Nuri Gürgür (Türk Yurdu Dergisi,Mart 2000)
Son bir yıl içerisinde içerde ve dışarıda fevkalade önemli olaylar yaşadık. Bunların arasında şüphesiz Abdullah Öcalan'ın Kenya'nın başkenti Nairobi'de yakalanıp 16 Şubat 1999 tarihinde Türkiye'ye getirilmesinin çok ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu olay, Cumhuriyet döneminin en önemli iç gailesinin teşkil eden ve 15 yıl boyunca binlerce insanın canına mal olan PKK terörünün, Türkiye Devletinin gücü karşısında ezildiği anlamını taşımaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Güvenlik Güçleri, büyük fedakarlıklarla yürütülen bu mücadelede, gayri nizami savaş tarihinde önemle zikredilecek üstün bir başarı kazanmış terörist başını nefes kesen bir kovalamacıdan sonra, O'na barınak ve destek sağlayan dış güçlerin elinden çekip almak suretiyle zaferini tescil etmiştir.
1984 yılında başlayan PKK terörünün amacı, anlamı ve kapsamı uzun süre yetkili makamlar tarafından layıkıyla anlaşılamadı ve bunun doğal sonucu olarak fazla önemsenmedi. Dönemin Başbakanı Turgut Özal olayın sıradan bir asayiş meselesi olduğuna ve mahalli imkanlarla önlenebileceğine inanıyordu. Bölgedeki asker makamlarında PKK'yı ciddi bir tehdit olarak değerlendirdikleri söylenemez. Böylece sivil ve askeri makamlarca pek ciddiye alınmayan örgüt, etkili önlemlerle karşılanmadığından kısa sürede gelişmek ve bölgeye yerleşmek imkanını buldu. Bölgede var olan diğer Kürt örgütler birer birer tasfiye edildi ve PKK mihverinde etnik ve ideolojik iddialara sahip militan bir yapılanma vücuda getirildi.
PKK bölge halkı üzerine kesin hakimiyet kurabilmek için sindirme ve yıldırma metotlarını en gaddar şekliyle uygulamaya koydu. Talimatlarına uymayan, örgüte tabi olmayan yerleşim alanları, köyler, mezralar kanlı PKK kontrolüne geçtiği görüldü. Örgütün direktifleriyle bir anda şehirde kepenekler kapatılıyor, militanların cenazeleri törenlerle defnediliyor, her fırsatta gösteri ve yürüyüşler düzenleyerek PKK sloganları atılıyordu. Güney Doğu'da şehirlerarası yolculuklar ancak geniş askeri tedbirleri yapılabiliyor, akşam karanlığıyla birlikte korku ve kuşkunun kol gezdiği bir bekleyiş başlıyordu.
PKK'nın bu ölçüde genişlemesinde Devletin gerekli tedbirleri zamanında almamış olmasının rolü olmakla beraber, olanın nazım unsurları daha ziyade dış kaynaklıdır. Orta Doğu coğrafyasının jeopolitik özellikleri, petrol kaynakları, siyasi ve sosyal imkanlar ı19. yüzyılın sonlarından itibaren emperyalist güçlerin devamlı ilgi alanları olmuştur. Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren karşılaştığı etnik karakterli problemlerin ayaklanma teşebbüslerinin temelinde esas itibariyle bunların payı vardı. Bunun yanı sıra milli politikalarını Türkiye ile sürekli şekilde hesaplaşma çerçevesinde tanzim eden, Türkiye topraklarından talepleri bulunan, su rezervlerinden pay kapmak isteyen komşu ülkelerin de husumet merkezleri şeklinde faaliyet gösterdiklerini, komplolar hazırladıklarını, Türkiye'nin aleyhinde çalışmak amacıyla kurulan örgütle imkan ve destek sağladıklarını belirtmek gerekir. Böylece 1979 yılında kurulan ve ilk eylemlerine başlayan PKK 1984-1991 yılları arasında komşu ülkelerde elde ettiği imkanlarla gereken hazırlıkları tamamlamış olarak Türkiye Devletinin karşısına dikilmiş oldu.
Önce Suriye'ni kontrolündeki Bekaa vadisinde yapılan eğitim çalışmaları, Kuzey Irak ve İran'a intikal etti. Suriye Apo'ya Şam'da yönetim karargahında başka ülkelerden gelen ziyaretçilerin rahatlıkla görüşmesi sağlanıyor, dünyanın her tarafındaki örgüt temsilcileriyle irtibat kurması için gerekli bütün vasıtalar tahsis ediliyordu. Türkiye'nin bu konuya ilişkin şikayetleri çoğu zaman dinlenip geçiliyor, çok mecbur kaldıklarında, ilgilenecekleri şeklinde sudan cevaplarla söylediklerimiz savsaklanıyordu.
