Amerika evet, Dünya’nın hâlâ en büyük ekonomisi, en büyük silahlı gücü dolayısıyla en büyük potansiyele sahip bulunan ülkesi ama onun gücü bile Dünya’ya hükmetmeye yetmiyor. İşte geldi Afganistan’da Taliban’ı ezemedi ve Taliban her an Amerika’yı bu bölgede geriletecek kadar etkili bir pozisyon bulabiliyor. Üstelik El Kaide’yi de yok edemedi. El Kaide Irak başta olmak üzere hâlâ Amerika’nın belli başlı problemlerinden birisi...
Turuncu devrimlerle başlatılmış bulunan Amerikan sempatizanı yönetimler inşa etme projeleri de yürümedi ve tökezledi.
Amerika şu sıralarda stratejik bir yerleşim alanı olarak igal ettiği Irak’ta derin bir çıkmazla karşı karşıya. Kolay bir zafer kazanacağını ümit ederek geldiği Irak’da şimdi karşılaştığı problemleri nasıl halledip çekileceğinin hesaplarını yapıyor.
Ancak bir gerçeği işaret etmek durumundayız. ABD bu yüzyılı “Amerikan yüzyılı” yapma konusunda yönetimi elinde bulunduran neo-conların hazırladıkları projeleri uygulamadan çekmek niyetinde görünmüyor . Yani yönetim değişse bile Irak başta olmak üzere stratejik öneme sahip bulunan bölgelerde varlığını sürdürerek ve özellikle dünyanın tayin edici faktörü haline gelen petrol ve doğalgaz zenginliklerini Irak ve çevresinde kontrolü altında tutarak bu yüzyılda yeniden birinci devlet, hükmeden devlet konumunu sürdürmek istiyor.
Dolayısıyla 1991’den itibaren Türkiye’nin fiili komşusu haline gelmiş bulunan Amerika ile daha uzun süre bu bölgede bir emrivaki komşuluğu yaşamak zorunda kalacağız. İlk ırak operasyonuyla birlikte Türkiye’nin başına açılmış bulanan dertler, siyasal, ekonomik ve sosyal problemler önümüzdeki süreçte de devam edecek.
Amerika’nın siyasal ve ekonomik egemenlik kurmaya yönelik girişimleri cevapsız kalmıyor. Bir taraftan petrol gelirlerinin altı misli artmasıyla Rusya, ekonomik durumunu düzeltti ve yeniden emperyal politikalar izleyebilecek konuma geldi. Çin ise, yıllardan beri devam edip gelen hızlı ilerlemesi ve yükselmesiyle birlikte, şu anda dünya ekonomisini bir ölçüde kontrolüne alabilecek önemli bir merkez durumundadır. Ekonomide bu kadar güçlenen bir ülkenin, bunu siyasal hedefleri olan politikalara yansıtmaması imkânsızdır. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, özellikle Orta Asya’daki ilişkilerimiz nedeniyle ciddi ve etkili bir Çin faktörüyle karşı karşıyayız.
Bunların yanı sıra Avrupalıların aslında Amerika ile ekonomik rekabetlerini sürdürebilmek amacıyla oluşturdukları birliğin yani Avrupa Birliği’nin küresel, ekonomik faktörlerden biri olduğunu vurgulamak durumundayız. Türkiye AB ilişkileri nedeniyle bu gücün ülkemiz üzerindeki siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel baskılarını göz ardı edemeyiz.
Bu küresel tablo içerisinde Türkiye ne yazık ki kendi problemleriyle baş başa kalabilen bir ülke konumunda değil. Başka bir ifadeyle bizi kendi halimize, meselelerimizle baş başa bırakmıyorlar, böylece dışarıdan aktarılanlarla birlikte Türkiye’nin iç ve dış problemleri ağırlaşıyor, yoğunlaşıyor ve büyüyor.
ETNO-MİLLİYETÇİ BÖLÜCÜ TERÖR
Yaşadığımız bu ortamda ülkemizin çok çeşitli meselelerinin bulunduğunu hepimiz biliyoruz; ama bunların arasında öncelikler sıralaması açısından üçü çok büyük önem taşıyor. Türkiye’nin yakın geleceğini, huzurunu, bekasını, güvenliğini doğrudan ilgilendirecek bir anlam kazanıyor.
Bunların başında PKK terörü ve bu teröre vücut veren etno milliyetçi, bölücü hareket geliyor. Bu hareket aslında sadece Cumhuriyet döneminin değil Anadolu’daki bin yıllık tarihimizin de en büyük siyasal, sosyal ve kültürel problemidir. Neden? Çünkü biz Selçuklular ile birlikte bu coğrafyayı vatanlaştırdığımız 11.yüzyıldan bu yana, iyi düzenlenen, kültürümüzü kâmil plânda yansıtan, toplumsal bir kabul ve destek gören istikrarlı ve sosyal nizam çerçevesinde Cumhuriyete kadar sürüp gelen ve yeni döneme aktarılan sosyal ve kültürel bir tarih yaşadık. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet birbirinin devamı olan uzun bir tarih sürecidir. Bunların hepsinde ortak olan bir içtimai nizam var. Bu nizamın esası bu topraklarda yaşayan ve Müslüman olan bütün tebanın Türk hakanlığı bünyesinde aynı hak ve yetkilerden eksiksiz faydalanması, aynı imkânlara sahip olması ve birlikte huzur içinde yaşamalarıdır. Dolayısıyla biz bu topraklarda bin yıl süresince çevredeki bütün olumsuz şartlara rağmen, herhangi bir huzursuzluk olmadan, toplumsal bir problem meydana gelmeden toplumsal huzur ve barış içerisinde yüzyıllarca bir arada yaşadık. Aynı kültür etrafında ihtilafsız bir araya geldik.
Türkiye’nin var olma ve yok olma noktasına geldiği Sakarya günlerinde, Ankara’yı bırakıp gidelim mi gitmeyelim mi diye tartışıldığı o gazi Mecliste, birinci Mecliste, Tunceli’den gelen bir aşiret reisi olan Diyap Ağa’nın Mecliste yaptığı ilk ve son konuşmasındaki cümlesini , yüreğinden yükselen haykırışını herkes yeniden ciddiyetle düşünmeli ve bunun ne anlama geldiğinin farkına varmalıdır. Diyap ağa demişti ki; “Efendiler biz buraya kaçmaya mı geldik? yoksa kavga edip ölmeye mi geldik?”
