TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

İslâm Dünyasının Hali Pür Melâli

Mısır’da kelimenin tam anlamıyla toplumsal ve siyasal bir facia yaşanıyor. Bu krizin yakın gelecekte çözümlenmesi bir yana, daha da ağırlaşması muhtemel görünüyor. Olayların ilk günlerinde yaptığımız yorumda, Mısır’da yangın çıkarsa bunun bütün bölgeyi ateşe verebileceğini işaret etmiştik. Nitekim şimdiden bu tehlikenin işaretleri görülmeye başladı. Çünkü Mısır’daki olaylar, sıradan bir siyasi mücadele değil, küresel güçlerin ve bazı Arap devletlerinin doğrudan devrede oldukları ortak bir kararın uygulamaya konulması anlamına geliyor.

Bir yıl önce yapılan seçimlerden Mursi’nin Cumhurbaşkanı olmasını, Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesini kendi çıkarlarına doğrudan tehdit olarak gören bu merkezler, kısa bir hazırlıktan sonra orduyu devreye sokarak darbe yaptılar; hedeflerine ulaştılar.

İhvan sadece sosyal bir örgüt değil, Hasan El Benna tarafından kurulan, 1928’den beri var olan, Mısır dışında birçok Arap ülkesine de yayılan dini ve içtimai bir harekettir. Geniş bir toplumsal tabana sahip olan bu hareket darbeyi kabullenmedi, silahsız eylem yöntemiyle direnme başlattı. Maruz kaldıklara katliamlara rağmen iki aya yakın bir süredir geri adım atmamaları darbe yönetimini ve destekçilerini müşkül durumda bıraktı. Buna rağmen darbeyi yapanlar ne pahasına olursa olsun hedeflerine ulaşmakta kararlı görünüyorlar. Sonuçta ikiye bölünen, keskin şekilde kutuplaşan Mısır halkının yeniden normal yaşama ortamını, ortak bir sosyal zemini bulması artık kolay olmayacaktır. Çünkü yapılan katliamlar sonucu milyonlarca taraftarı olan İhvan’ın öfke ve nefret duyguları pekişmiş, araya kan girmiştir. Bu ortamda demokratik kurallar içerisinde seçimler yapılarak, tarafların sonuçlara rıza göstermelerini beklemek ne yazık ki temenninin ötesinde bir anlam taşımıyor.

General Sisi baskıları, tutuklamaları, katliamları sürdürerek Müslüman Kardeşler’in direncini zayıflatmak, meydanlardan çekilmelerini sağlamak suretiyle görünürde de olsa bir sükûnet ortamı oluşturmak ve askeri yönetimi yerleştirmek istiyor. Darbenin arkasındaki ABD ve İsrail ile Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin bu kanlı ve antidemokratik yönteme itiraz bir yana, açıkça destek vermeleri, “ordunun demokrasiyi yeniden kurduğu” nu iddia etmeleri Sisi’yi cesaretlendiriyor. Böylece 90’ların başında Cezayir’de yapıldığı gibi, demokratik kurallar rafa kaldırılarak, halkın iradesi bir tarafa bırakılarak hegoman güçlerin diledikleri oluyor.

Tevhid inancına sahip herkesin İslâm dünyasına ait bazı gerçekleri görmesi, yaşanan olayları yorumlarken bunların üzerinde etraflı şekilde durması gerekiyor. Cami çıkışları sırasında gösteriler düzenlemekle, yürüyüşler yapmakla, Rabia işaretleriyle destek mesajları vermekle, birilerini lanetlemekle sorunlar çözülmüş olmuyor. Duyguların yansıtıldığı, öfkenin, acıların dillendirildiği bu tarz tepkisel toplantılar insanlara psikolojik bir rahatlama sağlar; boşalma vesilesi olur. Öte yandan bu gibi kitlesel eylemlere iç politikada taraftar grupların dayanışmasını ve hareket kabiliyetini arttırır. Fakat uluslararası meselelerde  herkes kendi hesabının peşinde olduğundan kimse kimseyi duymaz; tercihlerde bu seslerin hiçbir etkisi olmaz.