PKK bu dönemde Batı ülkelerinde de gelişme ve yerleşme imkanı buldu. Avrupa'daki Kürt diasporası örgütlenmenin zeminini teşkil etti. Buralardan temin edilen büyük maddi yardımlar örgüt bütçesine önemli edilen büyük maddi yardımlar örgüt bütçesine önemli katkı sağladı. Batı ülkelerinde yönetimler siyasi hesaplarla PKK'nın faaliyetlerini müsamahayla karşıladılar ve hatta zaman zaman örtülü destekler verdiler. Bunu yanı sıra PKK'nın ideolojik yapısındaki Marksist esaslar, sosyalist ve komünist kesimlerde ilgi ve sempati doğurdu. Diğer taraftan PKK'ya özgürlük ve kültürel kimlik peşinde olan bir topluluk nazarıyla bakan liberal çevrelerde de benzer yaklaşımlar görüldü. Bütün bunların bir araya gelmesi neticesinde 90'lı yıllara girilirken, PKK Avrupa ülkelerinde önemli ölçüde ilgi ve destek sağlamış, iddialarını siyasi platformlara kadar ulaştırmış, Batılı medyada kendi görüş ve iddialarını Türkiye Devletinin resmi açıklamalarının önüne geçirebilecek etkinliğe ulaşmış bulunuyordu.
PKK Türkiye içinde de önemli destekler sağladı. Komünizmin popülaritesini yitirmesi ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte muallakta kalan solcular, kendi hesaplarına sağlama ümitlerini kaybettikleri örgütsel aktiviteyi PKK 'da aramaya başladılar. Eski Marksist jargonlar cümlesinden "halkların özgürlüğü" noktasında buluştukları inancıyla, PKK eylemlerinde haklı ve meşru gerçekler aramaya başladılar. Bunların yanı sıra bu dönemde psikolojik bakımdan etnik komplekslerle malul bazı grupların PKK'yı başka görüntülerle aklamaya çalışarak sempatik baktıkları görüldü. Çoğu kere demokrat ve liberal izahlarla makyajlandırılan bu ilişkilerin sergilenme alanı genellikle medya oldu. Bazı tanınmış yazarlar ve holding basının önde gelen temsilcileri Bekaa Vadisinde Apo ile görüştükten sonra terörist başına efsanevi bir kimlik kazandırmaya çalıştılar, haber ve röportaj görüntüsü altında bol bol propagandasını yaptılar. Bütün bu gayretler Kürtçülük hareketine çok önemli psikolojik avantajlar sağladı. Bu ortamda PKK'nın siyasi uzantılarının çalışma vasatı bulmaları, sol partilerle işbirliği yapmaları ve nihayet demokratik açılım gibi şemtalı iddialarla 1991 seçimlerinde Mecliste girmeleri mümkün oldu. Daha sonraki gelişmeler ve özellikle bunların önemli bir bölümünün Avrupa'ya kaçarak burada kurdukları sözde Kürt parlamentosu gibi ihanet hareketleri, onları Meclis'e taşımış olmanın ne derece büyük bir hata ve hatta milli ayıp olduğunu gözler önüne serdi.
PKK'nın 1992 yılının Mart ayında Nevruz vesilesiyle Şırnak'a yaptığı baskın olayların gelişmesinde tam bir dönüm noktası oldu. O sırada göreve getirilen Bölge Valisi Ünal Erkan'ın ve Asayiş Kolordu Komutanı'nın bizzat yönettikleri Güvenlik Güçleri PKK saldırısını püskürttü. Bu tarihten itibaren Türkiye Devleti mücadelenin gerekli kıldığı silah ve teçhizatı ve eğitim sağlamak hususunda büyük çaba içinde girdi. Böylece gereken şekilde donatılmış, özel yetiştirilmiş birliklerle kararlı şekilde PKK üzerine yönelen Silahlı Kuvvetlerimiz ve Güvenlik Güçlerimiz kısa zamanda büyük başarılar sağladılar. PKK büyük kayıplar verdi ve bölgedeki inisiyatif devletin kontrolüne geçti.
Türkiye Devletinin kararlı mücadelesi bölgede PKK etkinliğini geniş ölçüde ortadan kaldırdı. Devletin güçlü olduğu, silahlı terör eylemleri karşısında taviz niyetinde bulunmadığı örgütün bu yolla sonuç alamayacağı herkes tarafından anlaşıldı.