Sakarya boylarında dövüşüp ölmeyi göze alan Tuncelili bu aşiret reisinin o gün söyledikleri havada uçuşup toz halinde kaybolup gitti mi? Bunun bir kültürel ve siyasal birikimi ve o birikimi temsil eden bir aidiyet özelliği yok mu? Kısmi bir köken veya bir dil farklılığı ayrı bir millet olma anlamına gelir mi? Eğer öyle olsaydı bugün Birleşmiş Milletlerde 192 değil, 2000’den fazla devletin varlığının ortaya çıkması gerekirdi.
1984’te ilk terör olayları ortaya çıktığı zaman, bunu sıradan bir asayiş problemi olarak algıladık. Olayın sosyal derinliğini fark edemedik. Konuyu Silahlı Kuvvetlere ve Güvenlik Güçlerine yani asayiş ve güvenliği korumakla yükümlü olan kurumlarımıza havale etmek suretiyle meselenin çözüme ulaşacağını varsaydık.
Silahlı kuvvetler bunu hakkıyla başardı. Kendisine havale edilen bu yükümlülüğü 1984’ten başlayarak bugüne kadar şanla şerefle devam ettirdi. Silahlı Kuvvetlerimizin bu konuda elde ettiği sonuçlar aslında kendi alanında dünya askerlik literatürüne geçecek, akademilerde ders olarak okutulacak kadar müthiş bir başarıdır. “Başa çıkamazsınız, Amerika da zaten bunu Vietnam’da başaramamıştı” diyenlerin yüzlerinin kızarması gerekirken, hala Silahlı Kuvvetlerimizin sağladığı üstünlüğün ne anlama geldiğini fark etmiyorlar. Bu mücadele hem Silahlı Kuvvetlerimize, Güvenlik Güçlerimize ve polisimize hem Türkiye Devletine, milletimize ağır bedellere mal oldu. Maddi kayıplar bir tarafa 6 binden fazla fidan gibi evladımızı topraklarımıza şehit olarak sunduk. Binlerce gazimiz malul duruma girdi. Ben bu vesileyle vatan topraklarını 25 seneden beri cansiperane korumaya azmetmiş bulunan Silahlı Kuvvetlerimizi, en yüksek rütbesinden erine kadar bütün kademelerindeki mensuplarını bir kere daha hürmetle, minnetle, muhabbetle selamlıyorum; var olsunlar. Hizmet veren bütün görevlilerimizi, polislerimizi, güvenlik gücü mensuplarımızı, korucularımızı aynı duygularla selamlıyorum. Şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Gazilerimize sevgilerimizi, saygılarımızı sunuyorum.
Ne var ki Türkiye Devleti’ne karşı hıyanet odaklarının içerisinde yer aldıkları tescil edilen insanlara milletvekili sıfatı taşımış olmaları nedeniyle hepimizin vermiş olduğu paralardan hâlâ maaş ödeniyor. Bunlar üzücü gerçeklerdir; ama bir şeyi daha vurgulamak durumundayız. Törer hadisesinin bu noktaya gelmesinde ve Türkiye’nin birinci öncelikli konusu ve tarihi problemi olmasında sadece bu bölücü hareket yani etno milliyetçi Kürtçülük ve onun terör örgütü değil, onlara verilen iç ve dış destekler önemli bir rol oynadı. Eğer Türkiye dışındaki güçler bu konuda en azından tarafsız kalmış olsaydı, inanıyorum ki Türkiye bu meselenin çözümünde çok daha ileri mesafeler almış olurdu. Öte yandan bu etnik fitnenin bu günkü konumuna gelmesinde 40 yıla yakın bir süreden beri Türkiye’deki Marksist ve Komünist çevreler kışkırtıcı, destekleyici bir rol oynadılar.
1965’lerden sonra Marksist bir partinin “Türkiye halkları” diye ortaya attığı slogan, sol çevreler arasında geniş ölçüde benimsendi. O günlerden başlayarak Marksist, Komünist ve Kürtçü hareketler arasında kurulan işbirliği günümüzde de en sıkı şekilde devam ediyor. Bunun somut örnekleri her gün çeşitli alanlarda sergileniyor. Son seçimlerde zikre bile değmeyecek kadar küçük bir taraftar kitlesi bulabilen bir Marksist partinin başkanı, bölgesindeki bölücülerin yoğun desteği ile milletvekili seçildi, Meclise sokuldu. Bölücülerle komünistler arasındaki işbirliği ve dayanışma her alanda devam ediyor, sivil toplum örgütlerine yansıyor. Geçenlerde bu çizgideki bir memur sendikasının başkanı, , şöyle diyor: “sosyal güvenlik yasası meclisten geçtiği takdirde Türkiye halkları bunu yapanlardan hesap soracaktır” Halklar tabirinin bölücü anlamını bilen ve bilinçli şekilde ısrarla kullanan sol çevreler, ülkemizdeki bu etnik fitnenin ortaya çıkmasının en önemli desteklerinden birini sağlamış oluyorlar.
Saygıdeğer misafirler, aziz Türk Ocaklılar;
Bu konuda Batı’nın teröre bakış tarzı büyük önem taşıyor. Çünkü Batı teröre dürüst ve samimi bakmıyor, ikiyüzlü davranıyor. İslâm’la ilgilendirdiği terör olaylarını önemsiyor ve kabul ediyor; üzerine şiddetle gidiyor. Ancak etnik kökenli terör olaylarını doğrudan kendi siyasal ve stratejik çıkarlarına ilişkin bir çerçevede değerlendiriyor. Bakış tarzı böyle olunca Amerika Birleşik Devletleri’nin PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmesi ve Türkiye ile ortak düşmanı sayması, bunlara karşı işbirliği yapıyoruz demesi altı boş sözlerden ibaret kalıyor. Eğer ABD samimiyetle istemiş ve arzu etmiş olsaydı PKK’nın bugün Kuzey Irak’taki varlığının sıfırlanması gerekirdi. Kimse kimseyi aldatmaya kalkmasın.
Neden böyle yapılıyor? Çünkü değerli dinleyenler, Amerika’nın bölgesel projeleri var. 1 Mart tezkeresinden sonra Kuzey Irak’taki Kürtleri kendisinin en güvenilir müttefiki olarak kabul etti ve onların siyasi varlığını tescil ettirmek konusunda hazırladığı projeleri yürürlüğe koydu. Bir başka ifadeyle Amerika Birleşik Devletleri ve onun stratejik müttefiki İsrail, ortaklaşa şekilde Kuzey Irak’ta bir devlet oluşturarak burada hem güvenliklerini sağlamak, hem de bölgesel ilişkilerinde dayanak oluşturmak, ekonomik çıkarlarına hizmet edeceğine inandıkları güvenli bir yandaş bulmak istiyorlar.
