TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

IRAK ve ÖTESİ
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Ekim 2002)

Üzerinde yaşadığımız topraklar, bulunduğumuz jeopolitik ortam bütün çağlar boyunca problemler üreten, kritik bir alan olma özelliğini taşımıştır. Bin yıldan beri bu coğrafyada çetin şartlara ve yoğun düşmanlıklara başarıyla direnebildiğimiz için varlığımızı sürdürebildik, bağımsızlığımızı koruduk.

Şu sıralarda önümüzde yığılı duran, gündemi dolduran iç ve dış meselelerin varlığı bu açıdan şaşırtıcı sayılamaz. Türkiye'nin kabuğuna çekilerek, olayların dışında kalarak Balkanlar'da, Kafkasya'da, Orta Asya'da ve Orta Doğu'da yaşanan gelişmelerin seyircisi olarak daha güvenli ve huzurlu bir ortam bulabileceğini düşünmek kendimizi kandırmak olur. Gerçi zaman zaman bunu denemeye yeltenenler, bazı çağdaş değerler ve barışseverlik gibi çekici sloganların arkasına saklanarak Türkiye'yi pasifist politikalara yönlendirmek, stratejik ilişkilerimizi askıya alarak yalnızlaştırmak isteyenler çıkmıyor değil. Ancak gelişen olaylar, bunların aldatmaca amaçlı olduğunu ve çoğunlukla ideolojik tuzaklar anlamına geldiğini açıkça gösteriyor.

Bir taraftan tarihî ve kültürel bağlarımız, diğer taraftan ekonomik, politik ve sosyal mecburiyetlerimiz bu bölgelerle çok yakından ilgilenmemizi zorunlu kılmaktadır. İstesek de istemesek de hudutlarımızı daraltamayız, kapılarımızı kapayarak kendimizle baş başa kalamayız. Tam tersine geniş düşünerek, büyük hedefler benimseyerek şartların gerekli kıldığı tavırları tam ve yerinde alarak, problemlerimizin üstesinden gelme imkânını bulabiliriz. Başka bir deyişle, millî ve tarihî misyonumuzun varlığını ve mecburiyetlerimizi iyi idrak etmek zorundayız. Bunun başarılmasına paralel olarak temel politikalarda süreklilik ve istikrar sağlanabilir. Yönetimler ve yönetenler değişse bile, ana hatlarıyla değişmeden sürdürülen millî bir görüşün varlığı devletin güvenliğinin ve bekasının teminatı anlamına gelir.

Devletleri evrensel ve etkili kılan, milletler arası ilişkilerinde öne çıkaran bu gibi temel politikalarda boşluklar ve eksiklikler varsa uygulamalarda telâfisi zor kopuklukların ve hatta çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Bunun sonucu millî politikaların süreklilik kazanarak uzun dönemlere yayılması mümkün olmaz. Değişen her yönetimle yeni denemelere girişileceğinden birikim ve tecrübelerden yararlanma şansı kalmaz. Bu tarz kırılma ve kopukluklar toplumun büyük ölçüde benimseyip paylaşacağı, amaç olarak taşıyacağı müştereklerden mahrum kalması sonucunu doğurur. Sadece millî hedefler ekseninde oluşabilecek duygu ve heyecanlardan yoksun bırakılan insanlarda, milleti vücuda getiren, millî kimliği oluşturan yüksek değerler yeterli ölçüde yerleşemediğinden üst kimlikler tartışılır hâle gelir.

Türkiye'nin yaşadığı problemleri ağırlaştıran sebepler arasında yönetim alanında sık sık yaşanan kopuklukların, temel millî politikaların tespit ve uygulamalarını olumsuz şekilde etkilemesini özellikle belirtmek gerekir.

