Başbakan Ahmet Davutoğlu, görevini bırakma kararını açıkladığı duygu yüklü konuşmasında, bunun kendi tercihi olmadığını belirtti. Doğrusu da budur.
Yirmi ay önce kendisini başbakan ve parti genel başkanlığına tensip eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilişkilerinde bir süredir sıkıntılar yaşadığı açıkça görülüyordu. Davutoğlu’nun parti teşkilatları üzerindeki tasarruf yetkisini, Erdoğan’ın bilgisi dahilinde MKYK kararıyla elinden alınması, ardından “Pelikan Dosyası” adıyla sosyal medyada kendisine yöneltilen suçlamalar üzerine görevini sürdürmesi mümkün değildi. Verilen bu mesajlar üzerine bir karar alması gerekiyordu. Hem parti grubunda yaptığı konuşmada, hem de ayrılma kararını açıklarken üslubuna özen gösterdi, diplomatik bir dil kullandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile gönül köprülerinin kopmasına yol açacak sitemler yerine, aralarındaki hukuku vurgulayan ifadeler kullandı. Böyle yapmakla kendisini parti bünyesinde antipatik göstermeye kararlı olan “çevre”ye, “refik”lere fırsat vermemek, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın pozisyonuna düşmemek istedi. Bunda ne ölçüde başarılı olduğunu zaman gösterecek.
Davutoğlu’nun çekilme kararıyla birlikte Türkiye’de artık parlamenter sistemin sonuna gelinmiş görünüyor. Erdoğan “farklı bir Cumhurbaşkanı olacağını, yetkilerini sonuna kadar kullanacağını” açıklayarak göreve başlamıştı. Halkın oylarıyla seçilmiş olması O’nun bu kararını uygulamasının önünü açtı. Başbakan ile bazen uyum konusunda sıkıntılar yaşansa da Türkiye’de yirmi aydır zaten fiilen “başkanlık sistemi” mevcuttur. Şimdi bu fiili durum güçlendiriliyor, kalıcı hale getiriliyor. Cumhurbaşkanı artık yürütme “icra”nın başıdır. AK Parti çevrelerinden ve iktidar yanlısı yazarlardan “güçlü ve yetkili Cumhurbaşkanı, düşük profilli başbakan” ifadelerinin sık sık duyulması yürütmenin artık hangi makama ait olduğunun tescil edilmek istediğini gösteriyor. Güç ve yetkilerin başbakanda olduğu parlamenter sistemin fiilen değiştirilmeye çalışılması anayasal bir sorundur. İktidarın Meclis’teki büyük çoğunluğu ve medya üzerindeki gücü bu gerçeğin varlığını bir süre örtse bile anayasal sorunun ortadan kaldırılması mümkün olmaz.
Cumhurbaşkanının yürütme yetkisini sık sık kullanacak olması makamı ve şahsını doğal olarak tartışmaların içerisine çekecek, resmen taraf olma durumunda kalacaktır; sonuçta ister istemez yıpranacaktır.
Mevcut parlamenter sistemin fiilen by-pas edilmesinin doğuracağı sonuçlar görmezlikten gelinirse, bütün eksikliklerine rağmen yetmiş yıla yakındır yürürlükte olan demokrasimiz bundan büyük zarar görecektir. Hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı gibi sistemin vazgeçilmez dayanakları ciddi şekilde sarsılacaktır.
Bu konuda en büyük sorumluluk, AK Parti içerisinde ve taraftarları nezdinde karizmatik kişiliği ve elinde bulundurduğu parti içi iç iktidar mekanizmalarından dolayı Sayın Cumhurbaşkanı’nındır. Mevcut belirsizlikleri, anayasal çelişkileri ortadan kaldırmak üzere sistem değişikliğini de içeren anayasa değişikliği konusu daha fazla gecikilmeden Meclis gündemine getirilmeli, sonuçlandırılmasına çalışılmalıdır. Bunun başarılamaması durumunda başkanlık sistemini fiilen uygulamakta ısrar etmekten kaynaklanacak hukuki sorunlar ve tartışmalar demokrasimizi yaralar; Türkiye’yi otokratik rejimler, ülkeler kategorisine sürükler. Buna yol açanlar tarihi bir vebali yüklenmiş olurlar.