Konu bununla da sınırlı kalmıyor, esasen Türkiye’nin varlık ve güvenlik problemi burada düğümleniyor. Çünkü sadece Kuzey Irak ile sınırlı bir devletin yaşaması mümkün olmayacağından, bunun genişletilmesi İran’dan, Türkiye’den ve Suriye’den parçalar ilavesiyle denize açılabilen bir büyük Kürdistan’ın kurulması düşünülüyor.
Türkiye bu kritik konuda gerçekleri bilmek ve bir taraftan Amerika Birleşik Devletleri’yle fiili şekilde oluşan komşuluk ilişkilerini devam ettirirken diğer taraftan kendi milli çıkarlarını koruyacak tedbirleri özenle almak mecburiyetindedir.
Teröre ve teröristlere karşı ikiyüzlü davranış Avrupa Birliği tarafından da sergileniyor. Onlar da bir yandan PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu ifade ederken diğer yandan tam tersi tutumları sergilemekten sakınca görmüyorlar. Avrupa Adalet Divanı’nın son kararı bu açıdan sıradan bir usul meselesi değil, doğrudan bir zihniyetin yansımasıdır. Çünkü Avrupalılar bu olayı bölgedeki bir kitlenin kurtuluş hareketi şeklinde görüyorlar. Bu yüzden Türkiye’ye yönelik taleplerinde kültürel ve siyasal hakların verilmesi diye tekrarladıkları sözlerin arkasında aslında grup haklarının verilmesini sağlamak suretiyle, ülkemizde kimliğe dayalı bir siyasi hareket oluşturmak, bunların Türkiye Devleti ile masaya oturup siyasal pazarlık yapmalarını sağlamak niyeti açıkça ortaya çıkıyor. Sonuçta Türkiye iki kimlikli, iki gruba dayalı bir Devlet oluşumuna doğru yönlendirilmek isteniyor.
Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerindeki bu yaklaşıma ilaveten bizim iç faktörlerimiz, konuyu algılama körlüğümüz, meseleye bakışta önemli yanlışlarımız var. Türkiye terör olaylarının ortaya çıktığı son 25 yıl içerisinde ülkeyi yönetenlerin, politikacıların popülist yaklaşımları sonucu problem gün be gün ağırlaştı. Ülke yönetiminin sorumluluğunu taşıyan insanların bu konuya ilişkin söylemlerinin, ifadelerinin büyük hassasiyet taşıdığını, yanlış söz ve tutumların kışkırtıcı etkiler doğurduğunu hesaba katmaları gerekir. Bazı Batı’lı çevreler maksatlı şekilde Türkiye’de bazen 46 bazen 48 etnik grubun olduğunu iddia ediyorlar. Hiçbir sosyolojik, tarihi ve kültürel gerçeğe dayanmayan bu safsatalar, ne hazindir ki ülkemizde bazı politikacılar tarafından önü arkası düşünülmeden benimseniyor; konuya ilişkin demeçlerinde ölçüsüzce kullanabiliyor.
Şunu herkesin bilmesi gerekir. Milli kimliğimizden yani cumhuriyetin Türk üst kimliğinden tavizlerle Kürtçülük olayı yatıştırılamaz. Bazı politikacıların ve aydın çevrelerin üst kimlik diye sunmaya çalıştıkları ve çözüm olacağını ümit ettikleri anayasal vatandaşlık kavramı, sadece siyasal ve hukuki bir statüdür. Bu statünün ülkenin bütünlüğü ve güvenliği konularında ciddi bir açılımı yoktur. Hukuki ve siyasal statünün eğer sosyolojik ve kültürel bir cevabı yoksa toplumsal bir referans olarak etkili olmaz, havada kalır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak bu ülkede yaşayan 70 milyon insanın ortak paydasıdır; kuşkusuz önemli bir unsurdur ama unutmayalım ki, halen bu sıfata sahip bulunan ama Türkiye Devletine hıyaneti, Türkiye devletine husumeti, Türkiye Devleti’yle hesaplaşmayı kendisine amaç edinmiş olan insanlar var. Farklı aidiyet duygusu taşıyan, devlete sadakati reddeden bu insanların siyasal statüsünün değeri doğal olarak kalmıyor. Kısacası anayasal vatandaşlığın rolü ve önemini elbette herkes kabul eder ama bu unsur milli kimliğin yok sayılması anlamında değerlendirilemez.
Bir de Türkiye’de kimliksiz, evrenselci, kozmopolit, aydın zümrenin sahip çıkmaya çalıştığı ve kullandığı “Türkiyelilik” kavramı var. Bu kavramın milli kimlik yerine kullanılması trajikomik bir olaydır. Çünkü bir insanın kendisini bir coğrafyaya aidiyetiyle ifade etmesini abartmak, bunu toplumun bütünlüğünü sağlayacak ortak payda görmek sosyolojik esasları inkâr anlamına gelir.
Türkiye her açıdan devasa bir problemle karşı karşıyadır. Böylesine çok yönlü, çok boyutlu bir meselenin mahiyetiyle orantılı şekilde çeşitli açılardan elen alınması, değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu sadece belli bir kesimin meselesi değildir. Daha açık bir ifadeyle bu coğrafyada birlikte olduğumuz ve gelecekte de olacağımız insanlarla, bundan sonra da bu kader birliğini sürdürme ihtiyacından kaynaklanan toplumsal mecburiyeti, siyasi görüşü ne olursa olsun, sorumluluk duygusu taşıyan bütün yurttaşların görmesi ve çözüm yollarını düşünmesi gerekir.