İslâm âlemi tefekkür kabiliyetini yitirmeye, giderek içine kapanmaya başladığı 14.yy’dan bu yana, büyük sıkıntılar yaşıyor. Oysa İslâm’ın intişarından itibaren 7 yüzyıl boyunca çok farklı bir ortam vardı. Dünya’da her konuda ilmî faaliyetlerin fikir ve düşünce hareketlerinin ağırlık merkezi İslâm alemiydi. Türkistan’ın genelinde, Bağdat’da, Şam’da ve Endülüs başta olmak üzere İslâm dünyasında yetişen âlimlerin eserleri yüzyıllar boyunca sadece Müslümanlar arasında değil Avrupa’da da başlıca kaynaklar olarak okundular. Müslümanların siyasi ve askeri alanlarda sağladıkları başarıların, İslâm’ın üç kıtada yayılıp etkili olmasının, Avrupa içlerine kadar uzanan güçlü devletler kurulmasının esas nedeni çok canlı ve üretken bir tefekkür zemininin, düşünce ortamının bulunmasıdır.

Ancak Moğol istilasının yıkıcı etkileri, Endülüs’te giderek şiddetlenen baskılar sonucu Müslümanların bu bölgeden tümüyle tasfiye edilmeleri gibi çeşitli nedenlerle İslâm medeniyetinin beslendiği fikir ve düşünce kaynakları giderek kurumaya başladı. Bunda ticaret yollarının değişmesinin, dünya ticaretinin ağırlık merkezlerinin doğudan batıya, Atlantik kıyılarına kaymasının da etkisi oldu. Ancak Osmanlı Devleti’nin varlığı, siyasi ve askeri gücü en az 17. yüzyıla kadar İslâm dünyası için koruyucu bir kalkan oldu. Fakat Devlet-i Aliyye’nin de zaafa düşmesi neticesinde karşılaşılan askeri yenilgiler, büyük toprak kayıpları bütün dengeleri bozdu; İslâm dünyası savunmasız kaldı.

Sanayi devriminin yapıldığı, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yaşandığı Batı Avrupa 18. Ve 19. asırlarda artık ekonomik, teknolojik ve politik gücün olduğu kadar bilimsel gelişmelerin de merkezi konumundaydı. Batılılar daha çok zenginleşmek, daha güçlü olmak için aralarında kıyasıya bir rekabet yaşıyorlardı. Bunun sonucu olarak emperyal politikalar izlemeye başladılar. Ülke coğrafyalarının dışına yayılarak dünyanın her tarafında ekonomik kaynakları sahiplenmek maksadıyla siyasi ve askeri girişimler başlattılar. Bu sömürgeci, kolonyalist politikaların başlıca hedefi İslâm dünyası oldu. Özellikle 19.yy ortalarından itibaren sanayide kullanım alanı hızla genişleyen petrol ve türevleri büyük bir ekonomik değer kazandı. Dolayısıyla bu kaynaklara sahip olan İslâm ülkeleri emperyal güçlerin stratejik ve ekonomik hedefi haline geldi. Petrol yataklarının bulunmasına paralel şekilde buralara yöneldiler, askeri güç kullanarak, kendilerine hizmet verecek yönetimleri işbaşına getirerek, kolonyalist politikalar izleyerek hegemonya kurdular; İslâm dünyasının yer altı kaynaklarını sahiplendiler. Ayrıca buralara ürettikleri malları ihraç ettikleri tek yönlü işleyen birer açık pazar haline getirdiler. Sömürgeci emperyalist güçlerin İslâm dünyasında zapt edemedikleri, koloni haline getiremedikleri yegâne ülke Türkiye oldu. Oysa Batılıların nazarında Türklerin varlığının her zaman özel bir anlamı olmuştur. Türklerin asırlar boyunca İslâm dünyasının hem kılıcı hem de kalkanı olduğunu, Viyana kapılarından geri dönmelerinin ne anlama geldiğini hep hatırladılar. Osmanlı yenilerek geri çekilirken, Rumeli’deki topraklarında Hıristiyan devletlerin kurulmasını sıradan bir siyasi gelişme değil Haçlıların yeni bir hamlesi olarak algıladılar. Türkleri Rumeli’den sonra Anadolu’dan da tasfiye ederek bu başarıyı taçlandırmak amacıyla kozmopolit okumuşlarımızın asılsız bir paranoya olduğunu iddia ettikleri “şark projesi” ni gerçekleştirmek istediler. Milletimiz bütün elverişsiz şartlara rağmen direndi; Millî Mücadele’yi başarıyla sonuçlandırdı ve dağılan imparatorluğun yerine milli devletini kurarak bağımsızlığını korudu.