Türkiye'nin gündemine yarım yüzyıl önce bir bakıma kendiliğinden gelip yerleşen ve zamanla toplumun çok yakın ilgisini sağlayan Kıbrıs meselesinde bile, istikrarlı bir politikamızın varlığından söz edemeyiz. Türklüğün kaderi anlamını taşıyan Türk Dünyası konusu ise, başlı başına bir ibret ve ıstırap kaynağıdır. Türkiye'nin Türk Dünyası ile ilişkilerinin hâlihazırdaki perişan görüntüsü hem bütün siyasî merkezlerimiz ve siyasetçilerimiz, hem de tüm münevverlerimiz için utanılması gereken bir tablodur. Hiç kimse, hiçbir çevre ve politikacı bu manzarayı yok sayarak millî duyguları istismar etmekten başka anlamı olmayan içi boş iddialarla, arkası gelmeyen sloganlarla toplumun huzuruna çıkmamalı, taşıyamayacağı yüklerin talibi olmamalıdır.

Türkiye bir taraftan iç siyasetinin belirsizlikleriyle, iki ağır darbeyle önemli ölçüde hırpalanan ekonomisinin ağırlaşan problemleriyle bunalırken, diğer taraftan çoktan gündemine girmiş bulunan dış konularla ve çevresinde cereyan eden gelişmelerle yakından ilgilenmek mecburiyetinde bulunuyor.

Tam bu ortamda hükûmetin varlığını bile tartışılır hâle getiren siyasî çalkantılar, başbakanın mecalsizliği ve seçim konusundaki belirsizlikler ülkemiz adına büyük talihsizliktir. Özellikle Kıbrıs ve Irak konularında iyi belirlenmiş kararlı ve tutarlı politikalara ve etkili uygulamalara büyük ihtiyaç duyulduğu bir sırada, iç politikamızın pejmürde görüntüsü Türkiye'nin etkili bir pozisyon almasını önemli ölçüde engelliyor.

Çevremizde gündemde bulunan konular kendi seyrinde hızla gelişiyor ve bunlar için kendimizi toplamak maksadıyla mehil istemek gibi bir şansa sahip değiliz.

ABD'nin Irak konusundaki hedeflerinin bölge barışı için tehdit oluşturan zalim ve acımasız bir diktatörün varlığına son vermekten ibaret olmadığı ortadadır. 11 Eylülü vesile yaparak küresel jandarmalığını açığa çıkaran ABD, politik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda uygulamalarını sürdürürken giderek daha pervasızlaşıyor. Tek küresel güç olmanın sağladığı hudutsuz askerî ve ekonomik imkânlarla uygulamaya çalıştığı politikalar sonucu Amerika daha şimdiden bütün Avrasya'yı kontrolü altına almış görünüyor. Sadece geçen yıl girdiği Afganistan'dan değil, bütün Orta Asya'dan yakın vadede çıkma niyetinde olmadığını, bunun da ilerisinde Kafkasya ve Orta Doğu'yu kontrolü altında bulunduracağını açıkça belirtiyor. Bu bağlamda Türk Cumhuriyetleriyle ekonomik ve askerî ilişkilerini güçlendiriyor. Rusya Dışişleri Bakanı geçen ay temeli atılan Bakü-Ceyhan Boru Hattının kendilerini bölgeden uzaklaştırmak amacına yönelik bir girişim olduğunu söylerken aslında konunun petrol ve doğalgaz güzergâhının ötesinde politik anlamını belirtmeye çalışıyordu.

Bir yandan Rusya'nın, diğer yandan Çin'in Avrasya'daki etkilerini sınırlandırmaya çalışan ABD'nin, yılbaşına kadar yapmaya niyetlendiği Irak operasyonundan sağlamak istediği iki temel amaç var. Bunlardan ekonomik olan bellidir. Bu yüzyılın başlıca ekonomik simgesi hâline gelen petrol ve doğalgaz rezervlerinin en geniş şekilde kontrolü altına alınabilmesi için Saddam konusunun halli gerekiyor. Ancak mesele bununla sınırlı kalmıyor. ABD'nin bölgedeki stratejik ortağı ve müttefiki konumunda bulunan, asla terk edemeyeceği bir değere sahip sayılan İsrail'in gelecekteki güvenliği açısından önce Irak'ta, sonra da İran'da köklü değişmelere ihtiyaç duyuyor.