Lozan Anlaşması’yla uluslar arası plânda siyasi varlığı tescil edilen, vatan coğrafyasının hudutları belirlenen Türkiye Cumhuriyeti, bu sonuca ulaşabilmek için çok büyük fedakârlıklar yaptı, tavizler verdi. Bütün istediğimiz hukuki statümüzün belgelenmesi, dış gailelerden uzak bir ortam hazırlayarak içerde kendimizle, meselelerimizle baş başa kalabileceğimiz huzurlu bir zeminin sağlanmasıydı. Bu amaç uğruna Batı Trakya’dan içimiz kan ağlayarak vazgeçtik; Musul’u, Kerkük’ü, Anadolu’daki varlığımızdan daha eski yıllara dayalı Türk yurtlarını bıraktık, Hatay’ı bile geçici de olsa terk ettik. Aradan seksen küsur yıl geçtikten sonra görüyoruz ki, Anadolu’daki Türk varlığına yönelik bazı tarihî hesaplaşmalar hâlâ sürdürülmeye çalışılıyor; bu coğrafyadaki varlığımız bazılarına fazla geliyor. Ama şunun herkes tarafından, bütün dünya tarafından, özellikle devletle hesaplaşarak siyasal bir amaca ulaşacağını zanneden bölücüler, PKK’lılar tarafından bilinmesi gerekiyor; Türkiye’nin artık bu topraklardan daha geri gidecek bir alanı yok. Türkiye gelebildiği, daraldığı azami sınırlar içerisinde zaten küçülmüş vaziyette. Dolayısıyla Kırım’dan, Mora’dan, Rumeli’den kısacası Anadolu dışındaki vatan topraklarından vazgeçerek yaşadığımız bu coğrafyada ne pahasına olursa olsun, neye mal olursa olsun varlığımızı, bekamızı sürdürmek zorundayız. Bunun bedeli neyse, göz kırpmadan ödemeye hazır bir milletin varlığını, başta bölücü örgütün militanları olmak üzere, herkes iyi görmeli, girişimlerinin sonuçlarını yeniden düşünmelidir.
Bir hususa daha önemle değinmek isterim. Bu karakterdeki akımların sıfırlanması, tümüyle ortadan kaldırılması, özellikle dış destekler sürerken mümkün değildir. Bunu bilmemiz gerekiyor. Ancak bir yandan teröristle, diğer yandan ona vücut veren terörle mücadele eder, kapsamlı tedbirler alarak olayı en en alt düzeye çekmeye çalışırken, marjinalleştirip kontrol altına almak imkanı her zaman vardır; esasen hedefimiz bu olmalıdır.
Bunları yaparken tabi ki güvenlik tedbirleri eksiksiz alınacaktır. Çünkü bir kısım omurgasız aydınların veya PKK’lıların ifade ettiği gibi, güvenlik tedbirlerini bir yana bırakarak başarılı olmak mümkün değildir.
Olayın şu ana kadar toplumsallaşmaması, toplumda bir kavga unsuru haline gelmemesi Türkiye için büyük şanstır. Tarihimizin, kültürümüzün bize bahşettiği bir nimettir. Onun için bundan sonra da aynı özenin, dikkatin gösterilmesi, olayın toplumsal bir kavga haline gelmemesi, iç huzurun, barışın devam ederek kapsamlı bütün tedbirlerin alınması gerekiyor.
Sık sık vurguladığımız gibi olay Türkiye’nin bütününün yani 70 milyonun meselesidir. Bütün siyasi mülahazaların, aykırılıkların, ayrılıkların üzerine çıkılarak el birliğiyle, güç birliğiyle ve beynimizi çalıştırarak bulacağımız ortak akılla çözebilecek bir meseledir. Yani ne sadece güvenlik meselesidir, ne sadece ekonomik meseledir, ne sadece sosyal meseledir. Bütün bunları kapsayan genel bir meseledir. Doğrudan Türkiye’nin devlet politikası konusudur.
Türkiye bunu başarabilir mi? Elbette başarabilir. Çünkü milletimiz bu topraklarda ve bütün Rumeli’de bin yıl farklı kimliklerle ihtilafsız yaşamayı beceren, başaran tarihi tecrübe ve birikime sahiptir.
Bu büyük tarihi macerayı yüzyıllarca bütün dönemlerde başarıyla sergiledikten sonra, bu son dönemde karşılaştığımız problemi halletmekten aciz kalmamız düşünülemez. Böylesine hazin bir sonuç milletimizin vakarına, becerisine, birikimine ve kültürümüze kesinlikle yakışmaz.
LAİKLİK, BAŞ ÖRTÜSÜ VE REJİM TARTIŞMALARI
Değerli misafirler, sevgili Türk Ocaklılar, aziz ülküdaşlarım;
Bölücü etnik terörün dışında bir başka toplumsal problemimiz özellikle son aylarda giderek ön plâna çıkıyor. Laikli ve başörtüsü konulan üzerindeki tartışmalar hızla yoğunlaşıyor, son derece sakıncalı kutuplaşmalar oluşuyor. Bu gelişmeler Türkiye’nin iç huzurunu, toplumsal barışı zedeleyebilecek bir noktaya doğru tırmanıyor. Bu durum birlik ve beraberliğimiz adına endişe vericidir ve ülkemizin geleceği açısından mutlaka çözümlenmesi gereken bir problemdir.
Yaşanan çekişmenin iki ucu var ve tartışmalar toplumun büyük çoğunluğunun dışında bu kesimler arasında yapılıyor.
Bunlardan biri İslâm’a siyasal bir anlam ve misyon yüklemek isteyen bir kesimin siyasi alanı etkileyen girişimlerinden kaynaklanıyor. 60’lı yılların başından itibaren ülkemizde her türlü düşünce ve ideolojinin en geniş şekilde sergilendiği, dışarıdan yoğun bir çeviri furyasıyla kitapların girdiği ortamda, İslami yayın ve çalışmalar cümlesinden Pakistan’dan, Mısır’dan, Kuzey Afrika’dan bol miktarda neşriyat getirildi. Özellikle Seyit Kutup, Mevdudi gibi düşünürlerin kendi ülkelerinin şartlarına göre öne sürdükleri görüş ve düşünceler, ülkemizde dindar çevrelerde ilgi gördü. Ancak bu görüşler Türkiye’nin tarihi ve kültürel, siyasal durumuyla bağdaşmıyordu. Çünkü Pakistan ve Mısır gibi ülkelerin birinci problemi olan sömürge olmaktan kurtulma mücadeleleri bizim için söz konusu olmadığı gibi, Türk düşünce tarihinin özellikle 2.nci Meşrutiyet döneminde ön plana çıkan ciddi bir İslami düşünce geleneği vardır. Ancak “Yeni İslamcı-Selefiyetçi” akım bu gelenekten önemli ölçüde koptu ve politik bir vizyona yöneldi.
Bu yeni akımın, geleneksel İslamcı düşünceden önemli farklılıkları var. Her şeyden önce 19.ncu yy.ın ortalarından itibaren düşünce hayatımızın etkili damarlarından birini oluşturan İslamcı çizgideki fikir adamlarının tümünde, vatani ve milli hassasiyetler ön planda olmuştur. Bir Mehmet Akif’in bir Sait Halim Paşa’nın milli meseleler karşısındaki tavırları, herhangi bir milliyetçiden farklı değildir. Oysa dış kaynaklı yeni akımın belirgin özelliği milli ve yerli olmaktan çok, kozmopolit bir anlayışın benimsenmiş olmasıdır. Millete mensubiyet duygusunun kavmiyetçilik sayılıp reddedilmesi evrenselci bir anlayışın benimsenmesine, dolayısıyla aynı çizgideki ideolojik kesimlerle yakınlaşmaya ve hatta yer yer iş birliği kurulmasına yol açıyor.
