TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Genel Başkanın 22 Mart 2012 tarihli Basın Toplantısındaki Konuşması

12 Mart 1912 de kurulan Türk Ocakları, bu yıl 100.ncü yılını kutluyor. Kuruluşundaki amaç ve ilkelerini, çalışma tarzını, fikir ve düşünce çizgisini 100 yıl süresince özenle koruyarak “asırlık hizmet çınarı” olmak tarihi bir başarıdır. Ülkemizde bunun bir başka örneği olmadığı gibi, dünyada da bir elin parmakları sayısını geçmez.

Türk Ocağı’nın kurulması, Osmanlı Devleti’nin içeriden ve dışarıdan kuşatıldığı, dağılma sürecinin yaşandığı, milli varlığımızın ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu çok kritik bir  döneme rastlar.

Türk milliyetçiliğinin fikri bir tercih, edebiyat ve tarih konusu olmaktan çıkarak, siyaset ve toplum hayatını birinci derecede etkiler duruma gelmesi yaşanan şartların doğal sonucudur. Bu nedenle Türk Ocağı kuruluşundan itibaren milli şuur sahibi aydınlar ve gençler arasında büyük ilgi gördü.

Kurulduğu 1912 yılından başlayarak, İstanbul’u işgal eden İngilizler tarafından kapatıldığı 1920 yılına kadar siyasi, sosyal ve kültürel gelişmeleri önemli ölçüde etkileyip yönlendirdi.

Türk Ocakları’nın kuruluş amacı ilk nizamnamesinde (tüzüğünde) açıkça belirtildiği gibi, milli kültürümüze hizmet etmek, milli şuur sahibi aydınların yetişmesine yardımcı olmak,  tarihimizin anlatılıp öğretilmesini sağlamak, kısacası Gökalp’in ifadesiyle “kültür milliyetçiliği” nin yapıldığı bir “millî mektep” olmaktır.

Bu açıdan Türk Ocakları’nın 100 yıldır temsil ettiği Türk milliyetçiliği fikri doğrudan kendi tarihi ve kültürel kaynaklarımızdan, toplumsal ve siyasal şartlarımızdan doğan yerli ve millî bir nitelik taşır.

Birlikte yaşamaktan, ortak acıları, sevinçleri, gelecekle ilgili düşünceleri paylaşmaktan kaynaklanan tabii bir aidiyet duygusu olan Türk milliyetçiliği, Avrupa’nın Nazizim, Faşizim gibi hastalıklı, ırkçı, saldırgan milliyetçiliklerle benzerleştirilemez.

Bizim milliyetçiliğimiz ötekileştirici, itici, dışlayıcı değildir. Varlığımızı koruma ihtiyacından doğan, Anadolu mayasıyla, tevhid inancıyla yoğrulan, sevgiye, hoşgörüye dayanan birleştirici, kucaklayıcı bir millet anlayışının ürünüdür.

Balkan savaşında feci bir mağlubiyete uğrayıp zehil duruma düşen orduyu, iki yıl sonra diriltip ayağa kaldıran, Şark projesini geçersiz kılan, millî mücadeleyi gerçekleştiren bu imandır, azim ve iradedir.

Millî devletin kurulması Türk milliyetçiliğinin en büyük başarısıdır. Türk Ocağı bunun fikrî ve felsefî zemininin oluştuğu en etkili mekândır.

Aradan geçen 100 yıl zarfında Türkiye’de ve Dünya’da baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Yirmi yıl önce soğuk savaş sona erip Sovyetler Birliği dağılırken, Avrasya’da yeni bir siyasî atlas oluştu. Böylelikle 5 Türk Cumhuriyeti kurulurken, Türk Ocağı’nın 100 yıl boyunca savunduğu görüşlerden birisi hakikat oldu. Türk Dünyası kimsenin inkar edemeyeceği bir tablo olarak ortaya çıktı.

Türkiye Cumhuriyeti bugün geçen yüzyılın başındaki geleceği karanlık, dağılma endişesi içerisinde çırpınan Osmanlı Devleti’nden çok farklı bir konuma sahiptir.

Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 75 milyon nüfusumuz artık köylülükten çıktı, kabuğunu kırarak dünyaya açılarak, şehirleşme, sanayileşme ve ticarileşme alanlarında çağdaş bir çizgiye ulaştı.

Batılılar Türkiye’yi bu hüviyetiyle ciddi bir rakip olarak görüyor; Türk ve Müslüman kimliğimiz dolayısıyla kendi kültür ve medeniyetine tehdit sayarak endişe ediyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde tıkanma noktasına gelmesinin esas nedeni Batılılara egemen olan bu psikolojidir.

