FRANSA’NIN TAVRINI DOĞRU ALGILAMALIYIZ
Nurı Gürgür
Türk Yurdu Dergisi (Kasım 2006)
Fransız Millî Meclisi’nde Ermeni soykırımı iddialarını suç sayan yasa tasarısının kabulüyle başlayan tartışmalar sürüyor. Düşünce ve fikir özgürlüğü gibi temel insan haklarını açıkça çiğnemeyi göze alan Fransa, eleştirileri duymazdan geliyor; geri adım atma niyetinde görünmüyor.
Türkiye’de ise, kendilerini her millî konuda yaptıkları tarzda, millî dikkat ve hassasiyetleri frenlemeye memur sayan çevreler, medyadaki imkânlarını kullanmak suretiyle işlevlerini yerine getirmeye çalışıyorlar. Çünkü Fransa ile yaşanan gerginliğin tırmanması durumunda, bunun AB ilişkilerine yansıyacağını, üyelik kandırmacasını sürdüremeyeceklerinden, Türkiye’nin karar ve yönetim mekanizmalarındaki etkinliklerini kaybedeceklerini biliyorlar. Bu yüzden ortamı yumuşatmak, tepkileri azaltmak için yoğun çaba harcıyorlar. Ancak söz konusu yasa, Türkiye’ye ve Türklere karşı yıllardır sürdürülen etnik ve politik saldırıların kritik bir aşaması olduğundan, içimizdeki bu Fransızlar ne yaparlarsa yapsınlar oluşan tepkileri kontrol etmeyi başaramıyorlar.
Fransa’nın bu kararı, amacı ve içeriğiyle doğru değerlendirildiği takdirde Türkiye açısından belki de hayırlı olmuştur. Her ne kadar yasanın kesinleşmesi belirli bir sürecin tamamlanmasını gerektiriyorsa da, karşımızdaki tablo bu haliyle bile, ciddî bir durum muhakemesi için yeterli sayılabilir. Devlet ve toplum olarak, Ermeni meselesinden başlayarak, hayatî önem taşıyan millî meselelerimizle ilgili politikalarımızı, tutumumuzu gözden geçirmeli, sağlıklı tespitler yapmalı, dürüst ve objektif davranarak, iç siyasî kaygıları bir tarafa bırakarak yanlışlarımızı, eksiklerimizi belirlemeye çalışmalıyız.
Olayı, münhasıran Fransız politikacılarının yaklaşan seçimler arifesinde Ermeni oylarını kazanabilmek amacıyla yaptıkları siyasî manevra diye nitelendirip, dar bir çerçeveye oturtmak, kesinleşmeyeceğine ilişkin vaatleri yeterli saymak kendimizi avutmak olur. Bu yasa iktidarıyla, muhalefetiyle Fransa derin devletinin eseridir ve Fransız toplumundaki görüş ve tercihlerin yansımasıdır. Tasarı muhalefetteki sosyalistlerin girişimiyle Meclise gelmiş, iktidar partilerinin katılımıyla, desteğiyle kabul edilmiştir.
Oylama öncesi TV kameralarına düşüncelerini açıklayan bazı milletvekilleri, yasanın çıkmasından sonra Türkiye’den gelecek tepkileri önemsemediklerini, Türklerin Fransız ekonomisine zarar veremeyeceklerini söylediler. Bu ifadeler, Fransa’yı yönetenlerin Türkiye’yi ne derece hafife aldıklarının, kendilerini dilediklerini yapmaya muktedir saydıklarının tipik bir göstergesidir.
Fransa epeyce bir zamandan beri Avrupa’da giderek yoğunlaşan Türkiye aleyhtarlığının liderliğini yapıyor. Özellikle 1987’den itibaren Avrupa Parlamentosu’nda Ermeni soykırımı iddialarının karar haline getirilmesinde Fransız parlamenterler öncülük ettiler. Etno milliyetçi Kürtçülüğün maddî ve manevî destek gördüğü, enstitüler, vakıflar aracılığıyla beslenip büyütüldüğü, Madam Mitterand’ın bölücülüğü alenen himayesine aldığı Fransa, yıllardır gözümüzün içine baka baka bu tutumunu sürdürdü.