Bu akım sadece düşünce hayatıyla sınırlı kalsaydı bu alanda yaşanacak tartışmalarla gelişip, zenginleşir daha gerçekçi bir çizgiye oturabilirdi. Ancak kısa bir süre sonra olaya siyasetçiler müdahale ettiler ve yeni İslamcı düşünce akımını süratle politikaya taşıdılar. Yeni kurulan bir partinin başlıca dayanağı olarak kullanmaya başladılar.
Sonuçlar ortadadır. Bu siyasi hareketin 70’li yılların başından itibaren yargı kararları sonucu değiştirmek mecburiyetinde kaldığı parti isimleriyle yaşadığı macerayı hepimiz hatırlıyoruz. Yaşanan gelişmeler sadece bu partilerle yahut yöneticileriyle sınırlı kalmadı. Doğrudan topluma yansıdı ve geniş bir yurttaş kesimini etkiledi.
80’li yılların ortalarına kadar Türk eğitim sisteminin normal bir unsuru konumunda olan İmam-Hatip okulları, bu siyasi hareketin lideri tarafından “arka bahçe” diye ilan edilip bu anlayışa yaklaştığı günlerden beri, bir türlü çözümlenemeyen bir probleme dönüştü.
Bu okul öğrencilerinin ve mezunlarının yıllardır yaşamakta oldukları acının, çaresizliğin sorumlusu kimlerdir? Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulan ve eğitim yapan yüzlerce okulun ve binlerce öğrencinin adeta zenci muamelesi görmesi, ikinci sınıf yurttaş konumuna indirgenmesi, bu okul diplomasının çoğu defa kamu hizmetlerinden dışlanma gerekçesi yapılması sadece bu okul mensuplarını değil, toplumun genelini ilgilendiren bir problemdir. Bu facianın sorumluları bu durumdan vicdani bir acı duyuyorlar mı bilemeyiz ama, mesele kendi haline terk edilmeyecek derecede ciddidir. Bir an önce konu ele alınmalı, mutlaka hakkaniyete uygun bir çözüm bulunmalı, binlerce gencin aileleriyle birlikte yaşadıkları ıstırap son bulmalıdır.
Diğer yandan üniversitelerde baş örtüsü konusunda yaşananların baş sorumlusu aynı politik bencillik ve sahiplenme anlayışıdır. “Rektörler baş örtülülere selam duracak” söylemiyle herkese karşı anlamsız bir meydan okuma yöntemiyle başarı sağlanacağını düşünen siyaset anlayışı, hem siyasette hem de kurumlar arası ilişkilerde derin bir karmaşaya yol açtı. Rejim tartışmaları başladı, demokratik düzenin devamına ilişkin kuşkular oluştu. Daha da kötüsü “Yönetemeyen demokrasi” ortamının söz konusu olmasına paralel şekilde, sistem dışı müdahalelerin önü açıldı. 28 Şubat süreci yaşandı.
Politikacıların bencilliği ve olayları doğru okumama konusundaki ısrarları baş örtüsü konusunun çözümlenmesi bir yana, kördüğüm haline gelmesinin en büyük nedenidir. Bu gün üniversitelerimizde çağdaş ve medeni ülkelerde rastlanmayan bir uygulama yapılıyor. Reşit olan, her türlü yasal hakka ve sorumluluğa sahip bulunan genç kızlar, üniversite kapılarına başlarını örterek geldikten sonra, burada ya peruk takıyorlar yahut başlarını açmak zorunda kalarak içeri giriyorlar. Bunu içlerine sindiremeyenlerin iki tercihleri var; imkan bulurlarsa yurt dışına, kıyafet kısıtlaması olmaksızın okumaya gidiyorlar, yahut evlerinde oturup öğrenimlerini bırakıyorlar.
Bu tablonun hiçbir yanının doğru, haklı, adil ve makul bir tarafı yoktur. Meselenin bu hale gelmesinin sorumluluğun kimlerde olduğu ayrı bir konudur. Ancak hem toplumumuzda giderek derinleşen, huzursuzluk ve tedirginlere yol açan, insanlarımızı mustarip kılan bir problemin ortadan kaldırılması, hem de insanların inançlarını özgürce yaşama hakları açısından acil bir çözüm bulunması gerekiyor.
Muhterem misafirler, aziz ülküdaşlarım;
Dini bir ideoloji haline getirmeye, devlet gücünü kullanarak toplumu dönüştürmeye çalışmak, yani dini inanca siyasi bir misyon yükleme girişimi dine yapılacak en büyük kötülüktür.
Dini siyasi alanda kullanma girişimi inancı ideolojik ve politik bir araç halinde kullanma anlamına gelir; bu tutum toplumsal barışı zedeler, kutsal ve ortak bir değer olan dini esas amacından uzaklaştırır, yozlaştırır.
Özellikle son otuz kırk yılda ülkemizde yaşanan olayları doğru değerlendirmek, bir takım heveslerin, yabancı iklimlerden aktarılan görüşlerin kendi kültürümüzle ve geleneğimizle bağdaşmadığını belirlemek ve dini inancın kendi asli mihverinde işlevini sürdüreceği, özgürce yaşanacağı ortamı hazırlamak zorundayız. Siyasetçiler din üzerinden siyaset yapmanın ne derece yanlış olduğunu algılamalı ve bu alana yönelmeyi asla düşünmemelidir.
KUTUPLAŞMANIN DİĞER UCU
Kutuplaşmanın diğer ucunda, modernleşme tarihimizin önemli akımlarından biri olan “Garpçılık” düşüncesinin günümüze yansımaları, bu zihniyeti benimseyen kesimler yer alıyor.
Bu akımı başlatan ve aralarında Abdullah Cevdet, Baha Tevfik gibi yazar ve düşünürlerin yer aldığı Osmanlı aydınları klasik pozitivizmin ve Vulger alman materyalizminin etkisinde kalmışlardı. Bunlara göre “din avamın ilmi, ilim havassın (seçkinlerin) dinidir”. Esasen bütün dini inançlar, metafizik anlayış çağ dışı kalmış hurafelerdir. Din ile bilimin uzlaşması mümkün olmadığından, tek hakikat kaynağı deney ve gözlemlemeye dayalı “bilimsel bilgi” dir. Modernleşmek ve çağdaşlaşmak için her türlü inançtan arındırılmış deneysel bilimin yol göstericiliğinin dışında, hiçbir rehbere ihtiyaç olmayan radikal yöntemler izlemek gerekir.