Her iki ülke büyük petrol gelirine sahip olmaları sebebiyle, dış desteklere ihtiyaç duymadan silâhlanma imkânına sahipler. Daha da önemlisi biraz çabayla atom silâhları üretebilecek kapasiteye sahip olduklarını ortaya koymuş bulunuyorlar.

Konvansiyonel çerçevede cereyan edecek bir askerî müsademeden İsrail'in çekilmesi söz konusu değil. Çünkü nüfus ve toprak olarak çapı çok küçük olan bu ülke, nükleer güç bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden birisi; hatta ABD'den sonra ikinci ülke olduğu söylenebilir. Şu anda dört yüzden fazla atom bombasına ve nükleer başlıklı füzeye sahip olduğu ifade edilen İsrail'in, Arap Dünyasıyla başa çıkması zor değil. Bu gücüne güvenen ve arkasında sınırsız Amerikan desteğini sağlayan İsrail, Filistinlilere karşı insanlık adına utanç verici saldırılar düzenlemekten çekinmiyor. Sadece son bir yılda sergilediği gaddarlığın çok daha hafifi Araplar tarafından Yahudilere uygulansaydı dünyada kıyametler kopardı; yer yerinden oynardı. Birleşmiş Milletler'in, Filistinlilerin devlet başkanı olarak tanıdığı Arafat tank ve buldozerlerle sinek gibi eziliyor ve herkes bu tabloyu sessizce seyrediyor.

İsrail'in Filistinlileri Batı Şeria'dan kovmak, Kudüs'ün başkent olduğu Büyük İsrail projesini gerçekleştirmek konusunda Arap ülkelerinin tepkilerinin caydırıcı bir etkisinin bulunmadığı görülüyor. Bu pozisyon ancak İsrail ile mücadele eden İslâm ülkelerinin ve Arap Dünyasının aynı silâhlara sahip olmasıyla değişebilir. İslâm ülkeleri arasında atom silâhlarına sahip olabilecek üç ülke mevcut; Pakistan, Irak ve İran…

Pakistan üzerindeki ABD etkisi, bu ülkenin kolayca kontrol altında tutulmasını sağlıyor. Oysa İran ve Irak çok farklı; bu ülkeler kapalı rejimlerle yönetildiklerinden maddî kaynaklarını nerede ve nasıl kullandıklarını bilmek mümkün olamıyor. Kendi hâllerine bırakıldıkları takdirde, giderek küreselleşen ve dolayısıyla yaygınlaşan, bilgi ve teknolojileri kullanarak atom silâhları imal etmeleri zor değildir. Bu durumda İsrail'in büyük tehlike içine girmesi kaçınılmaz olur. Zira muhtemel bir çatışmada coğrafî alanı ve başlıca yerleşim merkezleri son derece sınırlı olan İsrail üzerine yöneltilecek bir iki nükleer bomba bu ülkenin mahvolması anlamına gelir. Bu ihtimal yüzyıllar boyunca vaat edilen ülke hayalinin peşinden koşan İsrailoğulları için vaktiyle Romalılardan yedikleri darbenin çok daha ağırıyla karşı karşıya kalmaları anlamına gelir. Bu kâbusun yok edilmesi İsrail açısından hayatî bir mecburiyet olarak görünüyor.

İsrail bir taraftan Filistinlileri kendisi için ayırdığı alanların dışına kovmak maksadıyla her türlü şiddet metodunu uygularken, diğer taraftan Irak harekâtının başlatılması için bütün imkânlarını seferber etmiş durumda. Yahudiler, başta ABD olmak üzere, sahip oldukları muazzam ekonomik gücü bu amaçla kullanıyorlar; dünya kamuoyunu etkileyecek geniş bir psikolojik operasyonu başarıyla yürütüyorlar. Saddam'ın bu koalisyon karşısında direnme şansı olamaz. Zaten o, yıllardan beri zulüm, baskı ve teröre dayalı politikaların baş sorumlusu olarak akıbetini çoktan hak etmiş bulunan, çağımıza yaraşmayan kanlı bir diktatördür. Bizi ilgilendiren Saddam'ın geleceği değil, Irak'ta ortaya çıkacak yeni siyasal yapılanma, Irak Türkmenlerinin durumu ve operasyonun ekonomik etkileridir.