1990’ların başında Sovyetler’in dağılmasına yol açan küresel deprem dünya dengelerini büyük ölçüde değiştirdi. Bilimin belirleyici güç olduğu, iletişim ve bilişim teknolojisinin ön plâna çıktığı “bilgi çağı” diye adlandırılan bir döneme geçildi.

Doğalgaz’ın bulunup devreye girmesiyle beraber hidrokarbon yataklarının değeri olağanüstü arttı. Bu yatakların % 65’inin ve güzergâhlarının Orta Doğu’da, Arap ülkelerinde olması bu coğrafyanın küresel güçler nazarındaki  ekonomik ve stratejik değerini büsbütün arttırdı; ellerinde tutmayı zaruri gördükleri hedefler haline getirdi.

Yer altındaki madenlerin ve hidrokarbon yataklarının varlığının Arap ülkeleri için gerçek anlamda ekonomik bir zenginlik unsuru olup olmadığı tartışılabilir. Çünkü petrol ve doğalgazdan gelen milyarlarca dolar geniş halk kesimlerine değil, yönetimleri ellerinde tutan belirli bir azınlığa intikal ediyor. Suudi Arabistan’da ve Körfez ülkelerinde hanedan mensupları, birkaç bin prens servet içinde yüzerlerken Batı dünyasında bir trilyon dolara yakın yatırım yapacak imkân bulurlarken büyük çoğunluğun, çöldeki bedevilerin ve şehirlerdeki yoksul kesimlerin yaşantılarında ciddi bir iyileşme görülmüyor.

Bugün Doğu Türkistan’da, Afganistan’da, Kerkük’te, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Afrika’daki İslâm ülkelerinde katliamlar yapılıyor, cinayetler işleniyor; kan ve gözyaşı seller gibi akıyor, büyük acılar yaşanıyor. İnsan hakları, demokratik ülkeler gibi evrensel değerler gelişmiş ülkeler tarafından paspas haline getiriliyor. Bu değerleri her fırsatta üstünlüğünün kaynağı olarak ileri süren, bununla kibirlenen, geleneksel oryantalist tavırlarından kurtulmayı düşünmeyen Batılılar nazarında bunlar sadece kendileri için gerekli olan imtiyaz gerekçeleridir. Müslümanlar Batı medeniyetinin dışında kalan, ilkel bir inancı sahiplenen evrensel değerleri yaşamayı hak etmeyen topluluklardır. Kendilerini medeniyetin temsilcisi addettiklerinden İslâm ülkelerinde diledikleri şekilde operasyon yapmayı, yüz binlerce insanın ölümüne yol açmayı, yönetimlere talimat verecekleri kadroları getirip diledikleri düzeni kurmaları, halkların tercihlerine kulak tıkamaları doğru ve haklı buluyorlar;  dolayısıyla meşru sayıyorlar.