Türkiye’de Davutoğlu’nun kararından sonra artık iki ay kadar sürecek bir hükümet bunalımı başlamış bulunuyor. Görevini bırakacağı bilinen, yetkileri kısıtlı bir hükümetin hem bürokrasi üzerinde hem de iç ve dış çevrelerde itibarı, yaptırım gücü doğal olarak sınırlı kalır. Oysa Türkiye şu anda son derece önemli, doğrudan bekasını, bütünlüğünü ilgilendiren iç ve dış sorunlarla karşı karşıyadır. IŞİD’in Kilis’i hedef alan roket saldırılarının rastlantı olmadığı, yapanların siyasi hedeflerinin, hesaplarının olduğu açıktır. Türkiye bir yandan Suriye’deki çatışmaların içerisine çekilmeye, diğer yandan hareket edemez halde tutulmaya çalışılıyor. Yüzyıldan beri yaşamadığımız büyüklükte uluslararası tehditlerle, baskılarla karşı karşıyayız. Bölge jeopolitiğini yeniden düzenlemekte kararlı görünen küresel güçler, ülkemizi de bu anaforun içerisine çekerek hesaplaşmak istiyorlar.
Doğrudan Kandil’den gelen talimatlar istikametinde hareket eden, milletvekili sıfatını taşıyan HDP’lilerin Dokunulmazlık Kanunu’nun görüşülmesi sırasında Meclis içerisinde sergiledikleri tavırlar konuyu doğrudan Türkiye Devleti’ne meydan okuma haline getirmekte kararlı olduklarını gösteriyor. Gazi Meclis’in halefi olan TBMM çatısı altında biji APO sloganları atmaları, PKK marşları söylemeleri niyetlerini açıkça ortaya koyuyor. Selahattin Demirtaş ve örgütün diğer sözcüleri kendilerine dokunulması durumunda Meclis’ten çekilip ikinci bir parlamento kurmakta kararlı olduklarını ifade ediyorlar. Böylelikle meseleyi Birleşmiş Milletler’e ve uluslararası platforma aktararak, dışarıdan bulacaklarını umdukları destekle Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmayı Türkiye’ye taşıyacaklarını düşünüyorlar.
Güvenlik güçlerimiz, askerimiz ve polisimiz tarihi bir kahramanlık destanı yazarak, canlarını ortaya koyarak aylardan beri bölücü fitneyi bastırmak için savaşıyor. Onların sergilemekte olduğu cansiperane çabaların, fedakârlığın etkili ve kapsamlı bir devlet politikasıyla desteklenmesi, kalıcı hale getirilmesi, fitne ateşinin kesin şekilde söndürülmesi gerekiyor. Bir süre önce sözü edilen terörle mücadele plânı (master plân) siyasi belirsizlik ve bürokratik hantallık içerisinde gözden kayboldu. İki ay sürecek bir hükümet krizi sırasında bu acil konuları kim ele alacak, PKK ve destekçilerinin stratejik hamleleri etkili bir hükümet politikası yürütülmemesi durumunda nasıl durdurulacak? Bütün bu sorunlar karşımızda dururken, en hayati ve en öncelikli meselenin başkanlık sistemine geçmek olduğu kanaatiyle erken seçimin gündeme getirilmesi halinde sorunlar daha da derinleşecektir. Bu durumdan kimin yarar kimin zarar göreceğini herkes iyi düşünmelidir. Seçmene hesap vermek, algı operasyonu yapmak nispeten kolaydır; ama kimse tarihle hesaplaşmaya kalkışmamalıdır.