Bu görüşler sadece teoride ve yazılı olarak kalmadı. İleriki dönemlere de yansıdı. Özellikle eğitim hayatımıza intikal etti, sistemi doğrudan etkiledi. Aydınlar ve elitler arasında taraftar buldu.
Bu kesimlerin toplumu kendi zihniyet dünyalarına göre yapılandırma girişimleri, geniş kesimlerle inanç bağlamında zıtlaşmalara, ayrışmalara ve uzlaşmazlığa yol açtı. Seçkinler bunun nedenlerini doğru algılamak, anlamlandırmak yerine, kutsalları konusunda hassas olan halkı cahillikle, bilgisizlikle suçlamak gibi bir kolaycılığı tercih ettiler.
Bu tutumun tipik bir örneğine günümüzde de sık sık rastlıyoruz. Pozitivist seçkinlerimize göre 14 Mayıs 1950’de iktidarın halkın tercihiyle değişmiş olması “karşı devrim” dir. Ezanın Arapça da okunabilmesine imkan veren TBMM kararı ise “gerici” bir çıkıştır. Oysa bu karar, TBMM’de bulunan bütün partilerin ittifakıyla, oy birliğiyle alınmış ender kararlardan biridir.
Aydınlarımızın bu katı ve uzlaşmaz tavrının esas nedeni, bilim hayatındaki gelişmeleri izlemekten kaçınmaları ve kabule yanaşmamalarıdır. Bilim dünyasında geçen yüzyılın başlarından itibaren yeni gelişmeler yaşandı. Özellikle 20.yy ın ilk çeyreğinde Karl Popper’in tezleri yeni bir çığır açtı; eski pozitivist ve materyalist bakış tarzları rafa kalktı.
Pozitivizmi hala bir iman gibi benimsemekte ısrarlı olan seçkinci aydınlarımız, bilimsel gelişmeleri 150 yıl geriden izlemek gibi bir yanlışta ısrarla direniyorlar.
Bunun somut bir örneğini birkaç gün önce yaşadık. Üniversiteler Arası Kurul tarafından üst üste iki defa ve ısrarla YÖK üyeliğine seçilen Prof.Celal Şengör, kendisini seçen kurul üyelerine gönderdiği mektupta, bu kesimin pozitivist saplantılarını açıkça ortaya koydu. Prof.Şengör’ün bir “manifesto” niteliği taşıyan mektubu son derece düşündürücüdür; ülkemizde etkili konumda bulunan bir kesimin zihniyet dünyasını yansıtması açısından önemlidir.
Mektubun bir bölümünü bir örnek olması bakımından burada aynen okumak istiyorum. Baş örtüsü konusunu ele alan sayın jeoloji profesörü şöyle diyor: “…..Akla açık bir ihanet olan bu davranışların temsilcilerini (yani başörtülüleri) aklın ve bilinin geliştiricisi olan üniversitelerimize nasıl alacağız? Böyle kişilere öğrettiğimiz bilimi öğrendiklerine itimat ederek nasıl not veya diploma vereceğiz?”
Sayın profesör devam ediyor: “…Bir başka deyişle, bilimin dışında insanların hiçbir bilgi kaynağı yoktur. Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri yani TBMM’nin kararları, ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir. Bizim düşüncemizin ve faaliyetlerimizin temeli eleştirel akılcılıktır. Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri almayız. İcap ederse ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız.”
Böylesine bir yaklaşımla yani doğrunun sadece kendi inandığından ibaret olduğuna iman eden bu çatışmacı anlayışla toplumsal meselelerimize çözüm bulmak doğal olarak zorlaşıyor; ülkemiz yersiz gerginliklerle meşgul ediliyor, toplumsal enerjimiz boş yere tüketiliyor.
Batı dünyası bu tarz problemleri geçen yüzyılın başlarından önce aşmayı başardı. Günümüzde çağdaş anlayış bireyin inancına yahut inançsızlığına saygı esasına dayanıyor. Laiklik çoğu anayasalarda doğrudan belirtilmese bile, devlet düzenine, kamu hayatına yerleşmiş, tartışılır olmaktan çıkmış, temel bir anlayış şeklinde benimsenmiştir.
Günümüz Avrupasının laiklik anlayışı inancı dışlamıyor. AB’nin Anayasa hazırlama girişimlerinde açıkça belirtildiği gibi, Avrupa medeniyetinin üç ayağından birinin Hıristiyan medeniyeti olduğu, Hıristiyanlık geleneğinden geldikleri genel kabul görüyor. Hıristiyanlığın medeniyet ve kültürlerinin başlıca temellerinden biri olarak benimsenmesi sonuçta toplumsal huzur ve uzlaşı sağlamış oluyor. Bu anlayış devlet değerlerinin dini esaslar üzerinde kurulması yahut Hıristiyanlığın kamu hayatına egemen olması, laik düzenin bozulması anlamına kuşkusuz gelmiyor.
Ülkemizde benzeri bir anlayışın geçerli olmaması nedeniyle, laiklik gibi hassas bir konu bazı çevreler tarafından pozitivist saplantılarla toplumu dönüştürmeyi amaçlayan siyasal projelere alet edilmeye çalışılıyor.
Türkiye laiklik ilkesi de dahil, ne cumhuriyetin temel ilkelerinden vazgeçebilir; ne de toplumun inanç yapısını, tercihlerini, kültür dokusunu yok sayarak, devlet aygıtını kullanarak pozitivist anlayışı egemen kılmaya yönelik girişimler meşru görülebilir.
Laikliğin anlamı açıktır; birincisi devletin yapılanmasının ve ona vücut veren hukuk sisteminin dini referanslı olmaması; ikincisi devletin bütün dini inançlar ve felsefi düşünceler karşısında tarafsız kalarak din ve vicdan özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bu anlayışın kültürümüzle, tarihimizle çelişen bir tarafının olmaması nedeniyle, anayasamızda belirtilen bu temel ilkelere çok yüksek oranda toplum desteğinin bulunduğu, yapılan bilimsel ve tarafsız anketlerde açıkça görülmektedir.
