94 yıllık Cumhuriyet tarihimizde, ülke gündeminin şimdiki gibi günübirlik değiştiği, konuların baş döndürücü bir yarış halinde biri birinin yerini aldığı bir dönem daha yaşanmamıştır.
AB ile ilişkilerin kopma noktasına geldiği, Almanya ve Hollanda ile yaşanan gerilimlerin zirveye tırmandığı günün ertesinde, ABD ile bozuşuyoruz. Epeydir sürüp gelen sorunlar krize dönüşüyor; iki ülke arasında ancak sıcak çatışma arifesinde uygulamaya konulabilecek nitelikteki vize ambargosu önümüze geliyor. Bunların nasıl bir seyir izleyeceği belirsizliğini korurken, Kuzey Irak’taki referandum meselesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Halen İdlib’de hüküm süren sessizliğin ne kadar süreceğini, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin burada ve sonraki aşama olduğu belirtilen Afrin’de yoğun çatışmalara girip giremeyeceğini bilemiyoruz. İşgal edilmekte olan Ege adaları ve Kıbrıs meselesi sürüncemede duruyor. S400 füzeleri konusunun NATO ilişkilerimizde sorunlara yol açması muhtemel.
Bütün bu konular günü birlik gündeme geliyorlar, çok kısa bir süre tartışılıyorlar; ama henüz bir çözüm bulunmadan aktüalitesini yitiriyorlar. Yerlerini bir başka konu aldığından rutinleşiyorlar. Dolayısıyla Türk halkı bunlardan hangisinin daha öncelikli ve önemli olduğunu algılamakta zorlanıyor.
Ülkeyi yönetenlerin, diplomatik kurallara uymayan öfkeli söylemleri, mevkidaşlarına yönelik suçlamaları, bunların her birinin Türkiye’ye yönelik ihanet ve komplonun parçası olduklarına ilişkin ifadeleri toplumu yoruyor; psikolojisini bozuyor. Özellikle gençler arasında Türkiye’nin geleceğine ilişkin karamsar hava giderek yaygınlaşıyor. Milli nitelikteki sorunlar, tehditler ve tehlikelerin ancak milli birlik ve dayanışmayla çözümlenebileceği düşünüldüğünde, bu karamsarlığın hayra alamet olmadığını, görünürdeki sorunlardan bile daha öncelikli bir tehlikeyi işaret ettiğini görmek zorundayız.
***
Ülke gündeminin güncelliğinin sık sık değişmesine rağmen, Kuzey Irak’taki gelişmeler daha uzun süre hem Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini büyük ölçüde etkileyecek, hem de Rusya-İran ve Irak ile ilişkilerimizin yönünü belirleyecektir. Çünkü Kuzey Irak’ta yapılan referandum ve sonrasında bölgede güç dengeleri bir anda alt üst oldu. Irak ordusu ve Haşdi Şabii birlikleri 2014’ten sonra, başta Kerkük olmak üzere, Peşmergenin el koyduğu bölgelerde ciddi bir çatışmaya girmeden kontrolü kolaylıkla ele aldı. Bütün itiraz ve ikazlara rağmen “çocukluk hayalim” dediği bağımsız Kürdistan’ı kurmanın ilk ayağı olarak plânladığı referandumu yapan Barzani’nin bu bozgundan sonra yerinde kalması mümkün değildi. Nitekim aday olmayacağını resmen açıkladı ve çekildi. Kısacası giderek büyüyen muhalefeti bastıracağını düşünerek referandum kumarını oynadı ve kaybetti.
ETNİSİTE MİLLET DEĞİLDİR
Bu gelişmenin en önemli tarafı, ABD-İsrail ortaklığının iki Körfez savaşından sonra hayata geçirmek istediği etnik temelli güvenli bir devlet inşa etmek projesinin tutmadığının görülmüş olmasıdır. Yıllardır titizlikle yürüttükleri proje en kritik aşamasında tıkanıp kaldı. Bunun esas nedeni destekledikleri toplum kesiminin geleneksel feodal ilişkileri, aşiret asabiyesini aşarak modern anlamda bir devlet düzeni kurabilecek sosyolojik niteliklere sahip olmayışıdır. Aşiret bağlarının belirleyici olduğu, yönetim kademelerinin aşiret hiyerarşisi çerçevesinde oluştuğu, siyasi ve ekonomik gücün aile içerisinde paylaşılıp tevarüs edildiği bir toplum kesiminde, millet bilincinin, milli asabiyenin bulunmayışı şaşırtıcı bir durum değil.
