Dilin millî kültürün oluşumundaki yerini ve rolünü konuyla ilgilenen herkes bilir. Millî birliği güçlendirme, toplumu içten içe sinsice kemirebilecek ortak duygu, düşünce ve kültür değerlerinin oluşmasını engelleyebilecek dil sorunlarının önlenmesi, modernleşme döneminde rasyonel devlet yönetimlerinin birinci gündem maddesi olagelmiştir. Buna karşılık mozaik yapılanmalar olan yani egemen oldukları coğrafi alan içerisinde en fazla konuşulan dilin yanında farklı dillerin de konuşulduğu imparatorluklarda konuya farklı açılardan bakılmıştır. Özellikle bu gruplar arasında tarihten gelen akrabalık bağları varsa dil, tarih, kültür gibi alanlarda bunların ortak toplumsal bilinç oluşturacak yönde gelişmelerini engelleyecek eğitim politikaları üretilmeye çalışılmıştır. Dilin iki taraflı etkili bir silah olduğu asla unutulmamıştır. Bunun en somut örneği, Çarlık Rusya’da 17. asırdan itibaren Türk soylu halklara karşın uygulamaya konulan, Sovyetler döneminde de sürdürülen dil ve eğitim politikalarıdır. Türk devletlerinin bağımsızlıklarına kavuştukları 90’lı yılların başından beri ortaya çıkan tablo, Rusların 400 yıl kesintisiz devam eden dil ve kültür alanlarındaki “eriterek yok etme” politikalarında bir hayli başarılı olduklarını gösteriyor. Bunun belki de en önemli sebebi, özellikle Sovyet döneminde uyguladıkları baskı ve şiddet yöntemleriyle Türk dünyası aydınlarının büyük bölümünü istedikleri zihnî kalıbın içerisine sokmayı başarmalarıdır. Bu çizginin dışında kalmaya kalkışanlar olmuşsa da rejim karşıtlığı suçlamalarına direnmeleri mümkün değildi; bunların her yerde acımasızca ezildiklerini, artık ayrıntılarıyla biliyoruz. Dolayısıyla “Asırlarca devam eden trajik hikâye, otuz yılda neden hâlâ sonlanmadı?” diye yakınmak yerine, olayların akışını doğru yöne çevirmeye çalışmalı; dil, tarih, kültür alanlarındaki ortaklıkları güçlendirme çabalarını ısrarla sürdürmeliyiz.
Bu genel tablonun dışında, bir de bizde her devirde varlıklarını ortaya koymayı dinî bir vecibe gibi gören; milliyet, millî kültür karşıtları var. Önceki devirlerde tavırlarını münferit girişimler olarak ortaya koyarken günümüzde bunlar, siyaseten makbul olmanın en kestirme aracı şekline geldi. Bürokraside makbul kişi bilinegelmek, iktidarın dikkatini çekmek, tayinlerde güvenilir kişilik olduğunu ispatlamak için fazlası gerekmiyor. Sosyolojik ve bilimsel yanlışlığı da önemli değil. Bunların hesabını soran bir makam veya merci yok; tam tersine devrilen çam ne kadar iriyse övgü sesleri, alkışlar o kadar yüksek perdeden çıkıyor.
Nazif Yılmaz adını, kim olduğunu belli bir çevrenin dışında çoğumuz yakın zamana kadar bilmezdik. MEB Din Öğretimi Genel Müdürü olarak desteklediği Çalıştay’da yayımladığı bildiri, ne kadar engin bir vizyonu olduğunun somut örneğiydi ama nedense üzerinde pek durulmadı. Nazif Yılmaz “Türkçe öldü.” diyebiliyor ve devam ediyor: “Arapça öğretilirken ikinci bir dil kullanılmaması gerekir. Öğrenciler, öğretmenleri ile ancak Arapça diyalog kurabileceklerdir. Öğrenci teneffüslerde öğretmeni ile ancak Arapça konuşabilir. Ya konuşur ya da yanında tercüman getirir.” Yılmaz, kendi öğretmenliği sırasında Türkçe yasak olduğu için öğrenciler arasında rüyalarında bile Arapça konuşanların olduğunu söylüyor.
Eğitimin yönetilmesi konularında son yıllarda hızla parlayan yıldızlardan biri konumuna gelen Nazif Yılmaz’ın, talepleriyle ilgili açıklamalar yapıp bazı soruları cevaplandırması gerekir. Çünkü artık MEB’in en yetkili isimlerinden biridir. Söyledikleri, sıradan bir İmam-Hatiplinin değil; Devlet’i temsil gücü bulunan, resmî görevi olan bir yetkilinin ifadeleridir; kısacası sadece kendini değil, ona bu derece güvenen siyasi iradeyi de bağlar. Ensar, TÜGVA, İlim Yayma Cemiyeti, TÜRGEV gibi vakıf ve cemiyetlerin yoğun isteği üzerine MEB yardımcılığına getirilmesi, bu çevrelerde çok güçlü bir desteğinin bulunduğunu gösteriyor. Meselenin bu yönü ayrı bir konu. Biz öncelikle Yılmaz’ın “Türkçe öldü.” hükmüne ve tedrisatta Arapçaya geçilme isteğine ilişkin bildirisini açıklamasını bekliyoruz. Çünkü bunun sadece kendisinin değil bilinen çevrenin tasavvuru olduğunu görüyoruz. Kendi diline, kültürüne bu derece yabancılaşmanın, kendiliğinden mankurtlaşmanın, hiçbir zorlama olmaksızın nasıl oluştuğunu bilmek durumundayız. Bir süredir verilen özel desteklere rağmen İmam Hatiplilerin başarı ortalamaları vasatı aşamıyor. Israrla “öteki” muamelesine maruz kalan Fen ve Anadolu liselerinin ezilmek istenmesinin mantıki bir yanının bulunmadığı görmezlikten geliniyor. Nazif Yılmaz ve aynı görüştekiler, anadilleri Arapça olan, doğuşlarından itibaren zorlama olmaksızın bu dille eğitim yapan Arap öğrencilerde olağanüstü bir başarı mı gözlemlediler? OECD rakamları ve diğer veriler ortada. Bunlara rağmen kendi diline, kültürüne jakoben mühendislik uygulamaya kalkışmak, zorbalık değilse nedir?
Nazif Yılmaz, belli vakıf ve derneklerin desteğiyle yeni görevinde bir şeyler yapmaya çalışacak; böylece zaten çok uzun yıllardır sorunlar yumağı olan eğitim hayatımız, yenilerinin eklenmesiyle daha da sıkıntılı hâle gelecektir. Ancak Yılmaz ve benzerlerinin şu gerçeği görmeleri gerekir: Türk milleti, bir kesimin isteği üzerine oluşmamış; sosyolojik, tarihî, kültürel, siyasal ve psikolojik bir olgudur. Gücünüz yetiyorsa buyurun tersini deneyin, en azından haddinizi bilmeyi belki de öğrenirsiniz.