ABD'nin Irak'a yönelik askerî harekâtının belirli bir çerçeveyle sınırlı tutulamayacağı, geniş alanları büyük ölçüde etkileyeceği, siyasî, ekonomik ve sosyal açıdan önemli sonuçlar doğuracağı aşikârdır. Gelişmelerden etkilenecek ülkelerin başında Türkiye geliyor. Öncelikle ortaya çıkması kaçınılmaz görünen yeni siyasî tablonun doğrudan tarafı konumundayız. Bu sebeple ortaya çıkacak yeni politik yapılanmanın kendi irade ve tercihlerimizin dışında gelişmesine hiçbir gerekçeyle göz yumamayız. Bunun yanı sıra askerî bir harekâtın başta petrol fiyatları olmak üzere ticaret ve turizm konularındaki olumsuz etkilerinden zarar görecek ülkelerden biri de Türkiye'dir. Ekonomik kayıplarımızın telâfi edilmesi yönündeki vaatlerin fazla bir değeri olmadığını Körfez Harekâtı sırasında gördük. Bu tecrübenin ışığı altında yeni operasyonda daha büyük zararlarla karşılaşmamak için gerekli tedbirleri bir an önce almak zorundayız.

Lozan'da içimiz kan ağlayarak sınırlarımızın dışına terk ettiğimiz Irak Türkleri o tarihten beri kaderleriyle baş başa bırakılmanın acılarını yaşadılar. Bu kritik süreçte sayıları iki milyonu geçen bu mağrur ve mazlum soydaşlarımıza karşı vecibelerimizi yerine getirmek, geçmişteki ilgisizliğimizi telâfi etmek millî ve vicdanî bir görevimizdir. Bunun da ötesinde Irak Türkmenleri konusu aynı zamanda hak ve çıkarlarımızın her plâtformda en güçlü şekilde savunulması için temel referanstır.

Daha şimdiden Kuzey Irak'da bir Kürt Devletinin fiilen kurulmuş olması, ne yapılmak istendiğini ortaya koymaktadır. Parlâmentosuyla, Merkez Bankasıyla, bütün devlet üniteleriyle bu organizasyonun anlamını tartışmaya bile gerek yoktur. Şimdiye kadar aralarında anlaşamayan Barzani ve Talabani'nin şu günlerde mutabakat sağladıklarına ilişkin haberler Kürt Devletinin sadece resmen ilânının beklendiğini gösteriyor.

Türkiye'de çok şükür ki hükûmetin bütün yetersizliğine ve siyasî kargaşaya rağmen, ne yaptığının bilinci içinde bulunan etkili bir devlet gücü ve ülkenin bütünlüğü konusunda büyük dikkat ve hassasiyete sahip Silâhlı Kuvvetlerimiz var. Türkiye'ye çevresinde saygınlık sağlayan, devletimizi etkili kılan bu unsurların ne derece hayatî bir işleve sahip olduğu şu sıralarda bir kere daha görünüyor.

Muhataplarımız Türkiye'nin hak ve çıkarlarını hoyratça çiğneyemiyorlarsa, görüş ve isteklerimizi dikkate almak mecburiyetini duyuyorlarsa bunun temel nedeni askerî varlığımızdır; Silâhlı Kuvvetlerimizin engin tecrübesi, birikimi ve kararlılığıdır. Ancak kurumsal anlamda bu ülkede herkesin görevini tam olarak yapmasının, sorumluluklarını yerine getirmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Türkiye artık daha fazla tek kanadıyla uçmaya zorlanmamalı, siyaset kurumu başta Dış İşlerimiz olmak üzere, bütün organlarıyla askerin yanındaki yerini bir an önce almalıdır.