Bilinen uluslararası merkezlerin ve ideolojik çevrelerin Kürdistan lafzını popüler ve aktüel yeni bir politik oluşum görüp desteklemeleri gerçekleri değiştirmiyor. Merkezi Hükümetin zaaflarından yararlanarak, dışarıdan destek alarak, milis güçleri kurarak belirli bir alanda kontrolü ele geçirmek aşiretten milletleşmeye evrildiği anlamına gelmiyor. Bu tarz yapay ve konjonktürel payandalarla sağlıklı ve kalıcı bir devlet yapısı inşa edilemiyor. Çünkü milletleşme farklı bir şey; tarihi, kültürel, sosyal ve ekonomik dinamiklerle oluşan, sanatıyla, edebiyatıyla, mimarisiyle, musikisiyle tekamül etmiş diliyle, beşeri ilişkileriyle, tarihi bilinç ve deneyimleriyle elverişli bir zemin bulunmuyorsa, bir topluluk politik manevralarla, kararlarla millet aşamasına evrilemez; en fazla etnisite olarak kalır. Kuzey Irak’ta Kürtlerin yaşadığı dram ve Barzani’nin akıbeti bu gerçekleri yansıtıyor.
YALNIZ VE MAHZUN BİR TÜRK ŞEHRİ: KERKÜK
Birinci Cihan Savaşı ve sonrasında, İngilizler gasp ettikleri Irak topraklarında ve özellikle Kuzey Irak’taki o dönemdeki Musul vilayetinde Türk varlığını tasfiye etmek istiyorlardı. Dönemin şartlarından yararlanarak, siyasi manevralar yaparak diledikleri sonuca ulaştılar. Ancak ne uzun yıllar buralara hâkim olan Araplar, ne de son dönemde olup bittilerle alan hakimiyetini genişleten Kürtler, bölgedeki medeniyet ve kültür birikiminin, tarihi dokunun hakkını veremediler.
Türklerin, henüz Anadolu’ya girmeden önce gelip yerleştikleri, gelişmiş bir medeniyet ve kültür merkezi haline getirdikleri Erbil, Musul ve Kerkük gibi şehirler, nüfus olarak çoğalıp büyüdüler. Ama kültürel dokularını, tarihi kimliklerini kaybedip sıradanlaştılar. Son olarak Kerkük kalmıştı; burayı da önce Saddam, ardından Barzani güçleri vahşice talan etti. Yüzyıllardır buranın asli unsuru olan Türklere zulmettiler. Sistematik katliamlarla, yoğun baskılarla, zorbalıkla Türkiye’ye göçe zorladılar. Şehri Türkmensiz hale getirerek yerlerine yüzbinlerce Arap ve Kürt’ü taşıyıp nüfus yapısını değiştirdiler. Kerkük’te doksan yıldır bir insanlık faciası sergileniyor.
Bu yapılanlara karşı Türkiye’de siyasi iktidarlar altmış yıldır Irak Türklerine ve Kerkük’e gereken ilgiyi göstermediler. Bazen niyetlenilse bile konu yeterince incelenmediğinden, bilinmediğinden ne yapılacağına karar verilemedi. En son 1 Mart tezkeresi döneminde daha kararlı ve cesur davranılsaydı tarihi bir adım atılabilir, bahtı kara Türkmen’in kaderi muhtemelen değişebilirdi. Bu da olmadı. Tezkerenin reddinden sonra ABD ile müttefik pozisyonu kazanan Barzani, Saddam’ın yıkılması üzerine yaptığı açıklamada “bu olaydaki en büyük başarımız Türk askerinin Irak’a girmesini engellemiş olmamızdır” diyerek konuyu özetlemiş oldu.
PERS VE ARAP MİLLİYETÇİLİKLERİ KARŞI KARŞIYA
Geçmiş elbette gelecekte kaldı ve özellikle son gelişmelerden sonra bölgede artık yeni bir tablo, güç dengesi mevcut. Şu anda bu gelişmelerden en fazla İran yararlanmış görünüyor.
Pers milliyetçiliğinin ve Şii yayılmacılığının vurucu gücü konumundaki Devrim Muhafızlarının en yetkin komutanı olarak bilinen, Haşdi Şabii’yi kuran ve eğiten Kasım Süleymani referanduma aylar kala Irak’a geldi. Gelişmeleri İran adına alandan yönetti ve yönlendirdi. O’nun Süleymaniye’de Talabani taraftarları ve Barzani muhalifleriyle görüşüp anlaşması sonucunda peşmerge ikiye bölündü. Irak ordusu karşısında direnmeden geriye çekildi. Barzani’nin KDP’si ile Talabani’nin KYB’si ve Goran Hareketi arasında var olan ayrışma kopma noktasına geldi. Kürtler Barzani’yi destekleyenler ve İran yanlıları olarak ikiye ayrılmış durumda. KYB ile İran arasında, yirmi beş yıldır var olan yakınlığın Süleymani’nin yönlendirmesiyle yeni bir siyasi oluşuma dönüşmesi sürpriz olmayacaktır.
