Dünyamızda bir yıldır egemen olan; ekonomik ve sosyal hayatımızı, toplum düzenimizi, özgürlüğümüzü âdeta felç eden, ancak özel mikroskoplarla görülebilen, COVİD 19 adı verilen bir virüs, yıl boyunca tüm insanlığa unutulması imkânsız bir kâbus yaşattı. Ülkelerin ekonomilerinde, ticari ilişkilerinde, toplum hayatında kolay onarılmayacak hasarlara yol açtı. Milyonlarca insan işini kaybetti. Eğitim hayatı büyük ölçüde durdu. Dünya Bankası Başkanı Powel’in “Ekonomiyi zamanla toparlayacağız ama bu ekonomi, eskisi gibi olmayacak.” İfadesi, bu tablonun özeti sayılabilir.
Dünyadaki bu gelişmeler, doğal olarak Türkiye’ye de yansıdı. Son yıllarda Türkiye ekonomisinde kronik hâle gelen sorunlarımız, salgının etkisiyle daha da büyüdü. Ekonomimizin kötü yönetildiği, başarısız olduğu somut şekilde ortaya çıktı. Kasım ayında, ilgili Bakan ve Merkez Bankası Başkanı görevlerinden alındılar; keşke durum çok daha önceden, bankanın 130 milyar dolara yakın rezerv kaybı olmadan bu değişiklikler yapılabilseydi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni yıl arifesinde 2021’in hukuk ve ekonomide büyük reformlar yapılacağını, hazırlıkların son aşamaya geldiğini açıklaması, bu sorunların görüldüğü ve çözüm arandığı anlamına geliyor. Reformların kapsamının ne olacağı, nelerin değişeceği, ne zaman adım atılacağı henüz belli değil. Ancak Türkiye’nin sadece bu iki konuda değil, ilk ve orta eğitimden üniversiteye kadar eğitim, bilim ve kültür alanında, tarım ve sulama konusunda da acilen reformlar yapmaya, İstanbul’un deprem tehlikesine karşı ciddi önlemler almaya ihtiyacı var.
2001’de yaşadığımız büyük finansal ve ekonomik krizden sonraki 20 yılın, siyasi mülahazalar bir kenara bırakılarak objektif bir bilançosu yapılabilirse ileriye dönük bir yol haritası ve uygulama programı hazırlamak zor olmaz. 2013 yılında açıklanan, 2023’te Cumhuriyet’in 100. yılında ulaşılacak ekonomik hedefler doğruydu; heyecan veriyordu. Fakat bu hedeflere ulaşılmasını sağlayacak stratejik planlar, ihtiyacımız olan yapısal reformlar yapılmadı; tüketime, ithalata, özel ve kamusal inşaatlara dayalı politikalarla vakit geçirdik. Oysa 2003’ten sonraki dönemde, dışarıda 2008’e kadar devam eden küresel ekonomik şartlar, içeride siyasi istikrarın sunduğu büyük atılımlar yapmaya elverişli çok uygun bir ortam vardı; ne yazık ki bundan yararlanamadık.
Dışarıdan her yıl ülkemize giren ortalama 20 milyar dolar civarındaki sıcak parayı, kendi kazanımımız gibi müsrifçe kullandık. Millî gelirden kişi başına düşen payın 2001’deki 2.600 dolardan 2013’te 12.300 dolara yükselmesi sevindirici bir gelişmeydi. Ama bu durum, katma değeri yüksek teknolojik ürün ihracatından kaynaklanmadığından maalesef kalıcı olamadı; geçen yıl 7.450 dolara geriledi. Oysa açıklanan hedef 15 bin dolardı. İhracatımızın 170 milyar dolara çıkmasını, eski yıllarla kıyaslayıp başarı sayıyoruz; fakat 2023 için yedi yıl önce öngörülen 500 milyar doların ne kadar gerisinde kaldığımızı konuşmak istemiyoruz.
