İçeride ve dışarıda Cumhuriyet tarihinin en sıkıntılı ve sorunlu döneminden geçiyoruz. IŞİD Felluce ve Ambar bölgelerinden sonra, Musul’u da alarak Irak’ın orta kesimlerinde geniş bir bölgeye egemen oldu. Artık Ortadoğu’da mevcut dengeleri alt üst edecek yeni bir siyasi aktör devreye girmiş bulunuyor. Bölgenin 1916’da Sykes-Picot anlaşmasıyla çizilen haritaları fiilen değişiyor. İran, Suudi Arabistan, İsrail gibi bölge ülkeleriyle birlikte, küresel güçler gelişmeleri etkileyerek kendi çıkarlarına doğru yönlendirmek için kıyasıya yarışıyorlar.
Musul’da konsolosluğumuza girip çalışanların rehin alınması, TIR şoförlerimizin tutulması Türkiye’de şok etkisi yarattı. Ancak bu olay aniden ortaya çıkmadı. Türkiye adını üç yıl önce Suriye’de başlayan olaylarla birlikte duyuran örgütün yapısını ve hedeflerini uzun zaman görmemekte direndi. Irak’ta da benzer aymazlık yaşandı. Nitekim Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Son 48 saatte Irak’ta yaşanan gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Musul Başkonsolosluğumuzun güvenliği için gerekli önlemler alındı” demesinin üzerinden bir gün geçtikten sonra yaşananlar, olayların ne kadar dışında kaldığımızın, değerlendirme zaafının, basiretsizliğin tipik bir örneğidir. Sayın Bakan ve hükümet yetkilileri rehinelerin kurtarılması için temaslar kurmaya çalışırken, Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren çok önemli bir gelişme daha oldu. Irak Merkezi Hükümeti’nin ordusunun dağılıp askerlerinin ortadan kaybolmasından yararlanan peşmergeler Kerkük’e girdiler. Böylelikle uzun zamandır peşinde oldukları, gerçekleştirmeye fırsat bulamadıkları en önemli hedeflerine ulaşmış bulunuyorlar; Kerkük’ü ele geçirdiler. 100’e yakın rehine muhtemelen bir süre sonra bırakılacaklar, ama Kerkük ve çevresi yani 11.asırdan beri Türkmenlerin yurdu olan bölgede Türk varlığını ve hukukunu korumak nasıl mümkün olacak? Bu bölgeden peşmergeleri kim çıkaracak? Burada yaşamakta olan bir milyondan fazla Türkmen kendi kaderleriyle baş başa kalmış durumda. Komşularla sıfır sorunlu ilişkiler retoriği, stratejik derinlik ve Osmanlı hinterlandı hayalleri, Müslüman Kardeşler muhabbetiyle oyalanıp dururken, ortaya çıkan bu tablo dış politikadaki tarihi başarısızlığı gözler önüne seriyor. Kimse tevile kalkışmasın, Türkiye Suriye ve Irak politikalarında derin bir çıkmazla, çaresizlikle karşı karşıyadır. Sonuçları iyi düşünülmeden, imkânlarımız ve kapasitemiz doğru hesaplanmadan atılan adımların arkası getirilmediğinden uluslararası arenada saygınlığımızı büyük ölçüde yitirdik. Askerinin başına çuval geçirilen, hukuken kendi toprağımız olan konsolosluğumuzun basılıp çalışanları rehin alınan, etnik fitne girişimlerinin topraklarımızdan bir bölümü üzerinde paralel devlet oluşturma girişimlerine karşı aciz kalan bir devletin, sarsılan itibarı içe dönük parlak nutuklarla, medya üzerinden organize şekilde yürütülen propaganda ve yönlendirme çabalarıyla telafi edilemiyor. Diyarbakır-Bingöl karayolu başta olmak üzere, Güneydoğu’da birçok yerde yol güvenliğini sağlayamazsanız, en büyük askeri garnizonlarından birinin bayrak direğindeki bayrağın indirilmesini önleyemezseniz meydan nutuklarıyla dışarıda etkili olamazsınız. Kendimizi kandırmayalım, eloğlu her şeyin farkında. Bu yüzden dış politikada karşılaştığımız sorunların hiç biri rastlantı değil. “Kimse Türkiye’nin gücünü denemeye kalkışmasın” mesajlarından muhataplarımız etkilenmiyor.