1988 yılının Eylül başlarında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş'in Suriye hududu yakınlarında yaptığı konuşma, mücadelede yeni bir dönemin kapılarını açtı. Org. Ateş çok açık bir şekilde Apo'yu barındıran Suriye'yi suçluyor ve bunu Türkiye tarafından kabulü mümkün olmayan bir durum oluşturduğunu söylüyordu. Bunu hemen ardından önceden anladığı anlaşılan şekilde Cumhurbaşkanı Demirel'in beyanatı geldi. Türkiye devleti en yetkili ağızdan Suriye'nin Apo'yu ülkesinden çıkarmaması halinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerekeni yapacağını dünya kamuoyuna açıklıyordu. Başta Suriye olmak üzere herkes, Türkiye'nin blöf yapmadığını ve istediği sonucu kısa sürede alamaması halinde, bunu savaş yoluşla sağlama cihetine gideceğini gördü. Suriye'nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi şartlar, Türkiye'yle savaşı göze almasını imkansız kılıyordu. Bölgede huzur ve istikrarın sağlanmasına büyük önem veren ABD'de silahlı bir müdahalenin mahzurların biliyor ve dengelerin alt üst edeceği aşikar olan bir çatışmayı önlemeye çalışıyordu. Baskılar kısa sürede sonuç verdi ve PKK'nın elebaşı Abdullah Öcalan, yıllardan beri barındığı, üs olarak kullandığı Suriye topraklarını 9 Ekim günü terk etti. Buradan siyasi ve idari düzenin bulunmadığı, rüşvetin her kapıyı açtığı Rusya'ya gittiği kısa sürede anlaşıldı. Ancak Türkiye Apo'nun peşini bırakmak niyetinde değildi. Rusya yöneticileriyle sürdürülen yoğun temaslar, bu ülkede Apo'ya siyasi sığınmak imkanı vermek isteyen çevrelerin niyetlerini sağlamalarının mümkün olmadığını ortaya çıkardı. Rus Hükümeti Apo'nun ülkelerini terk etmesini istemek zorunda kaldı.
Kürt diasporası bu sıralarda örgüt liderine İtalya yahut Almanya'da barınma imkanının sağlamak hususunda da yoğun çaba gösteriyordu. Ancak onun Rusya'dan bu kadar erken edileceğini beklemiyorlardı. İtalyan Hükümeti başa Başbakan D'Alema olmak üzere komünistlerin etkili oluşları ve bazı İtalyan politikacıların bu konuyu Orta Doğu ve Akdeniz politikalarında nazım rol oynayacakları bir siyasi pozisyon sağlamak suretiyle iç politikada prestij vesilesi yapma niyetleri Apo'ya aranan sığınağa sağladı. Moskova'dan bir İtalyan komünist milletvekilinin refakatında Roma'ya uçan Öcalan, burada kendisine tahsis edilen ve sıkı güvenlik tedbirleriyle korunan villada ikamete başladı.
Ancak konu Türkiye için bütün milletin topyekün desteklediği milli bir politikaydı. Avrupalıların derin bir vurdumduymazlıkla oluşturmaya çalıştıkları fiili durumu kabul edilmesi kesinlikle düşünülemezdi. İtalya daha sonra itiraf edecekleri şekilde , hiç beklemediği yoğun tepkilerle karşılaştı. Kendisine yardımcı olacağının umduğu Almanya , sessizce kenara çekiliverdi. ABD Türkiye'yi haklı davasında açıkça destekliyor İtalya'nın konuyu bir AB meselesi haline getirme planı tıkanıp kalıyordu. Neticede terörist başını ülkesinde barındırmanın ve siyasi sığınma hakkı vermenin mümkün olmadığını gören İtalya, Apo'dan ülkesini terletmesini istedi.
Apo tutanın ellerinin yandığı ateşten bir top haline gelmişti. Roma'dan geldiği yere Moskova'ya -uçtuktan sonra, yeni bir barınma yeri arama çabalarına müspet cevabın sadece Yunanistan'dan geldiğini gördü ve Atina'ya geçti. Uzun yıllar boyunca PKK'ya her türlü desteği sağlamış olan ve ancak bunu dünya kamuoyu önünde reddeden Yunanistan'dan böylece kendisine çok pahalıya mam olan tarihi bir hatayı yapmış oldu. Şimdiye kadar Apo ile münasebetlerini örtülü şekilde sürdürmüş olmanın rahatlığındaki Yunan gizli servisi, bu sefer de aynı tablonun devam edeceğini hesap ediyor ve Öcalan'a yardımcı olmayı uzun yılara dayalı münasebetlerinin gereği ve hatta vefa borcu olarak değerlendiriyordu. Fakat durumun hiç de düşündükleri gibi olmadığını Apo'yu Yunan topraklarında saklamanın bir Türk- Yunan savaşını mukadder hale getirdiğini çok kısa zamanda gördüler. Türkiye'nin kesin kararlığının farkında olan ABD, bütün NATO sisteminin yıkılması anlamına gelecek böyle bir silahlı çatışmaya izin vermek niyetinde değildi.