Buna karşılık Bağdat’ın Tahran’ın vesayetine nereye ve ne zamana kadar katlanacağı bilinmiyor. Çünkü Irak’taki Şii gruplar arasında, Beni Sadr taraftarları başta olmak üzere, daha bağımsız bir yönetim isteyenler, İran’ın güdümünden rahatsız olan kesimler var. ABD ve Suudi Arabistan da Bağdat’ın Tahran’ın kontrolünden çıkması için diplomatik girişimler yapıyorlar. Suudi Arabistan’da son günlerde Veliaht Prens Bin Selman’ın sözcülüğünü yaptığı reform hamlesinin bu tarz ilişkilerin sürdüğü bir zamana denk gelmesi rastlantı değildir. Diplomatik girişimlerle, bu reform hamleleriyle Şii-Selefi kutuplaşması yumuşatılmaya, Bağdat ve Riyad arasında yakınlaşma sağlanmasına çalışılıyor. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Irak’ın İran nüfuzuna direnmeye çağırdı ve “İster Sünni ister Şii olsun, Arap Araptır. Suudluların da çok eskiye dayanan kabile kardeşliği ile, Iraklılarla yeniden irtibat kurmaya istekli olduklarını görüyorum” sözleriyle yakınlaşmayı hararetle desteklediğini belirtti. Suudiler üzerinden ılımlı İslâm görünümüyle Arap milliyetçiliği devreye sokularak İran dizginlenmek isteniyor. Bu çabaların sonuç vermesi durumunda Bağdat’ın Tahran’dan uzaklaşmasına yol açacak gelişmeler yaşanabilir, sonuçta Washington’un istediği de zaten budur.
PKK PUSUDA FIRSAT KOLLUYOR
PKK şu sıralarda gelişmeleri yakından izleyerek alan da oluşabilecek otorite boşluğundan yararlanarak pusuda bekliyor. Kontrolündeki alanı genişletmek amacıyla fırsat kolluyor. Peşmerge’nin bozgun halinde geri çekilmesinden doğan itibar boşluğundan, doğması muhtemel yönetim krizinden ve ekonomik sıkıntılardan yararlanarak ibreyi kendilerine dönüştürebileceğini umuyor.
Peşmerge’nin bozguna uğradığı günlerde Rakka’da YPG’nin zafer ilan etmesi, önemli petrol kuyularını eline geçirmesi terör örgütüne elverişli bir propaganda ortamı kazandırdı. Halen derin bir şaşkınlık, karamsarlık ve moral bozukluğu içerisinde bocalayan Barzani güdümündeki kesimleri kendine yönlendirerek kontrolü eline almayı plânlıyor.
Suriye’nin kuzeyinde yakın zamana kadar ciddi bir varlığı bulunmayan iki buçuk milyon civarındaki Kürt nüfusunu PYD-YPG üzerinden yoğun şekilde destekleyip örgütleyerek siyasi bir varlık haline getiren ABD’nin, Washington’daki derin devletin, Irak’ın kuzeyinde Barzani’yi bir kenara iterek PKK’yı hâkim unsur haline getirmek istediğine ilişkin görüşleri ciddiye almamak yanlış olur.
TÜRKİYE DOĞRU BİR HAMLE YAPTI
Türkiye, güneyinden boydan boya kuşatılma tehlikesinin (Irak’tan Akdeniz’e kadar uzanan Kürt koridorunun) referandum girişimiyle fiiliyata dönüştürülmek istendiğini gördü. Barzani’nin ne kadar güvenilmez bir muhatap olduğunu geç de olsa anladı. İran ve Irak merkezi hükümetleriyle anlaşarak ortak bir eylem plânını uygulamaya başladı. Böylelikle İKBY, uzlaşmaya yanaşmaması durumunda, ulaşım yolları ve çevre ile ilişkileri kesilerek, petrol ve sınır kapıları gelirinden mahrum kalacak, altından kalkamayacağı ağır ekonomik sıkıntılar altında ezilecekti. Barzani ve taraftarları Peşmerge’nin bozguna uğraması üzerine, direnmenin sonuç vermeyeceğini, tam tersine ellerinde kalanları da kaybedeceklerini, yönetimi muhaliflere kaptıracaklarını gördüklerinden Merkezi hükümetle anlaşmak istiyorlar. Sınır kapılarının Bağdat yönetimine teslimiyle başlayan anlaşma girişimlerinin, referandumun iptaline kadar gitmesi muhtemeldir.
