Şubat 2007 | Sayı: 234
Nuri GÜRGÜR
Irak, ABD’nin 21.yüzyılda küresel üstünlüğünü sürdürmek, enerji kaynaklarına hükmetmek amacıyla 11 Eylül’den sonra uygulamaya koyduğu güce dayalı “Amerikan yüzyılı” projelerinin en sıcak alanı olmakta devam ediyor. Bölgemizdeki bu gelişmelerin ülkemizi doğrudan ilgilendirdiğini, bekamız, güvenliğimiz ve iç istikrarımız açısından hayatî önem taşıdığını, ne yazık ki, vaktinde algılayamadık.
Tam tersine içimize kapanarak, kenarda seyirci kalarak tehlikelerin savuşmasını bekledik. Özellikle 1 Mart Tezkeresi’nin reddedildiği günlerde bu halet-i ruhiye zirvelere tırmandı. Devlet’in yukarı kademelerinde derin bir karmaşa ve kararsızlık yaşandı. Üst düzeydeki ilgili kurumlar net tavır almak yerine, sorumluluğu birbirlerine itelediler. Hükümet kendi hazırlayıp sevk ettiği tasarının arkasında bir bütün halinde durmadı. Muhalefet rahatlıkla çıkacağına inandığı karara ortak olmak yerine, uygulamaya konulduktan sonra çıkması muhtemel sonuçların seçmende oluşturacağı tepkilerle ilintili hesaplara girdi. Barzani ve Talabani nefeslerini tutmuşlar, Meclis’ten çıkacak kararı bekliyorlardı. Bilahare yaptıkları açıklamalarda, Tezkere’nin reddedilmesini ve Türk askerinin Irak’a girmeyişini kendi hesaplarına büyük başarı saydıklarını ifade ettiler.
Zamanı geri çevirmek elbette mümkün değil. Ancak şu sıralarda hem iktidarın hem de CHP’nin meseleye farklı açılardan baktıkları görülüyor. Deniz Baykal’ın Kerkük’te olup bittiyi önlemek üzere Irak’a asker gönderilmesini sağlayacak bir Meclis kararı alınmasına yönelik isteğinin, kaybedilen zaman ve imkânların telafisini tam olarak sağlayamasa bile, iktidar ile muhalefetin üzerinde anlaşacakları millî bir politikanın oluşturulmasına belli ölçüde yardımcı olacağı düşünülebilir. Yeter ki mesele siyasî malzeme haline getirilmesin. Başta siyasî merkezlerimiz olmak üzere, toplumun bütün kesimleri müşterek irade ve kararlılık içinde olduğumuzu, tek yumruk halinde hareket ettiğimizi gösteren bir duruş sergileyebildiği takdirde muhataplarımızı etkileyebiliriz, sonuç alabiliriz.
Unutmamak gerekir ki Irak her yönden Dünya’nın en karmaşık ve problemli bölgelerinden biridir; hatta birincisidir. Birbirleriyle uzlaşmaz bir düşmanlık içerisinde boğuşan etnik ve dinî gruplardan oluşan toplum yapısının yanı sıra; doğrudan “ilgili taraf” konumunda bulunan İran, Suriye, İsrail ve Arap ülkeleri gelişmeleri yakından izliyorlar. Hepsinin ötesinde bu problem yumağının oluşmasının birinci derecede müsebbibi olan ABD çekip gitme niyeti taşımıyor. Türkiye bu “çok taraflı denklem” in içinde bulunmak, gelişmeleri çıkarlarına uygun tarzda yönlendirecek politikalar oluşturmak zorunda. Bunun kolay olmadığı ortadadır.
Türkiye açısından Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Kerkük’ün statüsü hayatî önem taşıyor. 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden sonra Kürtler bir anda ABD nezdinde bölgedeki yegâne güvenilir dost ve müttefik konumunu kazandılar. Operasyon esnasında Amerikalılara verdikleri desteğin ödülü olarak, yeni Irak Anayasası’na Kerkük’ün kaderinin bu yıl yapılması belirtilen referandumla tayin edilmesine ilişkin maddeyi yerleştirdiler. İşgalin hemen ardından on binlerce Kürt’ü buraya taşıyarak şehrin demografik yapısını değiştirdiler; tapu dairelerini yakıp belgeleri yok ettiler. Bu arada Washington’un icazetiyle Kerkük yönetimini ellerine geçirdiler. Peşmergeler ve diğer milis güçlerle baskı ve şiddet uygulamak suretiyle, Arapları ve Türkleri göçe zorladılar. İlk başta Musul’u ele geçirip kuracakları devletin başkenti yapmak istiyorlardı. Ancak Kerkük’ün kendilerine sunulması anlamına gelen referandum imkânını görünce, kararlarını değiştirdiler. Artık burasının başkentleri olduğunu her fırsatta açıklıyorlar.