IŞİD’i sıradan bir terör örgütü olarak görmek büyük hata olur. 10 yıl önce El-Kaide’nin Irak kolu olarak ortaya çıkan bu hareket, son yıllarda bölgede yaşanan gelişmelerden yararlanarak yapısını genişletip güçlendirdi. Bünyesinde çeşitli unsurların, birbirinden farklı grupların yer aldığı “çatı örgüt” konumuna geldi. İslâm tarihinin en radikal akımlarından birinin, Selefici-harici anlayışın günümüzdeki temsilcisi oldu. Aslında Suudi kaynaklı Selefici akım İslâm’ı asırlar boyunca eklenildiğine inandığı bidatlardan arındırmak gayesiyle ortaya çıkan tezkiyeci bir karaktere sahipti; siyasetin dışında durmaya özen gösteriliyordu. Ancak Ortadoğu ve Körfez ülkelerindeki despotik devlet yapıları, İran’ın devrimden sonra Şiilik üzerinden emperyal politikalar izlemeye başlamasıyla birlikte mezhep farklılıklarının siyasi kavgalara dönüşmesi, Seleficiliğin hızla siyasallaşmasına yol açtı. Böylece Selefilik Sünni cihatçı hareketlerin zihni zemini haline geldi. Amerika’nın Saddam’ı devirmeye yönelik operasyonu Sünni kesimin Irak’ta devlet hayatından dışlanmasına yol açtı. Çünkü Saddam’ın sosyolojik dayanağı Irak’ın nüfus yapısında azınlıkta olmalarına rağmen Sünnilerdi. Nüfusun %60’ını oluşturan Şiiler idari, askeri ve ekonomik yapılanmanın sürekli dışında tutuluyorlardı. Saddam devrilince tablo tersine döndü. Bu defa Sünniler bütün devlet kademelerinden tasfiye edildiler, sert şekilde cezalandırıldılar. Bu baskılar ve dışlanma doğal olarak tepki gördü. ABD işgali ve Şii yönetimine karşı mücadele etmek maksadıyla El-Kaide paralelinde cihatçı örgütler ortaya çıktı. 3 yıl önce Suriye’de başlayan iç savaş bu örgütlerin çalışma alanını bir anda genişletti. Cihat maksadıyla dünyanın pek çok yerinden insanlar gelip bu örgütlerde yer almaya başladılar. Bu cümleden olarak Çeçen-Dağıstanlı mücahitler asimetrik savaş yöntemlerini iyi bildiklerinden, tecrübeli olduklarından başta IŞİD olmak üzere bu hareketlerin sevk ve idaresini üstlendiler.
IŞİD Suriye’de önceleri kendisi gibi El-Kaide kaynaklı El-Nusra ile birlikte hareket ederken, bir süre sonra onlarla çatışarak ve tecrübeli cihatçıların büyük bölümünü kendi saflarına katarak bağımsız hareket etmeye başladı. IŞİD, belirli bir alanda ortaya çıkmak yerine, terörist saldırılarla kendini ortaya koyan El-Kaide’nin aksine, hedef seçtiği alanlarda hâkimiyet sağlamaya yönelik stratejisinin ilk sonucunu Suriye’de aldı. Halep çevresinden Irak’a uzanan bir ray üzerinde hâkimiyet sağladı. Arkasından güçlü olduğu Felluce ve Ambar bölgelerinde etkinliğini pekiştirdikten sonra Musul ve Telafer’e uzandı. Böylece Irak artık defakt olarak üçe bölünmüş oluyor. Yekpare bir devlet olma ihtimali hızla ortadan kalkıyor.