Türkiye’nin siyasi bir manevra yaparak Merkezi hükümetle ve Başbakan İbadi ile referandum öncesinde büyük ölçüde tıkanmış olan ilişkileri canlandırması doğru bir tercihtir. Ancak hem Irak’la hem de İran’la ilişkileri sıcak tutmak sadece Türkiye’nin istemesiyle olmaz. Bu konuda iki önemli hususun öncelikle aydınlatılması gerekiyor: Birincisi, arka plânında Haşdi Şabii’nin etkili olduğu Tahran’ın Kuzey Irak politikası kapalı bir kutu. Süleymaniye’de Barzani muhalifleri üzerinden Tahran yanlısı yeni bir siyasi yapının ortaya çıkması bekleniyor. İran, Kuzey Irak’taki Pazar payını büyütmeyi, Türkiye’nin payını da sahiplenerek ticareti kontrolüne almayı düşünüyor. PKK’ya karşı Türkiye ile ilişkilerinde ne derece samimi olduğunu, terör örgütünü geçmişte yaptığı gibi bize karşı kullanmaya kalkışıp kalkışmayacağını da bilmiyoruz.
İkincisi, ne Bağdat’taki Şii yönetiminin ne de Irak’ın Sünni halkının, kısacası Arapların Türkiye’ye karşı derin bir muhabbetinin olduğunu, güven duyulduğunu söyleyemeyiz. Kendi aralarında siyasi ve mezhebi sorunlar yaşayan, hatta çatışan Araplar, çoğu zaman başkalarına karşı dayanışma halinde oluyorlar. Arap birliği Bağdat yönetiminin talebini destekleyerek Türkiye’den Başika’daki askeri üssünü kapatmasını, Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı yapılan operasyonları durdurmasını istedi. Suudi Arabistan ve BAE referandum sürecinde Barzani’nin yanında yer aldı.
Ortak tehlikelere karşı, Türkiye, İran ve Irak arasında dayanışma ve işbirliği sağlanması rasyonel bir adımdır. Fakat özellikle Tahran’ın farklı ajandasının olması, Şii’liği geleneksel Pers milliyetçiliğinin yayılmacı emellerine araç yapılması bu işbirliğinin geleceğini belirsiz kılıyor.
YANLIŞLARIMIZI GÖRMELİ CESARETLE YÜZLEŞMELİYİZ
On beş yıldır bölgede yaşananlar, karşılaştığımız sonuçlar politikalarımızı objektif şekilde gözden geçirmeyi, değerlendirmeyi zaruri kılıyor. Bu deneyimlerden yararlanmak zorundayız.
Öncelikle bölgedeki ortamın ne kadar kırılgan, kaypak ve güvenilmez olduğunu gördük. Bölgeyle ilgili doğru adımlar atabilmek için, buraları çok iyi incelememiz her yönüyle bilmemiz, tanımamız gerektiğini geç de olsa anladık. Lisan bilen, demografik yapıyı, kültürel dokuyu ve coğrafyayı içerisinden görüp tanıyan çok sayıda iyi yetişmiş uzmanlarımız olmadan, kağıt üzerinden yapılan tasarımlar sonuç vermiyor, başarısız kalıyor. İngilizlerin 19.yy sonlarına doğru istihbaratın önemini görerek bütün Ortadoğu ve Arap coğrafyasında kurduğu istihbarat ağı, aşiretlerle bağlantıları onları bugün bile bölgenin etkili bir unsuru olarak masada tutuyor.
Özetle dış ilişkiler diplomasiyi, diplomatik birikim ve deneyimleri bir kenara atarak, altı doldurulamayan hamasetle, ideolojik iddialarla, duygularla, öfkelerle yönetilmesi durumunda büyük sorunlar doğuyor; bunlar beka meselesi halinde karşımıza çıkıyor.
Uluslararası rekabetin doruğa çıktığı bir alanda tek başımıza oyun kurucu olmamız mümkün değil; dostlarımızın sayısını çoğaltmak, işbirliği ve diyalog ortamını genişletmek zorundayız. Çünkü diplomaside haklı olmak yetmiyor; hakları savunacak siyasi, askeri, ekonomik güç ve bunları doğru yönetecek akıl ve feraset gerekiyor.