Son dönemlerde Avrupa’da dalga dalga yayılan İslam korkusu (İslamifobia) Fransa’nın aleyhimizdeki tutumuna toplumsal destek sağladı. Fransız halkı çoğunluğu Kuzey Afrika kökenli on milyon civarındaki Müslüman’ın varlığından son derece rahatsız oluyor. Bu insanları kendi kültürlerine mal edip eritemeyişlerini büyük bir tehlike sayıyor ve korkuyorlar. Çünkü bizim gibi ülkeleri benimsemeye zorladıkları çok kültürlülük ve hoşgörü gibi liberal yaklaşımları, oryantalist geleneklerine uygun şekilde
“öteki” nin terbiye ve yönlendirilmesinin aracı görüyorlar. İki yüz yıl süren yoğun çabalarla oluşturdukları kültürel bütünlüğü zedeleyebilecek gelişmelere kapı açmak istemiyorlar.
Fransa’nın bu tavrı bir devlet politikasıdır ve hükümetler değişse bile kesintisiz uygulanmaktadır. Türkiye’nin AB’de yeri olamayacağına ilişkin sözler sadece Sarkozky’nin yahut V.Giscard D’estaing’in görüşleri değildir. İçindeki beş on milyon Müslüman’ın varlığını tehdit olarak algılayan bir toplumun, 73 milyonluk Müslüman bir ülkeye
“buyurun gelin” demesini bekleyenler hayal görüyorlar. Geçen yıl Türkiye’nin Fransa’daki Büyükelçisi bir konuşmasında
“Hıristiyan olsaydık bizi çoktan AB’ne almıştınız” demiş ve tepkiyle karşılaşmıştı. Ama gerçek budur.
AB Anayasası’nın halk oylamasında reddedilmesinin temel nedeni, Fransız’ların kültürel bütünlüklerinin zedeleneceğinden korkmalarıdır. Bu ruh halinin sonucu olarak, Türkiye’nin AB üyeliğini imkânsız kılacak bütün tedbirleri protokollere özenle yerleştirdiler. Onlar hazmetme kapasitesini üyeliğimizin temel başlıklarından biri haline getirirken, biz derin bir aymazlık halinde sınırsız bir hazım kapasitemiz olduğunu göstermeye çalışıyoruz.
Fransa Türkiye’ye karşı izlediği politikalarla, geçen yüzyılın başlarında kaybetmeye başladığı, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte önemli ölçüde elinden çıkardığı
“büyük ve güçlü devlet” imajına kavuştuğunu sanıp avunuyor. Oysa günümüz Fransa’sı emperyal politikalara ve iddialara elverişli potansiyele sahip değildir. Ekonomisi ciddi zaaflar yaşıyor. Büyüme oranı %2’nin altında seyrediyor. Nüfusu hızla yaşlanıyor. Bütçesi AB’nin belirlediği oranların çok üzerinde açık veriyor. Sosyal Güvenlik harcamalarına kaynak bulamıyorlar. Üretim maliyeti yüksek olduğundan fabrikalar yurt dışına taşınıyor. İşsizlik artıyor; istihdam problemi yabancı düşmanlığını büsbütün kışkırtıyor. Dillerde dolaşan
“Polanyalı muslukçu” sloganı bu karamsar tablonun anlamlı bir özetidir.
