi.
Hükümet uluslararası şartların hazırladığı bu sanal ortamı kendi programının ve uygulamalarının başarısı olarak değerlendirdi. Yakın geçmişte ekonomimizin kırılganlığı nedeniyle dengelerdeki en ufak değişimin sıcak paranın kaçmasına yol açtığını acı tecrübelerle yaşamış bir ülkede iktidarın bu rehavetinin rasyonel bir izahı yoktur.
Türkiye yüz yıllardan beri ekonomisindeki hastalıklarla boğuşuyor. Yeterli refah seviyesine ulaşamayan, yoksulluk sınırında bocalayan, üretim ve ihracat kapasitesi sınırlı olan, kaynaklarını kullanmayı beceremeyen bir ülkenin temel sorunu doğal olarak “iyi yönetilmemek”tir. Bu mesele elbette sadece belirli bir dönemle ve bu hükümetle sınırlı değildir. Ancak gündemde olması ve güncelliği sebebiyle masaya ilk yatırılması ve değerlendirilmesi gereken öncelikle uygulanmakta olan politikalardır.
Yoğun bakımdan çıkmasına rağmen hayatî tehlikeleri atlatamamış olan, kırılganlık özelliğini hâlâ sürdüren Türkiye ekonomisinde, yapısal sorunların kısa dönemde çözülmesini kimse bekleyemez. Önemli olan bunların giderilmesine yönelik etkili ve ciddî adımların atılıp atılmadığıdır. Beş yıldır harfiyen uygulamaya çabaladığımız IMF anlaşmalarıyla belirlenen ekonomik programın hedefi bellidir. Borçların döndürülmesi esası üzerine inşa edilen IMF paradigmalarıyla Türkiye’nin ciddî atılımlar yapacağını, geleneksel prangalarından kurtulup bağımsız olacağını, kısacası “gelişmekte olan” değil “gelişmiş” bir ekonomi haline geleceğini umanlar varsa hayal görüyorlar.
Hiç kimse kamu kaynaklarından beslenen, siyaseti bunun aracı şeklinde kullanan, hızlı şehirleşmenin doğurduğu muazzam arazi rantını kapışan kesimlerin, refah ve mutluluğuna bakarak toplumun çok büyük bölümünün sıkıntılarını, ıstıraplarını görmezden gelmemelidir. Sanal görüntüleri hazırlayan örtüler hafiften sıyrıldığında ağır problemler bütün ürkütücü görünümleriyle ön plâna çıkıyor. Son iki aydan beri önemli ölçüde bu gerçeklerle karşılaşmanın şaşkınlığı yaşanıyor.
Türkiye’nin hem siyasette hem de ekonomide çok hassas seyreden dengeleri kolaylıkla bozulabiliyor. Bu alanlarda istikrarın sürdürülmesinin ne kadar zarurî olduğunun sık sık unutulması, şahsî ve siyasî hesapların ön plâna çıkarılması, dikkatsiz ve ölçüsüz beyanlar ortalığı bir anda karıştırıyor.
Uluslararası piyasalardaki dalgalanmaların bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de etkilemesi kaçınılmazdır. Ne var ki bazı önemli makam sahiplerinin, yetkili ve sorumluların gereksiz çıkışları küresel dalgalanmaların ülkemize katlanarak yansımasına yol açıyor. Nisan ortasından itibaren para değerleriyle borsadaki genel değişim tablosuna bakıldığında, Türkiye’nin emsallerinden dört kat daha fazla etkilendiği görülür. Başbakan’ın başta medya olmak üzere, herkesi dikkatli ve sorumlu olmaya çağırması doğrudur; ancak eksik olan bu konudaki esas sorumluluğun hükümete ait olduğu gerçeğinin görmezlikten gelinmesidir.
Türkiye’de yaşanan bütün bu gelişmelere sadece ekonominin genel küresel seyri açısından bakılmamalıdır. Avrasya denilen geniş kıtada egemen olmak isteyen güçler arasında giderek şiddetlenen bir boğuşma yaşanıyor; çevremizde kıyametler kopuyor. Irak sıcak bir yara halinde kanayıp duruyor, bir insanlık trajedisi olan Filistin köşeye atılmış, İsrail’in himmetine terkedilmiş durumda… Kıbrıs Türkiye’nin millî davası olmasının yanında, giderek yükselen stratejik önemiyle büyük güçlerin gündeminde bulunuyor ve bizden çözüm adına burayı terk edip çıkmamız isteniyor. Güney Doğu konusunun Türkiye’nin meselesi olmaktan çıkarılıp uluslararası platforma taşınmasını sağlayacak iç ve dış ortamın yaratılmasına yönelik çabalar yoğunlaştırılıyor. İspanya, İtalya, Belçika gibi ülkelerde kendi özellikleri bağlamında yerelleşmeye, otonom yönetimlere açılım sağlayan gelişmeleri destekleyen AB, Türkiye’de etno milliyetçi Kürtçülüğe açıkça sahip çıkıyor. PKK’yı şeklen terör örgütü olarak belirlese de, esas itibariyle bir millî kurtuluş hareketi şeklinde tanımlıyor, sempati duyuyor ve destek veriyor. Bu bakış tarzı Irak, İran, Suriye ve Türkiye’nin belirli bölgelerinde büyük Kürdistan kurmayı tahayyül eden ABD-İsrail politikalarıyla önemli ölçüde örtüşüyor.
Türkiye ekonomisindeki son olumsuz gelişmelerin içerisinde, uluslararası sermayeye hükmeden siyasî merkezlerin Orta Doğu ve Avrasya’daki stratejik amaçlarının, politik hesaplarının yerini ve etkisini iyi belirlemediğimiz sürece bu gelişmelere doğru teşhis koyamayız. Biz kendi haline bırakılmayacak derecede önemli ve kritik bir ülkeyiz. Küresel güçler arasında yaşanan üstünlük mücadelesinde figüran kalmamak, ezilip yıpranmamak için değerimize önce kendimiz inanmalıyız. Çaresizlik ifadesi olan, özgüvenimizi olumsuz etkileyen projeler peşinde koşarak gücümüzü eritip tüketmek yerine kullanma becerisini göstermeliyiz.
Üzerimize doğru gelen son ekonomik dalgayı politik anlamıyla ve amaçlarıyla iyi okuyamadığımız takdirde, sadece bu yılın değil sonraki dönemlerin de çok sıkıntılı olacağını şimdiden söyleyebiliriz.