Bölge genelinde yaşanan bu kaosun baş sorumlusu ABD’dir. Askeri ve ekonomik gücüyle bağdaşmayan ufuksuz, vizyonsuz, bağnaz bir ideoloji siyaset tarzıyla Afganistan’dan Irak’a ve Suriye’ye, Mısır’dan Libya’ya kadar Müslümanların yaşadığı milyonlarca kilometrelik geniş coğrafyayı acıya, kan ve gözyaşına boğdu. Dini, etnik ve mezhebi ayrılıkları alevlendirerek buraları çatışma alanlarına çevirdi. Aslı olmadığı ortaya çıkan gerekçeler göstererek, yüz binlerce insanın can verdiği operasyonlar yaptı. Afganistan’da 80’li yıllarda Sovyetler’e karşı kullanmak üzere eğittiği gruplardan El-Kaide ve Taliban’ın doğması gibi, bugün Irak’ta IŞİD olarak ortaya çıkan örgütün Washington’un gayrimeşru çocuğu olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Türkiye 3 yıl önce Suriye meselesi gündeme geldiği sırada, BAAS yönetiminin yapısını doğru okuyamadığından, Esat’ın Tunus ve Mısır’da olduğu gibi halkın direnişiyle kısa zamanda iktidardan uzaklaşacağı görüşüne dayalı bir politika izledi. Bu sonucu çabuklaştırmak için rejime muhalif güçlere aralarında ayrım yapmadan her türlü desteği vermeye çalıştı. IŞİD ve El-Nusra dahil bütün örgütler bundan yararlandılar. Yakın zamana kadar Türkiye’yi geçiş ve ikmal üssü olarak kullandılar. Cumhurbaşkanı Gül geçen Kasım ayında “radikal terörün bulaşıcı hastalık gibi yayıldığını, böyle giderse Afganistan’ın Akdeniz’e inebileceğini” söylemişti. Hükümet ve dışişleri bu tarz uyarıları dikkate almadığından Cumhurbaşkanı’nın öngörüsü gerçekleşti; güneyimizde Afganistan’a benzeyen siyasal ve ideolojik bir yapı oluştu.
IŞİD olayı aynı zamanda tüm İslâm dünyasının içinde bulunduğu elem verici durumu yansıtıyor. Türkiye ve birkaç İslam ülkesinin dışında, bir buçuk milyar Müslüman’ın yaşadığı geniş coğrafyada ya diktatörlükler, hanedana dayalı oligarşik yapılar var, yahut derin bir yönetim boşluğundan kaynaklanan belirsizlik ve çatışma ortamı yaşanıyor. Eğitim seviyesi düşük olduğundan, vatandaşlık bilinci gelişmediğinden nitelikli, girişimci, yetişmiş orta sınıf olmadığından ekonomik kaynaklardan geniş kitleler yararlanamıyor. Muazzam bir gelir dengesizliği, yoksulluk hüküm sürüyor. İslâm, tefekkür derinliği kaybolduğundan şeklî kalıyor. mezhep bağlılığı milliyetin önüne geçiyor, tercihlerin gerekçesi oluyor; tarih, vatandaşlık ve millet bilinci gelişmiyor.
Türkiye’nin Türk ve İslâm dünyasının içerisinde yaşadığı karamsar ortamın dışında olmasını sağlayan tarihi, siyasi ve demokratik tecrübesi, kültürel birikimi mevcut. Ancak ülke yönetiminde giderek yükselen otoriterleşme eğilimi toplumsal gerginliklere, kutuplaşmalara yol açıyor. Toplum iktidara yakın olanlarla karşıtları şeklinde ayrıştırılıyor. Bürokrasi, hukuk ve mevzuat gereklerine hassasiyet gösterilmeden doğrudan iktidarda olmanın sağladığı güç ve imkânlarla, sadakat esas alınarak alt üst ediliyor. Güneydoğu’da bazı yolların örgüt elemanlarının denetiminde olması, haftalarca bu durumun önlenmemesi devlet adına tevili imkânsız bir zaaftır. PKK Kandil’den ve Meclis içerisinden maksadının ne olduğunu “bölgede özerklik inşasına başlıyoruz” diyerek defalarca açıkladı. Bunun nasıl cereyan ettiğini, nerelere uzandığını herkes görüyor. Ancak çözüm geldi-geliyor gibi gerçekten uzak oyalayıcı teranelerle gelişmeler görmezlikten gelinmeye çalışılıyor. Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu’nun tespiti önemlidir: “BDP hareketinin üzerindeki silahlı vesayet kalkmadıkça siyasi yoldan çözüm getirmek çok zor oluyor.” Bir başka ifadeyle hükümet silah bırakmaya niyeti olmayan, elini her an tetikte tutan örgütün varlığını ve bunun etkilerini bir kenara bırakarak, “şehit cenazeleri gelmiyor” söylemiyle gündemi dağıtmaya çalışıyor. Ülke yönetimindeki bu dağınıklık sürdükçe, olaylara gerçek mahiyetiyle bakmak yerine, seçim hesaplarıyla, Osmanlıcılık tahayyülleriyle hareket edildikçe gelişmeleri ne içeride ne de dışarıda milli çıkarlarımıza göre kontrol altına almak mümkün olmaz.