Kimsenin Türk toplumunun tercihlerinden, sağ duyusundan ve rejimin geleceğinden kuşku duymaması gerekir. Türkiye ne İran ne Malezya ile kıyaslanabilir. Türk toplumu kültür dokusu, tarihi ve inanç yapısıyla özgündür, kendisidir.
Cumhuriyetin temel ilkelerinden biri ve huzur ve barışın teminatı olan laikliğin, yörüngesinden kaydırılarak ideolojiye dönüştürülmeye, laisizm diye tanımlanan alternatif inanç ve baskı aracı kılınmaya çalışılması son derece yanlıştır.
Bunu Sovyetler Birliği gibi deneyen ülkeler oldu. Bu totaliter rejimde yaşananları herkes izledi. Seksen yıl süresince dini kitlelerin afyonu şeklinde nitelendirerek, toplum hayatından söküp atmaya çalışan komünist rejim yıkılınca, Rus kilisesinin gücünden hiçbir şey kaybetmeden ayağa kalktığı görüldü. Bugün Rusya’da en etkili kurumların başında Rus Ortodoks kilisesi gelmektedir.
Türkiye iki uzlaşmaz ucun oluşturduğu kutuplaşma ortamında gereksiz gerginliklere sürükleniyor. Halledilmesi aslında zor olmayan konular kilitleniyor, insanlar incitiliyor, hak ve hukukları zedeleniyor, mutsuz kılınıyor. Sonunda şimdi olduğu gibi son derece kritik ve sakıncalı rejim tartışmaları başlıyor.
EKONOMİK PROBLEMLERİMİZ DOĞRU ALGILANMIYOR
Türkiye’nin üçüncü önemli meselesi yaşadığımız ekonomik problemlerdir. Ekonomimiz 2000 ve 2001 de dibe vurduktan sonra, 2002’den itibaren toparlanma dönemine girdi. Bunda dünya ekonomisinde yaşanan olumlu ortamın ülkemize yansımasının büyük etkisi oldu. Uygulanan istikrar tedbirleriyle dış konjonktürün buluşması sonucu makro dengelerde önemli iyileşmeler meydana geldi. Ancak bu olumlu görüntünün arkasında üçyüz yıldır sürüp gelen yapısal problemler ne yazık ki çözümlenmedi. İhracata yönelik güçlü ve sağlıklı üretim artışı sanayi atılımı olmadığından, dış şartların olumsuz seyir izlemesiyle birlikte sıkıntılar ortaya çıkmaya başladı.
Cari açık tehlikeli şekilde büyüyor, işsizlik artıyor, büyüme hızla yavaşlıyor, enflasyonda artış eğilimi başlıyor. Olumsuz küresel dalgaların esas etkilerinin birkaç ay sonra görüleceği tahmin ediliyor.
Bu arada petrol fiyatlarının astronomik yükselişi, tarımda yaşanan kuraklık ve fiyat artışları ekonomimizin dengelerini büsbütün bozuyor.
Ekonomimizin bu şartlarla karşılaşacağı çok önceden belliydi. Ancak esas gündem maddelerine ağırlık vermek yerine, aylardan beri gereksiz konularla uğraşılıyor; yararsız ve anlamsız konularla gündem dolduruluyor, ekonomimizi dirençli kılacak yapısal reformlar zamanında yapılmıyor, yasalar çıkarılmıyor.
Türkiye gibi son derece hassas bir coğrafyada, jeo-stratejik ve politik problemlerle karşı karşıya bulunan bir ülkenin ekonomisinde yaşanacak sıkıntılar, krizler tam anlamıyla felaket olur. Böylesine bir ortamın ne anlama geldiğini görmek için Osmanlı’nın son yüzyılına bakmak yeterlidir. Allah korusun, ekonomik sıkıntısı ileri boyutlara varan bir Türkiye’nin ne Kuzey Irak’taki gelişmeleri, ne Kıbrıs davasını, ne de diğer hayati milli meselelerini savunma mecali kalır.
Türkiye’yi yönetenlerin, siyasi iktidarın bu gerçekleri bir an önce görmeleri, esas gündem konularına dönmeleri, oluşan zararları daha fazla zaman kaybetmeden telafi etmeleri gerekiyor.
TÜRK OCAKLARININ TARİHİ MİSYONU VE
GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Türk Ocakları geçen yüzyılın başlarında tesadüfen ortaya çıkmadı. Devlet dağılma sürecine girmiş, Türk milli varlığı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu ortamın acısını yüreklerinde duyan ve sorumluluk duygusu taşıyan milli şuur sahibi gençler ve aydınlar, milliyetçilik zemininde teşkilatlanma zaruretini gördüler ve Türk Ocakları’nı kurdular.
Türk Ocakları faaliyetleri bağlamında kamu oyuna sunulan fikir ve görüşler, yaşanan problemlerin yoğunluğu karşısında bunalan ve çaresiz kalan Türk aydını için yeni bir ümit, çıkış yolu ve heyacan kaynağı oldu; kısa sürede yayıldı ve benimsendi. Birinci Cihan Harbi’nin kan ve ateş sağanağı altında, birbirinden binlerce km. uzaktaki cephelerde Türk askerinin gösterdiği emsalsiz kahramanlığın özünde bu milliyetçi ruh ve heyecan, vatanseverlik duygusu vardır.
Milli mücadele en başından itibaren bu fikir ve felsefe zemininde vücut buldu. Müdafaa-i Hukuk hareketleri, Kuvay-i Milliye girişimleri ve nihayet ilk Meclis milliyetçi görüş, düşünce ve duyguların eseridir. Türk milliyetçiliği fikrinin yakın tarihimizdeki en büyük başarısı, Mustafa Kemal Paşa’nın yönetiminde Milli Mücadele’nin başarılı olması, 9 Eylül’de İzmir’e giren, Akdeniz’e ulaşan ordularımızın zaferiyle bu başarının taçlandırılmasıdır.
Türk Ocakları’nın kuruluşu üzerinden 96 yıl geçmiş bulunuyor. Türkiye yeni yüzyıla bir yandan geçen yüzyılın başlarındaki şartlarla kıyaslanmayacak derecede güç ve imkanlarla, diğer yandan kaynakları, nitelikleri, nedenleri farklı yeni problemlerle, sıkıntılarla başladı. Ancak şartlar değişik olsa bile Türk Ocakları’na ve Ocaklılara olan ihtiyaç 96 yıl öncesinden daha az değildir.
Milli devletler döneminin kapandığına, artık onlara ihtiyaç kalmadığına ilişkin iddiaların asılsız birer safsata olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.