Kerkük 1923’te sınırlarımızın dışında bırakmak zorunda kaldığımız 2.5 milyon civarındaki kardeşimizin, soydaşımızın yani “Türkmenler” diye anılan Irak Türklerinin tarihî ve kültürel merkezidir; “kalpgâhı”dır. Burasının Kürt Devleti’ne terk edilmesi iki buçuk milyon soydaşın gözden çıkarılıp, kaderin rüzgarlarıyla savrulmalarına göz yummak anlamına gelir. Yüz-yüz elli yıl önce Rumeli ve Kırım gibi vatan topraklarını parçalar halinde bırakıp çekildiğimizde göklere yükselen ıstırap çığlıklarının yankıları hâlâ bu diyarlarda çın çın ötüyor. İçimizdeki bu sesleri duymayan sağırların, görmeyen körlerin, vicdanı katmerleşmiş duyarsızların yıllardan beri sürdürdükleri “unutalım” telkinlerinden kendisini kurtarabilen herkes, bu tarihî faciaların şahididir.
Millî, manevî, insanî ve vicdanî hassasiyet sahiplerinin kendisine sorması gerekiyor; bu ibretlik tabloların tekrarı anlamında, günümüzde bunlara yeni birini daha ilave etmeye hazır mıyız? Yüreklerimiz Kerkük’te yaşanacak katliamın, akacak kanların, oluşacak gözyaşı ve acıların kahredici ağırlığını taşıyabilecek mi?
Bunlar bir yana, Kürtlerin Kerkük’ü bu derece ısrarla, tutkuyla istemelerinin nedenlerini görmek ve değerlendirmek zorundayız.
Kuracakları devleti yaşatabilmek için ihtiyaçları olan ekonomik imkânları ancak bu havalinin petrol yataklarından elde edeceklerini biliyorlar. Kerkük petrollerinin gelişi 4 milyon nüfuslu yeni devleti kısa zamanda refaha ulaştırır; her alanda atılım yapma ve gelişme kapasitesi sağlar. Bu ilk aşamanın tamamlanmasıyla birlikte sıra Suriye, İran ve Türkiye topraklarında etno-milliyetçi faaliyetler başlatmaya, başlamış olanları toparlayıp merkezî sisteme bağlamaya gelir. Sık sık telaffuz ettikleri “Büyük Kürdistan” projesini kendileri bile yakın zamana kadar ulaşılması imkânsız bir hayal olarak görürken, artık Kuzey Irak’ta kurulan “de facto” devlete bakıyorlar ve bu hayalin gerçekleşmesinin en fazla bir zaman sorunu olduğuna inanıyorlar.
Petrol zenginliği elinde bulunmadıkça, bu aşiretten dönüşme devletin tehdit ve yayılma kapasitesi kesinlikle söz konusu olmaz. Tam tersine ayakta kalması ve Dünya ile irtibat kurması ancak Türkiye’nin yardım ve hoşgörüsüyle mümkün olabilir. ABD ve İsrail bu gerçeğin farkında olduklarından, referandumun ertelenmesini istemiyorlar. Zengin ve güçlü bir Kürt Devleti’nin varlığı en fazla İsrail’in işine geliyor. Çünkü Büyük Kürdistan İsrail’in bölgedeki yalnızlığını sona erdirecek, kurulduğundan bu yana ilk defa Müslüman bir devletin desteğini sağlamış olacaktır. On beş yirmi yıl sonra bütün bölgenin birinci problemi haline gelecek olan su kaynakları konusu gündeme geldiğinde, İsrail varlığını kendisine borçlu sayan, minnet ve şükran duyan sadık ve güvenilir bir “stratejik ortak” ın yardımıyla emellerine ulaşmaya çalışacaktır.
Meselenin bir diğer ayağını PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığı oluşturuyor. Kandil Dağı, Mahmur Kampı başta olmak üzere, plânlı ve düzenli şekilde bölgeye yerleşen örgüt, burasını çok yönlü bir “harekât merkezi” olarak kullanıyor. Militanlar okutuluyor, eğitilip yetiştiriliyor, tedavileri yapılıyor. Sosyal ilişkiler kuruluyor, temaslar ve toplantılar yapılıyor. Barzani ve Talabani ile vaktiyle yaşanan rekabet ve çatışma ortamının yerini, paylaşım ve işbirliği almış görünüyor. Süleymaniye, Musul ve Erbil gibi merkezlerde açtıkları cephe temsilcilikleri irtibat işlevi yapıyor. Amerika zaman zaman bu büroların bazılarını kapatmak suretiyle Türkiye’yi yatıştırmaya çalışsa bile, PKK Kuzey Irak’ta rahatsız edilmeden faaliyetlerini sürdürme imkânına sahip bulunuyor.
Her kış olduğu gibi, barınaklarında havaların düzelmesini bekleyen örgüt, ilk bahardan itibaren yeniden eylemlere başlamaya hazırlanıyor. Bir komşu ülkenin bu tarzda terörist faaliyetlerin mekânı yapılması, yüzlerce kilometrelik hududun geçiş ve sığınak alanı şeklinde kullanılması, örgütün buralarda huzurlu ve güvenli yerleşim alanlarına sahip bulunması Dünya’da benzeri bulunmayan, bize özgü bir durumdur.