Hukuk alanında sözü edilen reformlar sadece yargının daha çabuk işlemesi, davaların sürüncemede kalmaması, yerel mahkeme kararlarıyla Yargıtay ve AYM kararları arasındaki çelişkilerin giderilmesi gibi teknik değişikliklerle sınırlı kalırsa yapılanların reform niteliği olmaz. AİHM’nin kararlarından rahatsızlık duyuluyor, Hukuk Başdanışmanı Mehmet Uçum’un açıklamasından anlaşıldığına göre uygulanmalarını zorunlu olmaktan çıkaracak formüller aranıyor. Bunun yapılmasının reform niteliğinde olmayacağı açıktır. Anlamına uygun bir hukuk reformu yapılacaksa öncelikle ve ivedilikle hâkimlerin siyasetin gölgesinde kalmadan vicdani karar verebilecekleri coğrafi ve hiyerarşik teminat gecikmeden sağlanmalıdır. HSK’nin oluşumu, Yargıtay, Danıştay ve AYM üyelerinin seçilmesi siyasi iktidarın değil, yargının kendi iç işleyişi tarzında yeniden düzenlenmelidir. Yargının bağımsız ve tarafsız olması isteniyorsa reform anlamına gelen bu adımlar atılmalıdır.
Reformlar yani köklü değişim girişimleri kolay yapılmaz; bunlar, girişimlerin yapıldığı bütün ülkelerde sancılı süreçler olmuştur. Çünkü her değişim, o esnada gücü elinde tutanlar, karar yetkisine sahip olanlar açısından gücün kaybı anlamını taşır. Bu nedenle özellikle siyasi iktidar içerisinden ve çevresindekilerden şiddetli itirazlar gelir. Fakat nihai karar makamı bu adımların atılmasının zaruretine inanıyorsa, kararlıysa engelleme çabalarını aşmanın bir yolunu bulabilir. Bizde de başka ülkelerde de tarihî nitelikteki “çağ atlatan” büyük toplumsal hamleler, iktidardaki yetkili kişi veya grubun bu konuda kesin kararlı olmalarının, yaptıklarının doğruluğuna inanmalarının eseridir.
Dileğimiz, “büyük reformlar” sözü söylenmekle kalınmayıp kelimenin gerçek anlamına uygun şekilde, bir an önce doğru bir plan ve program çerçevesinde yapılarak kapsamlı şekilde hayata geçirilmesidir. Bu başarılırsa Türk toplumu, çok uzun zamandır hareket kabiliyetini kısıtlayan yüklerden kurtulur. İnsanlarımız akıllarını, zekâlarını, yeteneklerini, becerilerini sergileyebilecekleri ortamı bulurlar. Bu niteliklerini yurt dışında değil ülkemizde ortaya koyarlar, Türkiye’nin millî potansiyeline en büyük tehdidi oluşturan “beyin göçü” tersine döner. Prof. Dr. Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci, Nobel Ödülü’nü alan Prof. Dr. Aziz Sancar, ABD üniversitelerinde el üstünde tutulan çok sayıda bilim insanımız bu başarılarına neden ülkemizde ulaşamadılar?
Toplum hayatında ekonomiden hukuka, tarımdan teknolojiye, siyasi ve bürokratik kurum ve kuruluşlara hatta spora kadar bütün alanlar “bileşik kaplar” gibidir; geçişkendirler, birbirlerini etkilediklerinden seviyelerinde ciddi bir farlılık olmaz. Dolayısıyla toplumsal bir hamle söz konusuysa bunlardan bazıları öne çıkıp diğerleri gerilerde kalmaz. Dünyada değişik konularda çokça yapılan araştırmalarda bu gerçeği somut şekilde görebiliyoruz. Türkiye’nin hukuki güvenilirlik, insani gelişmişlik, ekonomik seviye, bilimsel yayın, patent sayısı, PİSA sınavı sonuçları gibi alanlardaki yeri, sıralaması fazla değişmiyor. Bu açıdan bakıldığında sportif başarılarımızın çok parlak olmayışı bile rastlantı değildir. Problem, en büyük imkânımız olan insan unsurumuzu doğru, yerinde ve verimli kullanmamaktan, kalitesiz eğitim düzeninden yani insan müsrifi oluşumuzdan kaynaklanıyor. Ülkeler ve milletler arasında küresel rekabetin yoğun şekilde sürmekte olduğu dünyamızda, ayakaltında kalıp ezilmemek, bağımsız ve özgür yaşamak, hak ve çıkarlarımızı korumak için gerekli reformları kararlı şekilde yapıp, üç yüz yıldır temel sorunumuz olan bu çemberi bir an önce kırarak gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşmak zorundayız.