Türkiye bu küresel rekabet ortamında varlığını korumak, ekonomik, politik ve kültürel alanlarda kendisine onurlu ve saygın bir yer bulabilmek için kültürel değerlerine gerekli önemi vermek, özen göstermek ve kurucu bir medeniyetin varisi olduğunun bilincini taşımak zorundadır.

Bütün dünyayı vatan, bütün insanları millettaş sayma şeklindeki kozmopolit bir anlayış entelektüel bir tercih, liberal bir bakış olarak tercih edilebilir; ancak bunun devlet hayatına, toplum yapısına egemen olması durumunda millî kimliğimizi ve bütünlüğümüzü korumamız imkansız hale gelir. Etnik ayrışmaların önü açılır.

Bu açıdan şu sıralarda gündemde olan anayasa tartışmalarını çok önemsiyoruz. Anayasa üzerinden Türkiye’nin yapısal bir dönüşüme taşınmak istenmesinden, milli devletin kuruluş ilkelerinin ve temel felsefesinin değiştirilmeye çalışılmasından kaygı duyuyoruz.

Türkiye bireysel hak ve özgürlükler anlamında gelişmiş ülkelerin insanlarının bütün imkânlarına, haklarına sahip kılınmalı, eksiklikler bir an önce giderilmeli, tam ve kâmil anlamda bir hukuk devleti olmanın gerekleri yerine getirilmelidir.

Ancak konunun siyasal projelerin uygulanmasına vasıta kılınarak, grup hakları açısından ele alınmasını ayrılıkçı bir tutum, ırkçı-etnikçi bir yaklaşım olması nedeniyle kesinlikle kabul edilemez buluyoruz.

Anayasa’dan Türk ve Türk kimliğiyle ilgili ifadelerin çıkarılması talepleri sosyolojik ve tarihî gerçeklerimizi inkâr etmek anlamına gelir. Osmanlıcılık politikasının bir üst kimlik olarak benimsenmediğini ve bölünmeyi önlemediğini herkes hatırlamalıdır.

Unutulmamalıdır ki, etnik sorunlar etnik ödünler verilerek halledilemez; tam tersine bu tarz yaklaşımlar merkezkaç eğilimlerini kışkırtır, ayrılıkçı hareketleri güçlendirir.

Türkçe Kanun-i Esasi’den bu yana Anayasalarda resmi dil olarak belirtilmiş, mozaik bir yapıya sahip Osmanlı Devleti bile kamusal alanda ikinci bir dile müsaade etmemiştir. Herkesin anadilini öğrenmek, konuşmak, yazılı ve görsel alanlarda serbestçe kullanmak hakkına sahip olmasına itiraz etmiyoruz. 12 Eylül’den sonra Kürtçe’nin yasaklanması çok yanlış bir tutumdu; ama bu hatanın izale edilerek çok farklı bir duruma gelindiği ortadadır.

Buna rağmen Kürtçe’nin ikinci bir dil halinde eğitim dili olarak kullanılması, örgün eğitime ikame edilmesi, kamusal alanda kullanılmaya çalışılması bireysel bir hak ve özgürlük talebi değil, iki milletli federatif bir yapı oluşturma projesinin temel argümanıdır.

Keza Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı imzalarken koyduğu çekincelerin tamamına yakını, 2005 ve sonrasında yapılan yasal değişikliklerle ortadan kalktı. Bu konuda Türkiye’nin Avrupa ülkelerinden daha geri durumda olduğunu kimse iddia edemez. Bürokrasinin azaltılması, yerel yönetimlerin biraz daha güçlendirilmesi gibi konular anayasal değil yasal sorunlardır ve Yasama organının çalışmaları cümlesinden ele alınacak hususlardır.

Türkiye’nin günümüzdeki küresel rekabet ve güç yarışında sorunlarının bulunması doğaldır. Ancak bunlar ortak akıl inşa edilerek, rasyonel politikalar oluşturularak, 780 bin km2.lik ülke bütünlüğümüze  saygılı olan siyasi merkezler tarafından ele alınıp ortaklaşa çözümler bulunacak nitelikte konulardır. Bu anlayış ve işbirliğinin bir an önce sağlanarak Türkiye’nin 21.nci yüzyılda hak ettiği konuma getirilmesi, siyasî merkezlerimizin millî çıkar ve ülküler çerçevesinde işbirliği halinde bulunmaları en büyük dileğimizdir.

13 yıl sonra millî devletimizin kuruluşunun 100.ncü yılını kutlarken, sorunlarımızın büyük bölümünü halletmiş olarak, küresel arenada kendimize en üst düzeyde bir yer sağlayarak 100 yıla damgamızı vurmayı diliyor, Türk Ocakları Genel Merkezi adına sizlere sevgiler, saygılar sunuyorum.

Nuri GÜRGÜR
Türk Ocakları Genel Başkanı