Durumun vahametini gören ve pabucun bu defa pahalı olduğun anlayan Yunanistan, Öcalan'a kendi topraklarının uzaklarında bir yerde saklamayı en münasip çözüm yolu saydı. Rumların ekonomik ve siyasi nüfuzlarını fazla olduğu Kenya'nın bu işe elverişli olduğu düşüncesiyle, Apo'yu büyük gizlilik içinde Naorobi'ye Yunan elçiliğine gönderdi. Ancak Türk istihbaratı son derece dikkatli ve uyanık çalışıyordu. Apo'nun yerini kısa bir süre sonra tespit etti. Şimdi ABD için mir tercih durumu söz konusuydu. Ya bu kovalamanın mukadder sonucu olarak şöyle veya böyle silahlı bir çatışmanın vukuu bulmasına seyirci kalacak ve bunun bölge dengelerinde kaçınılmaz şekilde ortaya çıkaracağı derin sarsıntıları kabullenecek, yahut Türkiye ile müşterek bir operasyonun yapılmasını tanzim etmek suretiyle, durumu kontrolü altına almayı başaracaktı. ABD gibi süper bir gücün durum değerlendirmesinde makul olan şekli tercih etmesi doğaldı. Nitekim iki devletin milli birimlerini işbirliği neticesinde , Abdullah Öcalan 16 Şubat 1999 tarihinde Türkiye'ye getirildi. Bu işbirliğin tanzimi sırasında, APO'ya uygulanacak işlemlerle ilgili mutabakatın sağlandığı, korunun hukuki prosedür çerçevesinde oturtulmasında anlaşıldığı açıktır.
Türkiye bir hukuk devleti olar zaten bu yolu ister istemez tercih edecekti., çünkü tarihi geleneği, köklü devlet yapısı, dünya kamuoyundaki saygınlığı başka tarz davranışa imkan veremezdi. Böylece İmrali adasına yerleştirilen Apo'nun yaptıklarının hesabını vereceği yargılama sürece başlamış oldu.
Öcalan İmralı'da 15 yıl boyunca otuz bin insanın canına mal olan silahlı başkaldırının elebaşı ve yöneticisi olmanın sorumluluğunu yüklenmek ve yaptıklarını savunmak yerine, Türkiye devletiyle uzlaşma zemini arayan ve eylemlerini hata olduğu ifade eden yeni bir imaj çizmeye çalıştı. silahlı başkaldırı döneminin tarihi bir hata olduğunu, kendisinin barış için devletin hizmetine vereceğini, yaşaması halinde militanlarını dağdan indireceğini söylüyor ve "demokratik Cumhuriyette birlik" için çalışması gerektiğini ifade ediyordu. Apo'nun bu tavrı bütün dünyada şaşkınlıkla karşılandı. Yunan basını bunu "cam kafeste sayıklayan hain" olara tarif ederken "şimdiye kadar hiçbir pişman itirafçı bu derece hain ve adi değildi" diyordu.
Yargılama sürecince yapıklarının savunulması imkanı olmadığın müdrik APO'nun hukuki açıdan söyleyeceği bir şey yoktu. Bu yüzden davayı elinden geldiğince siyasi platforma taşımayı ve Devlet yönetimine uzlaşma mesajları vermeye özen gösterdi. Mahkeme heyeti kararını 29 Haziran 1999 Salı günü açıkladı. Abdullah Öcalan TCK'nın 125. maddesine göre, ülke topraklarını bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri sabit görüldüğünden, yani vatan ihanet etmiş olması sebebiyle idam cezasıyla cezalandırıldı.
