Türkiye ekonomisinin 2001-2002 krizinde dibe vurması üzerine 57.hükümet döneminde uygulamaya konulan istikrar programının etkisiyle bu tarihten başlayarak, ekonomi toparlanmaya, göstergeler düzelmeye başladı. Bu gelişmelerin devam etmesine paralel olarak, milli gelirimiz düzenli şekilde arttı. Kişi başına düşen miktar 3.200 dolardan 10.500 dolara ulaştı. Ancak milli gelirin ve ihracatın artışı yüksek teknolojinin kullanıldığı üretime, markalaşmaya kısaca ciddi bir sanayileşmeye dayalı olmadığından, yeni buluş (inovasyon) yapacak nitelikli insan yetiştiren kaliteli bir eğitim sistemiyle desteklenmediğinden, temel reformlar konusunda stratejik hamleler yapılmadığından 4-5 yıldan beri yerimizde sayıyoruz. Ali Babacan’ın belirttiği gibi, Türkiye “orta gelir tuzağı” diye adlandırılan çıkmaza saplanıp kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Mahiyeti, içeriği, niteliği ne olursa olsun milli gelirimizde 2002’den sonra üç misline yakın artışın toplum hayatımızda önemli etkileri oldu. Kırsaldan, köylerden kentlere akış hızla arttı; şehirleşme yoğunlaştı. Ancak bu nüfus hareketleri herhangi bir plânlamaya, öngörüye dayanmadığından alt yapıdan trafiğe, sağlıktan eğitime büyük sorunların yaşandığı, beton yığınlardan oluşan obezit şehirler ortaya çıktı.
Sağlıksız şehirleşmenin olumsuz etkileri en fazla insan unsuru üzerinde, toplum hayatında kendini gösteriyor. Geleneksel değerlerini, kültürel kimliğini sürdürebilen milli burjuvazi anlamında bir orta sınıf yerine, kolay para kazanıp kısa zamanda zenginleşen, maddi imkânları nedeniyle hayata hâkimiyet sağlayan, kendi bildiği gibi yaşayan yeni bir kesim oluştu. Genel bir tasnif yapıldığında bu kesim “mütedeyyin-muhafazakâr” diye nitelendiriliyor. Ancak dikkatle bakıldığında, bu tanımlamayı hak eden bir derinliğin olmadığı, milletimizin kadim değerlerini, harsi ve irfani geleneğini sahiplenip sürdürecek zenginliğin bulunmadığı fark edilebiliyor. Şehir hayatında ilk bakışta İslâmi görüntüler yoğunlaşıyor; camiler mescitler yapılıyor, imam-hatip okullarının sayısı devletin desteğiyle hızla artıyor. Başörtüsü sorun olmaktan çıkmış bulunuyor. Tesettürlü hanımlar markalı giysileriyle, süper lüks araçlarıyla pahalı mekânların, AVM’lerin baş müşterileri oluyorlar. Ancak toplumun bu yeni seçkin tabakası, sahiplenir göründüğü manevi değerleri içselleştirmediğinden, inancını derinliğine yaşamayı başaramadığından şekil ve lafızla sınırlı bir dünyaya sıkışıp kalıyor. Asliyetinden uzaklaşan, çoğu kere kamusal imkânların kullanımıyla kolay elde edilen zenginliğe ve refaha dayalı bu yeni post modern toplumsal tabaka yahut “mütedeyyin-muhafazakâr” diye nitelendirilen kesim ne kendisine izafe edilen değerleri sahiplenip koruyabiliyor ne de küresel-kültürel baskılara direnebiliyor.
Türkiye’de siyasetin omurgasını bir süreden beri bu kesim teşkil ediyor, iktidarı belirliyor. Dolayısıyla iktidarla bu “post-modern toplumsal kesim” in arasında çıkarların örtüştürdüğü doğal bir koralisyon meydana geliyor.
Altı doldurulamayan göreceli ekonomik refahtan, kamu imkânlarıyla ve siyasal desteklerle oluşan suni ranttan yararlanma becerisini gösteren kesimlerin, görünürdeki refahın mahiyeti, kaynakların kullanım ve dağıtım tarzı, hayati öneme sahip sanayileşme vizyonunun bulunmayışı gibi konuları düşünmelerini, tahlil etmelerini beklemek insan tabiatı açısından temenniden ibaret kalır.
Sandık başında tercihleri belirleyen, seçmeni yönlendiren temel faktörler büyük oranda manevi, ahlâki değerler ve milli mülahazalar değil, çarkların dönme arzusu oluyor. Başka bir ifadeyle bu düzen sürsün, istikrar bozulmasın isteği çoğunlukla şahsi hesaplardan, endişelerden kaynaklanıyor, seçmeni motive ediyor.
Aslında insan tabiatından kaynaklanan ve dünyanın her yerinde benzerleri yaşanan bu pragmatik, çıkarcı tavrı fazla yadırgamamak gerekir. Esas sorgulanması gereken husus, kendilerini idealist olarak tanımlayan, kararlarını değerler üzerinden verdiklerini öne süren kesimlerin tavırlarıdır; ne yaptıkları yahut yapmadıkları ve nasıl davrandıklarıdır. Ülkenin geleceğinin belirleneceği çok önemli bir seçimde oyunu kullanmayan 15 milyon seçmenin en az 10 milyonunu bu kesimden olanlar oluşturuyorsa söylenecek fazla bir şey kalmıyor.