Her millet gibi Türk milletinin de varlığını sürdürmesi ancak milliyetçi bir zihniyet ve yaklaşımla mümkündür. Batı’lı toplumlar bu gerçeği belirtme gereği duymadan, doğrudan uygulamalarıyla, tutumlarıyla sergiliyorlar. Dolayısıyla Batı ülkelerinde Türk Ocakları’na benzer örgütlenmelere gerek duyulmuyor. Çünkü doğrudan devlet politikaları bu işlevi yerine getiriyor.
Oysa Türkiye gibi, aydınlarının bir bölümünün kendi kültür ve tarihiyle, medeniyetiyle problemli olduğu, toplumla çatışma yaşadığı, başta eğitim ve kültür hayatı olmak üzere, ilkeli bir kurumsal yapılanmanın hayli eksik kaldığı bir ülkede, Türk Ocakları gibi bir kuruluşa kesin ihtiyaç vardır.
Bu nedenle, ülkemizin en köklü milli kültür yuvası olan, tarihi bir misyonu yüklenmiş bulunan Türk Ocaklarının sorumluluğu ağırdır. Günümüzde milli kültürümüz, millete ait değerler bir yandan küresel baskılarla, diğer yandan omurgasız, kimliksiz aydınların oluşturduğu kozmopolitan ve masonik çevrelerin saldırılarıyla, bir diğer yandan da mikro milliyetçi etnik kaynaklı düşmanlıklarla yıpratılmak, yozlaştırılmak, etkisiz kılınmak isteniyor.
Aziz Türk Ocaklılar, sevgili ülküdaşlarım;
Sizler bu çatının altında milli kültürümüzü, milli kimliğimizi, milli tarihimizi, milletimize ait tüm değerlerimizi, kutsallarımızı savunuyorsunuz.
Tüm faaliyetlerinizle milli kültürümüzün korunması, gelişmesi “zamanın ruhuna” uygun şekilde, günün şartlarını ve ihtiyaçlarını karşılayacak anlayış ve canlılıkla gelecek nesillere aktarılması için mücadele veriyorsunuz.
Bu çabalarınız vatan topraklarını cephelerde savunmak gibi anlamlı ve saygıdeğer bir uğraştır. 94 yıl önce okullarındaki öğrenimlerini, Ocak’taki çalışmalarını bırakarak, koşar adımlarla Çanakkale’ye ve diğer cephelere gidip şehitlik mertebesine ulaşan, kutsal vatan topraklarıyla bütünleşen Türk Ocaklarının kurucusu gençlerin, ecdadımızın ideallerini, ülkü bayrağını bugün aynı iman ve anlayışla Ocak şubelerinde taşımakta olmak ne büyük şereftir !
Hangi şartlarda ve nasıl bir özveriyle faaliyetlerinizi sürdürmekte olduğunuzun en yakın şahidi olarak hepinize, bütün ülküdaşlarıma, Ocak’lı kardeşlerime gönül dolusu şükranlarımı ve tebriklerimi sunmaktan gurur duyuyorum.
Bu çalışmalarınız sırasında, bazı çevrelerden hiç hakketmediğiniz eleştiriler ve hatta suçlamalarla karşılaşırsanız sakın irkilmeyin, üzülmeyin. Bizler dürüstçe öz eleştiri yapabilen, hesabını tümüyle vicdanında veren insanların oluşturduğu bir topluluğuz. Faaliyetlerimizin kemâle ulaştığını, yeterli olduğunu iddia etmiyorum. Eksiklerimizi, hatalarımızı içtenlikle kabul edecek özgüvenin sahibiyiz.
Ancak Türk Ocaklıların samimiyetinden, şahsi bir çıkar ve amaç düşünmeksizin milletimize, ülkemize, düşüncemize, inancımıza hizmet ülküsünden kuşku duyan olursa, bunun dürüst, adil ve ahlâki bir tavır olmadığını gönül rahatlığıyla buradan ifade edebilirim.
Türkiye bugün bir yandan küresel, diğer yandan yerel kaynaklı, çift taraflı bir kuşatma altındadır.
Bu ortam 780 bin km2 lik Türkiye coğrafyasında yaşayan bütün yurttaşlarımızın kaderini, geleceğini doğrudan ilgilendiren bir problemdir. Dolayısıyla sorumluluklar belirli bir kesime ait konu değil, düşünme kabiliyetine sahip herkesindir.
Ancak milli bilinç sahibi aydınlarımızın daha özel bir sorumluluk taşıdıklarını burada hatırlatmak isterim.
Büyük dalgalanmaların yaşandığı, siyasal, ekonomik ve kültürel dengelerin alt üst olduğu günümüz dünyasında, milli varlığımızın devamı, milletimizin bu küresel anafordan selamete çıkması için bulunduğumuz 21.nci yüzyılda “yeni bir medeniyet hamlesi” yapmak mecburiyetindeyiz.
Tefekkür dünyamızda üç yüz yıl kadar önce başlayan ve bu zamana kadar giderilemeyen durgunluk, bu coğrafyada milletimizin inşa ettiği muhteşem Türk-İslam medeniyetini önemli ölçüde etkiledi. Bizi Batı’daki gelişmelerin izleyicisi ve taklitçisi konumuna getirdi. Bugün çağımızın şartlarını ve gereklerini karşılayacak nitelikte etkili bir kültür hamlesinin vakit geçirilmeden gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Bunu ister yeni bir Ergenekon, milli bir diriliş, isterseniz “tecdid-i iman” diye tanımlayın; milletçe başarmak zorundayız.
Bu tarihi atılımı yapacak olanlar, ameliyle imanını bütünleştiren, milletimize hizmet ülküsü taşıyan insanlardır; milletimizin sevdalılarıdır, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyenlerdir. Yani Türk milliyetçileridir, sizlersiniz !
Unutmayalım ki, “peşinden koşacak cesaretiniz ve gücünüz varsa bütün hayaller hakikat olur.”
Bir zamanlar Türk Dünyası’nın özgürlüğünün gerçekleşmesini imkansız bir hayal gibi görenler de vardı; ancak gerçek ortadadır. Ay-yıldızlı bayrağımızın yanında, altı bağımsız Türk Devleti’nin bayrağı daha, aymazlıklara, idraksizliklere zihinsel körlüklere meydan okurcasına gururla dalgalanmaktadır.
Sözlerimi tamamlarken, Kurultayımızın başarılı geçmesini, çalışmalarımızın yeni bir atılım ve açılım getirmesini, bütün Türk Dünyası’na, milletimize hayırlı olmasını diliyor, hepinize kalbi sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.