Irak’ta yapılanlar, şu sıralarda Suriye’de ve Mısır’da yaşananlar Batı emperyalizminin, bütün seküler görünümlerine rağmen zihinlerinden silemedikleri ehl-i salib taassubunun  siyasete yansımalarıdır. Müslüman halklar, bilim çağının gerektirdiği seviyenin gerisinde kaldıkları, bilim ve teknolojiyi sahiplenip kullanamadıkları, eğitimli ve yetişmiş insan gücüne sahip olmadıkları sürece bu tahakkümden kurtulamazlar. Yönetimlerini kendileri değil küresel güçler belirlemekte devam eder. Ortaçağların kabilecilik, aşiretçilik anlayışını günümüzde saltanat halinde sürdüren otoriter, despotik krallıklar, şeyhlikler,  Washington’da eğitilip yetiştirilen generaller aracılığıyla mevcut sömürü düzenini sürdüren Batılılar, bir buçuk milyar Müslüman’ın acılarına, sıkıntılarına karşı üç maymunu oynamaya devam ederler.

Türkiye bölgedeki gelişmeleri ana hatlarıyla doğru okuyamadı. 01 Mart tezkeresinden itibaren hatalar yapıldı. Suriye’de yakın zamana kadar Esad rejimine birkaç aylık ömür biçilirken, şu anda durum ortada. Güney hudutlarımız birkaç bin olarak ifade edilen kaçakçı ordularının baskısı altında. Irak parçalanıp fiilen Kürt devleti kurulduktan sonra, aynı senaryo Suriye’de de yaşanıyor. Hududumuza bitişik bir PKK devleti oluşturuluyor. Yarım milyondan fazla mültecinin yol açtığı problemler giderek ağırlaşıyor. Başta Hatay olmak üzere, buradaki şehirlerde ekonomik, etnik, mezhepsel sorunlar yoğunlaşıyor; ciddi bir güvenlik meselesiyle karşı karşıyayız.

Mısır’da Müslüman Kardeşler’e yönelik katliamlar ve zulümlere insani tepki göstermek ne kadar doğalsa, konunun Türkiye’nin dış politikasının belirleyici unsuru kılınması o kadar yanlış ve tehlikelidir. Her gelişmiş ülkenin dış ilişkilerini reel politik faktörler belirler. Buna özen gösterilmeyip duygusal etkilerle tavır almaya çalışmanın rasyonalitesi yoktur. Ayrıca ülkenin imkânları, gücü yani ekonomik, askeri, teknolojik, demografik ve jeopolitik pozisyonu dikkate alınmadan dış politika belirlemeye kalkışılırsa büyük sıkıntıların doğması kaçınılmaz hale gelir. Osmanlı coğrafyası, İslâm âlemi ve Türk dünyası gibi üç büyük hinterlandın varlığı Türkiye için elbette emsalsiz bir stratejik derinlik anlamına geliyor. Ancak imkânlar düşünülmeden bunlara yönelik girişimler yapıldığında dişe dokunur bir gelişme ortaya çıkmaz. Üstelik uluslar arası güçler başta olmak üzere birçoklarını tedirgin edersiniz, karşınıza alırsınız.

“Onurlu ve ilkeli yalnızlık” yahut “değerli dış politika” gibi tanımlamalar sadece duygusal bir teselli bağlamında kullanılabilir. Bunun ötesinde politik bir tercih olarak öne sürülemez. Mısır’daki darbenin arkasında Yahudi’lerin olduğunu söylemek kesinlikle yapılmaması gereken çok vahim bir hatadır. Washington’un anında alışılmadık bir sertlikle cevap vermiş olmasını kimse yadırgamamalıdır. ABD-İsrail ilişkilerinin mahiyetini, derinliğini, Musevi’lerin Amerikan siyaseti, ekonomisi ve medyası üzerindeki etkisini bile bile bu tavrı aldığınız zaman etkilerinin ne olacağını, dalgalarının nereye uzanacağını, nelerle karşılaşacağınızı düşünmeniz gerekir. Basiretli bir dış politikanın temel kuralları gerçekleri doğru görmek, duygusal tercihler yapmamak, iç politikada yararlı sayılabilecek bir üslubu, öfkeli çıkışları siyasete yansıtmamaktır.