Türkiye’de kamu-siyaset imkânlarına dayalı rantiye alanı büyüyüp balonlaştıkça siyasetin tabiatı değişiyor; çıkar gruplarının organize olduğu, giderek keskinleşen siyasal kabileciliğe dönüştüğü, kazanmak amacıyla bilimsel ve teknolojik yöntemlerin, tekniklerin, medya ve internet aracılığıyla ustalıkla kullanıldığı yeni bir tarz ortaya çıkıyor. Kazanmak için her şeyin meşru sayıldığı seçim kampanyaları, mutlak iktidar hedefiyle “genel seferberlik” haline getiriliyor.
Demagojinin egemen olduğu, Makyavelizm’in benimsendiği, PİAR tekniklerinden azami şekilde yararlanıldığı siyaset tarzıyla, seçmenlerin yönlendirilmesi, muazzam bir algı operasyonunun yapılması zor olmuyor. Çünkü bu tarzın toplum psikolojisinde zaten belirli oranda bir karşılığı var. İnsanların çoğu gerçeklerin kendilerine gösterilenle örtüşmediğini anlayacakları farklı sesler duymayınca, kendilerine daha umutlu ve aydınlık bir gelecek ufku sunulmayınca yürütülen algı operasyonunun etkisinde kolayca kalabiliyor.
Sonuçta karşımıza ahlâki, manevi ve milli değerleri inkâr etmeyen ancak bunların gereğini yapmak yerine, vicdanlarının kuytu köşelerinde saklı tutan, tercihlerini pragmatik kriterlerle yapan homo-ekonomik bir toplum yapısı ortaya çıkıyor. Dört koldan yürütülen telkin ve propaganda kampanyalarının etkisinde kalan, böylece istenilen ruh haline sahip kılınan insanlar doğal olarak konuları ve olayları gerçek haliyle değil kendilerine sunulan şekliyle algılayıp yorumluyorlar. Sonuçta PKK ve terör konusunda IŞİD meselesinde, yolsuzluk olaylarında biri resmi söylemlerle oluşturulan, diğeri hakikat olan iki farklı Türkiye tablosuyla karşı karşıya kalınıyor. Toplumda bunlardan hangisinin doğru olduğuna inananlara göre ayrışan bir kutuplaşma doğuyor. Birbirinden bu derece farklı hatta tamamıyla zıt değerlendirmelerin varlığı milli bütünlüğümüz ve devletimizin geleceği açısından son derece vahim ve düşündürücü bir durumdur.
İslâmcılığı, muhafazakârlığı davranışlarını meşrulaştırmak için makyaj malzemesi şeklinde kullanan gazeteler, sınırsız maddi kaynaklardan beslenen yazarlar aracılığıyla bu yapı konsolide ediliyor. Hatta bununla da yetinilmiyor; internet siteleri oluşturuluyor, iktidar çevresinden belirli bürokratların, gazetecilerin, istihbarat elemanlarının oluşturduğu operasyon merkezi kuruluyor. Buradan yapılan yönlendirmelerle görüşlerini benimsemeyen şahıslar, kurumlar, bürokratlar, siyasetçiler hedef alınarak kampanyalar yürütülüyor. Kimlerin kurduğu ve nerelerden yürütüldüğü artık açığa çıkmış bulunan bu siteler ahlâki, vicdani, insani ve İslâmi bütün kural ve ilkeleri bir kenara bırakarak hedeflerini imhaya yönelik saldırılar düzenliyorlar. Cumhurbaşkanı Gül ve ailesinin bile nasibini aldığı bu organizasyon, yapanları açısından tam anlamıyla bir yüz karasıdır.
İktidar için her yolun meşru sayıldığı bir siyaset anlayışı sadece toplumsal gerginliklere, tehlikeli kamplaşmalara, öfke birikimine yol açmakla kalmıyor; devletin temel yapısı, anayasal sistem, şöyle veya böyle yetmiş yıllık geçmişi bulunan demokratik düzen sarsılmaya başlıyor. Devletin hukuka bağlılığı üzerinde kuşkular oluşturacak yasal düzenlemeler yapılıyor. Değişikliklerin bazıları Anayasa Mahkemesi’nden, Danıştay’dan geri dönse bile, kalanların olumsuz etkileri giderilemiyor. Liderin görüş ve tercihlerine göre Meclis’teki çoğunluğa dayalı olarak yapılan düzenlemelerle, yüz yıl önceye ait “yok kanun-yap kanun” anlayışı güncelleniyor. Gelişmiş demokrasilerde görülmeyen torba yasalarla, kanun hükmündeki kararnamelerle devlet kurumlarımız, bürokratik yapımız ehliyet ve nitelik gibi objektif kriterler bir yana bırakılarak sadece “sadakat ve bağlılık” üzerinden yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. Bu cümleden olarak torba yasaya eklenen bir düzenlemeyle görevden alınan yahut yeri değiştirilen memurla ilgili karar yargıdan dönse bile idare yargı kararının uygulanmasını iki yıl erteleyebilecek. Temel hukuk kurallarına bu derece aykırı bir yasanın yapılması skandaldır.
Esasında ataerkil otokratik bir siyaset tarzının otoriterleşme eğiliminden kaynaklanan bu tarz radikal girişimlerin sürmesi durumunda bunların olumsuz sonuçlarını milletçe yaşamamız kaçınılmazdır. Erkler ayrılığının hukuka aykırı düzenlemelerle ortadan kaldırılması, yargının yürütmeye bağlı kılınması anlamına gelen düzenlemeler Türkiye’yi hukuk devleti olmaktan çıkarır, ülke demokrasiden farklı bir kulvara yöneltilmiş olur. Dileriz bu yolun çıkmaz olduğu, kimseye hayır getirmediği, siyasi çoğunluğun mutlak iktidar anlamına gelmediği bir an önce fark edilir; her bakımdan ağır bedeller ödemek zorunda kalacağımız yanlışlardan zamanında dönülür.