Jacques Chirac’ın oylamadan sonra Başbakan Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesi kimseyi yanıltmasın. Fransa’yı yönetenler dürüst davranmıyorlar. Başta Chirac olmak üzere, her vesileyle üzerine basa basa, Türkiye Ermeni soykırımını tanımadıkça AB’ne giremeyeceğini tekrarlarken, söz konusu yasayı desteklemediklerini, kesinleşmemesine çalışacaklarını söylemek suretiyle tansiyonu düşürmek istiyorlar. Çünkü Türkiye hem Fransızlar için, hem de bütün Batı Dünyası nezdinde kendilerinden kopup uzaklaşmasına göz yumamayacakları değerde bir ülkedir. Türkiye’nin bir yandan kültürüyle, inancıyla, kimliğiyle tehdit olarak görülmesi, diğer yandan jeopolitik, ekonomik ve güvenlik gibi nedenlerle önemsenmesi ilişkileri derin çelişkilerle karşı karşıya bırakıyor. Genellikle imkânlarımızın, kapasitemizin, gücümüzün bilincinde olmadan, Avrupa’ya mecbur ve mahkûm olduğumuza inanarak hareket ettiğimizden haklarımızı savunamıyoruz. Çoğu kere görüşmeler başlamadan kaybeden, taviz veren taraf oluyoruz. Özgüven eksikliğinden kaynaklanan bu bilinçsiz tavırlarımızla muhataplarımızdan saygı görmek bir yana, küçümseniyoruz, ciddiye alınmıyoruz. Türkiye’yi uyumlu ve uslu bir muhatap kılabilmek, dilediklerini yörüngeye sevk edebilmek için her yolu kullanıyorlar. Hukuka ve insan haklarına saygılı vicdanları isyan ettiren söz konusu yasanın, Fransız Meclisi’nde onaylandığı gün Nobel Edebiyat Ödülünün Orhan Pamuk’a verildiğinin açıklanmasını rastlantı sayanlar olabilir. Ancak Ermeni iddiaları ve Kürt etnikçiliğine açıkça destek veren bir TC vatandaşına bu ödülün verilmesindeki politik faktörlerin rolünü görmezlikten gelmek için insanın ya budala yahut maksatlı olması gerekir. Orhan Pamuk üzerinden Türkiye’ye mesaj iletiliyor. Muteber olmak ve kabul görmek için hangi formatta davranılması gerektiği anlatılıyor. Bu mesajın içeriğini çoktan kavrayan ve uyum sağlayan Türkiye’li aydınların bu ödülden mutluluk duymaları kendilerini ilgilendiren bir tercihtir. Ancak Pamuk’un Ermeni aktivistlerinin, PKK ve yandaşlarının paralelindeki söylemiyle hakaret edilen, incitilen, aşağılanan milyonlarca Türk’ün bu konudaki duygu ve düşüncesini önemsememek, yanlış saymak tek kelimeyle
“ayıptır” ; milletimize saygısızlıktır.
Orhan Pamuk’un milletimize karşı bir özür ve telafi borcu vardır. Fransa Millî Meclisi’nin bu saçma yasası gündemde olması kendisi için bir fırsattır. Demokrat ve özgürlükçü görüntüsünde samimiyse, ödüle özel bağlantılar, siyasi mülahazalarla değil sırf edebi değeriyle layık görüldüyse kısık sesle, çift anlamlı kelimelerle mırıldanmak yerine açık ve net konuşmalıdır. Bunu yapmadığı sürece Ermenistan Yazarlar Birliği Başkanı’nın
“Bu ödül Türkiye’ye verilen güçlü bir mesajdır. Bu hem bir edebiyat ödülüdür, hem de ahlâki bir durumdur” sözleriyle açıkladığı sevince, kimlik ve kişilik sahibi Türk insanının ortak olmayışından doğal bir şey olamaz.
Avrupa’da yükselen ırkçılık ve kültürel bağnazlık Fransa ile sınırlı kalmıyor. Hollanda, Belçika, Almanya, Avusturya, Danimarka gibi geniş bir alanda yaygınlaşıyor. Türkiye’de düşünce hürriyeti olmadığını sürekli tekrarlayan ve 301.nci maddenin derhal kaldırılmasını isteyen Avrupalıların, siyasete girmek ve seçilmek için, soykırım iddialarının kabulünü ön şart haline getirmiş olmaları tam bir
“engizizasyon” uygulamasıdır. Önümüzdeki ay açıklanacak İlerleme Raporu’nda bu zihniyetin izdüşümleriyle karşılaşacağımız açıktır. Türkiye’nin müzakere sürecini sürdürebilme amacıyla vereceği her taviz, daha ağır taleplerin kapısını açacaktır. Geleceğin muhtemel Fransa Cumhurbaşkanı Serkozky, soykırımı tanımış olmamızın bile üyeliğimiz için yeterli sayılmayacağına ilişkin sözleri bu gerçeği ifade ediyor.