Türkiye içeride nasıl tedbir alırsa alsın, hududunun ötesini kontrol edemediği sürece terörü önleyemez. Ülkemizde bilinen çevreler bu özel şartların rolünü düşünmek yerine, her fırsatta Devlet’çe yürütülen politikaları, askerî operasyonları eleştiriyor, bunlarla sonuç alınamadığını öne sürerek meseleyi siyasal zemine taşıyacak yeni yöntemlere baş vurulmasını öneriyorlar.
Biraz irdelendiğinde bu bakış tarzının doğru ve samimi olmadığı, yeni yöntem arayışları ardında örgütün siyasallaşma stratejisi fark ediliyor.
PKK gibi iç ve dış bağlantıları güçlü, militan kadroları kalabalık, yerel yönetimlerde etkili bir örgüte karşı sadece askerî operasyonlarla sonuç alınamayacağı açıktır. Ancak bunlar yapılmadan yasaların gereğini yerine getirilmeden yeni devletin varlığını ve anayasal otoritesini sarsmaya yönelik saldırılar püskürtülmeden başka adımlar atılamaz. “Türkiye’li aydınlar” farklı yöntemlerden bahsederken, esas itibariyle güvenlik güçlerinin devreden çıkmasını, örgütün meşruiyet kazanmasını demokratikleşme ve sivilleşme adına, özgürce faaliyet yapabileceği bir ortamın varlığını istiyorlar. Aslında PKK’da bunları istiyor. Barışı arama adına Ankara’da yapılan toplantının sonuç bildirisine bakıldığında “örgüt” ile “Türkiye’li aydınlar” ın isteklerinin büyük ölçüde örtüştüğü görülebiliyor.
Kafaları karıştırmaya, zihinleri bulandırmaya yönelik çok yönlü bir psikolojik saldırıyla karşı karşıyayız. Barış, demokrasi, insan hakları, çağdaşlık gibi karizmatik kavramları bol bol kullanılarak milli hassasiyetler törpülenmeye, dikkatler dağıtılmaya, Cumhuriyet’in savunma mekanizmaları işlemez kılınmaya çalışılıyor. Oyuna gelmemeliyiz. Çeyrek yüzyıllık terörle mücadele sürecinde, kayıplarımızın yanı sıra büyük tecrübeler kazandık. Bunun anlamını bilmeli ve bu birikimden yararlanmalıyız.
Türkiye PKK terörünü kırsalda ezmiştir. Bu sonucu kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. Ancak etno-milliyetçi Kürt fesadı devam etmektedir. Çünkü güvenlik güçlerimizin elde ettiği başarıyı diğer toplumsal alanlara aktararak altını doldurmayı ekonomik, sosyal ve psikolojik muhteva kazandırmayı düşünemedik. Bu boşluktan yararlanan ırkçı fesad hareketi, sempatizanlarının ve Brüksel’in desteğiyle şehirlere yerleşiyor, Belediyeler üzerinden kamu imkânlarını kullanıyor, siyasal ve sosyal alanlarda etnik temsil statüsü elde ediyor.
Buna karşılık Türkiye Devleti’nin konunun ciddiyetiyle orantılı, çok yönlü, gerçekçi, kapsamlı ve etkili bir plânının varlığından bahsedilemez. Günü birlik beyanlar, dilek ve temenniden öte anlam taşımayan mesajlarla vakti öldürüyoruz. MİT eski Müsteşar Yardımcısı’nın son günlerde gazete sayfalarını dolduran açıklamaları, Devlet’in ilgili kurumlarının yaşamakta olduğu karmaşayı, kararsızlığı sergilemesi açısından düşündürücü bir örnektir. Çok önemli açıklamalar yapıyormuş gibi görünüp, sadre şifa hiç bir şey söylememek, örgüt ve yandaşlarının Devlet’i suçlamalarına paralel bir üslupla popüler olmak marifetse, emekli müsteşar yardımcısı bunu mükemmel başarıyor.
Türkiye bir an evvel derlenip toparlanmak, meselenin önemiyle orantılı politikalar izlemek zorundadır. Tüketilen zamanı geri alma şansımızın olmadığının bilinciyle hareket edilmeli, Devlet’in bütün kurumlarını, kurullarını, organlarını düzenli şekilde işletip devreye sokacak kısa, orta ve uzun vadeli plânlar yapılmalıdır.
Toplumun huzur ve güvenliğini, Devlet’in bekasını doğrudan etkileyecek kritik bir yıla girmiş bulunuyoruz. Problemlerimiz iç ve dış şeklinde kategorize edilemeyecek derecede birbiriyle ilişkilidir. Politikalarımızı Kerkük’te atılacak geri adımın olumsuz etkilerinin doğrudan Kandil Dağı’na, oradan hudutlarımızın içine yansıyacağının ışığı altında geliştirirsek bu fesadı püskürteceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.