Kararın açıklanmasıyla birlikte Batılı ülkelerden karanı infaz edilmemesine ilişkin talepler ve baskılar gelmeye başladı. Bu tavırların çeşitli saikleri mevcuttu. Liberal ve hümanist çevreler ilke olarak idama karşı olduklarından, bu tavrı sergilerken, bazı merkezler PKK'nın siyasi misyon9unun ortadan kalkmasını istemediklerinden, politik hesaplarla Apo'nun dirisinin ölüsünden daha fazla yarar sağlayacağı, serinkanlı düşünülmesi yolunda geniş bir kampanya başlatıldı. Hükümet içinde MHP dışında infazın yapılması görüşü benimsenmişti. Muhalefet partileri yapılmamasını savunmamaya özen gösteriyorlar, ancak sonucu etkileyecek net bir görüş belirtmekten kaçınıyorlardı. Başkanın idam dosyasının Başbakanlıkta bekletilmesine ilişkin teklifinin görüşme konusu yapıldığı liderler toplantısında uzun saatler süren müzakerelerden sonra, MHP lideri kararın bazı şartlara bağlanması karşılığında ikna edildi. Liderlerin mutabakat sağladıkları karara göre Apo'nun ülke aleyhtarı bir faktör haline gelmesi ve örgüt çalışmalarını devamı halinde, durdurma kararı derhal iptal edilecek ve dosyası Meclise sevk edilmek suretiyle infaz prosedürü işletilecektir.
Bu sonuç PKK konusunun halledildiği anlamına gelir mi? Bir başka ifadeyle 15 yıllık isyan eylemini, Apo'nun akıbetiyle sınırlı bir problem haline indirgeme sayılabilecek tavırlar tarihi bir hata teşkil eder ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurur. Bölücü hareketlere karşı uzun yıllar gerekli tedbirleri almayan, 1984 yılına kadar olduğu gibi, bu yeni süreçte de devletin iyi düşünülüp hazırlanmış bir konseptin olduğu şüphelidir. Cumhurbaşkanı Demirel çok haklı olarak Kürtçe eğitim ve TV imkanı verilmesini üniter devlet yapısını zedeleyeceğini açıklıyor. Oysa Dış İşleri Bakanı Cem bunların sağlanmasının demokratik açılımlar açısından doğru olacağını savunuyor. Abdullah Öcalan'ın mahkemedeki pasif ve yılgın görüntüsünün iyi düzenlenmiş bir taktik olduğu ve silahla sonuca taşmalarının imkansız olduğun iyiden iyiye anladıkları bir stratejiyi planlı şekilde değerlendirdiği her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. PKK silah bırakmış değil,sadece ellerini tetikten çekmiş bulunmaktadır. Buna mukabil Kürt meselesinde siyasi süreci başlatmış olmakla inisiyatifi elerine almış görünüyorlar. İsveç Dış İşleri Türkiye'yi ziyareti sırasında hiç yeri değilken Kürtlere kültürel hak vermekten bahsetmesi, Avrupa Parlamentosu heyetinin Leyla Zana ile görüştürülmediklerini öne sürecek ziyaretlerini iptal etmeleri, Avrupalılardan gelecek baskıların ilk işaretleri sayılabilir.
HADEP'li i 37 Belediye Başkanının Apo ile ilgili açıklama üslupları, siyasi zemini nasıl kullanmak istediklerini ortaya koymaktadır. Başbakan Ecevit'in Belediyelerle ilgili açıklaması, devletin istihbarata dayalı bilgi ve belgelerden kaynaklanan tespitler olması hasebiyle büyük önem taşımaktadır. Siyasi mücadele imkanlarını, kullanırlarken, üniter devlet anlayışını samimiyetle benimsemek yerine, etnik iddialarla dayalı bir blok oluşturmak suretiyle amaçlarına ulaşma niyetleri, demokrasi ilkeleri çerçevesinde müsamahayla karşılanamaz. En ileri anlamda demokratik standartları uygulayan Batılı ülkelerde ülke bütünlüğünü, kültürel dokuyu müesses nizamı tehdit eden her türlü akıma karşı nasıl tavırlar alındığı ortadadır. İspanya'da, İrlandiya'da ETA ve İRA örgütlerine karşı sürdürülen uygulamaları her kes görüyor. Fransa'da yerel dillerle ilgili AB kararının karşılılaştığı yoğun tepkiler taşıyan ve seçimle iktidara gelen bir partini nasıl tepkiyle karşılaştığı ibretle müşahede edilmektedir. Kendi bünyelerinde en ufak kıpırdanışla bile müsamahasız davranan Batılıların, Türkiye'den demokratik ilkeler adına ülke bütünlüğünü, üniter yapısını zedeleyecek kararlar almasını istemeye hakları yoktur.
Türkiye yeni şartlara uygun tedbir, tespit, ve uygulamalar ihtiva eden milli politikasını bir an evvel oluşturmalıdır.