İlişkilerin şimdiki düzeyde devamı sadece günü geçiştirmeyi sağlar. Sıcak para girişi devam edeceğinden cari açıkların bir süre daha karşılanması mümkün olur. İstihdam, işsizlik, gelir dağılımında artan dengesizlik ve üretim yetersizliği gibi temel problemlerimiz büyüse bile, ithalata dayalı büyüme ekonomiyi bir süre daha canlı tutar. TÜSİAD bünyesindeki büyük sermaye kesimi, bankerler ve özellikle medya patronlarının ekonomik çıkarları tehlikeye girmez; devletin garantisini finansal yollarla temin ettiklerinden, dış borcumuzu hızla çoğaltan ve kendilerine büyük kârlar girişimlerini sürdürmüş olurlar.
Bu ortamın siyasete de önemli yansımaları olur. AB ile müzakereler devam ettiği sürece iktidara rahatlık sağlayan bir güvenlik şemsiyesiyle yeni bir 28 Şubat süreci gündemde olmaz.
Ancak bütün bunların çok ağır bedeli vardır. Bir süre halının altına süpürülen ekonomik, politik ve kültürel problemlerin en kısa zamanda çığ gibi büyüyerek karşımıza gelmeleri kaçınılmaz olur. Gerçeklerden kaçarak, görmezlikten gelerek hiç bir meselemizi halledemeyiz. Tam tersini yapmalı, konulara cesaretle eğilmeli, çözüm yolları bulacağımızdan emin olarak, kendimize güvenerek üzerlerine gitmeliyiz.
Avrupa’da 5 milyon vatandaşı yaşayan bir Türkiye’nin beş yüz bin Ermeni ile buna yakın PKK yandaşı karşısında bu derece çaresiz kalması utanç vericidir. Avrupa’daki Türklerin organize olmalarını sağlayamayan Devlet kurumlarımız, Dış İşlerimiz ne iş yaparlar? Türkiye’nin sınırlı bütçesinden çok önemli kaynakların tahsis edildiği bu kurumlarımızın varlık sebebi neden sorgulanmaz? Birkaç yıl önce bu konuya çözüm sağlama gerekçesiyle Almanya’ya giden dönemin MGK Genel Sekreteri Paşa, insanlarımızı bir araya toplayacak ortamı hazırlamak bir yana, gerginlik yaratan tutumuyla gereksiz bir tartışmaya yol açmış, toplantının beş on dakika sonra dağılmasını sağlamıştı. Bu gibi kavrama ve idrak eksikliklerinin zararlarının doğru bir muhasebesi yapılmadığından, maliyeti tümüyle devlete çıkıyor. Özel sektörde olsa en kısa zamanda kapı dışarı edilecek pek çok insan, makam ve sıfatlarıyla yıllarca hüküm sürebiliyor.
Fransızlar bu hukuk cinayetine karşı tepkilerimizin kısa bir süre sonra yatışacağını ve konunun unutulacağını umuyorlar. Geçmişte yaşanan benzer olaylardaki tutumumuza bakarak oluşan bu kanaati yıkma zamanı çoktan geldi.
Türkiye vakit geçirmeden durumu değerlendirmeli, kısa, orta ve uzun vadeli plânlar uygulamalı, bunları sistemli ve organize şekilde uygulamaya koymalıdır. Fransa’nın canının yanması sağlanırsa, bu bağnazlığın ekonomik, ticari ve hukukî bedellerini ödemeleri temin edilirse, sadece bu ülke açısından değil, benzeri yollara yönelmeye niyetli diğer Avrupa ülkeleri için de caydırıcı bir etki meydana gelmiş olur.
Bunu başarabildiğimiz ölçüde Kıbrıs’ta, Irak’ta hak ve çıkarlarımızı koruyabiliriz, bölücü teröre karşı ülkemizin bütünlüğünü ve güvenliğini sağlayabiliriz. Esasen bu coğrafyada varlığımızı sürdürebilmemizin, Devletimizin bekasının başka bir yolu yoktur.