Rumların Annan Plânının işlerlik kazanmasından sonra, en geç on beş yıllık bir sürenin sonunda adada dominant konuma ulaşacaklarını görmelerine rağmen % 75.8 gibi çok yüksek oranda "Hayır" demeleri, iç bütünlüğün, kararlılığın ve iradenin anlamlı bir göstergesidir. Rumlar, başından beri Kıbrıs'ı bir bütün hâlinde kendilerine ait bir alan olarak görüyorlar; Türklerin tahditli bile olsa, siyasî statü kazanmalarına rıza göstermiyorlar. Papadopulos "Ben bir devlet aldım, onu bir toplum hâline dönüştüremem" sözleriyle bu psikolojiyi çok güzel özetledi.
Rumların tavrını belirleyen kırmızı çizgilerin varlığı bilinmesine rağmen, Annan Plânının tartışılması sürecinde bunlar nedense unutuldu. Oysa Türk askerinin tümüyle adadan ayrılması, 1974 Harekâtından sonra güneye gelenlerin yerlerine ve evlerine dönmeleri, Türkiye'den göçenlerin Kıbrıs'tan çıkarılmaları gibi üç ana başlık altındaki isteklerini her vesileyle öne sürdüler; bunları olmazsa olmaz bir şart olarak gördüklerini her zaman tekrarladılar.
İstediklerini elde etmeleri hâlinde kuzeyde yüz bin civarına düşecek ve Türkiye'nin sağladığı güvenliği kaybedecek olan Türk topluluğunu her açıdan kolaylıkla kontrolleri altına alacaklarını biliyorlar. Hedeflerine öylesine kilitlenmiş hâldeler ki, on-on beş yıllık bir süreyi bile beklemeye tahammül edemiyorlar.
Meselenin bir de ekonomik boyutu var. Kıbrıs'ta bütünleşme, Rumlara ister istemez önemli ekonomik yükler getirecek. Türklerin ekonomik standartlarının yükseltilmesi, yerlerinden çıkarılacak olanlara yeni mesken ve iş temini gibi öncelikli konularda ellerini taşın altına sokmak zorunda kalacaklarını görüyorlar. Bunu servetlerinin Türklerle paylaşılması şeklinde değerlendirip tepki gösteriyorlar.
Referandumun sonucu, Rumların Türklerle birlikte yaşama niyetinde olmadıklarını somut şekilde gösterdi. Bu gerçeğin AB çevrelerinde yeni fark edilmesi, Verheugen'in "kendimi aldatılmış hissediyorum" şeklindeki açıklaması, ne şimdiye kadar yaşananları, ne de Rum tarafının 1 Mayısta AB üyesi olmasını engellemiyor. Bununla beraber, 24 Nisan referandumu, hem batılı ülkelerin, hem de Birleşmiş Milletlerin yıllardır devam eden haksız tutumlarını ciddiyetle gözden geçirmelerine; daha adil, hukukî ve ahlâkî bir tutum değişimine yönelmelerine fırsat hazırlamıştır.
Türkiye'nin ve KKTC'nin kısıtlamaların kaldırılması yönündeki taleplerine verilecek cevaplar ciddî bir samimiyet testi anlamını taşıyacaktır. Rumların özellikle AB çevrelerinde şok etkisi yapan olumsuz tavırlarına karşı yükselen ilk tepkileri fazla önemsemek ve bunları kesin bir zaferin teyidi şeklinde algılamak fevkalâde yanlış olur. Ortada henüz ciddî bir karar ve değişim yokken, referandum sonuçlarının oluşturduğu pozisyon üstünlüğünü son yarım yüzyılın en büyük siyasî başarısı şeklinde değerlendirmek gerçekçi bir yaklaşım değildir.
24 Nisanda iki tarafta belirlenen sonuçların siyasî, zihnî, kurumsal ve psikolojik değerlendirmeleri objektif şekilde yapıldığında ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Bunu algılayabilmek için öncelikle referandum gecesinden başlayarak gösteri yapan toplulukların ortaya koydukları tepkileri, kullandıkları sloganları irdelemek, belirlenen kareleri doğru okumak gerekir.
Rum kesimindeki göstericilerin ellerinde, kendi bayraklarının yanında Yunan ve Bizans bayrakları ile dinî simgeler vardı. Meydanlarda komünist-Marksist AKEL'ciler, milliyetçi EOKA'cılar, liberaller ve papazlar sımsıkı saflar hâlinde yürüyorlar, sonuçların Helenizm'in zaferi olduğunu haykırıyorlardı.
Türk tarafında ise, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu göstericiler Türk bayrağı taşımayı gereksiz görmüş olacaklar ki, ellerinde sadece "Evet" pankartları tutuyorlar, AB kapılarının açıldığı inancı içerisinde Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ı istifaya çağırıyorlardı.
Yarım yüzyıldan beri imkânlarını zorlayarak, Denktaş'ın ifadesiyle kendilerine "can istediklerinde can, mal istediklerinde mal" veren, katledilmelerini önlemek için kırk bin askeriyle yanı başlarında nöbet tutan, oluşan devleti dünyada tek tanıyan ülke olan Türkiye Cumhuriyeti'nin bayrağının ne anlama geldiğini ve hangi duyguları hak ettiğini düşünmeyenlerin, onurlu, saygın ve kaderine hükmeden bir toplum hâlinde varlıklarını sürdürebilmeleri için ömrü boyunca mücadele eden 80 yaşındaki bir sembol insana kaşı sergiledikleri bu saygısız tavır yadırganmamalıdır.
Denktaş'a yönelik gösterilerin siyasî açılımını doğal olarak M. Ali Talat yaptı ve açıkça istifasını istedi.
Talat'ın % 65'lik "evet"i kendi tabanı şeklinde kabullenmesi gerçekçi sayılmasa bile, Kıbrıs'ta çok ciddî bir yarılmanın meydana geldiği ve bunun daha kapsamlısının Türkiye'ye uzandığı ortadadır. Belki de Annan Plânı vb. konulardan çok daha önce bu vakıanın irdelenmesi gerekiyor.
Rumlar Pan-Helenistik şemsiye altında siyasî ve ideolojik farklılıkları bir kenara bırakarak, inanç aykırılıklarını aşarak buluşurken, Türk tarafındaki insanların ve özellikle gençlerin kimliklerini, aidiyetlerini, bayraklarını hatırlama ihtiyacı duymadan, AB şemsiyesi altında yer tutmak için yarışmaları hüzün veriyor. M. Ali Talat seçim kampanyası sırasında "bağımsızlıktan daha iyisi Annan Plânıdır" derken bu psikolojinin sözcülüğünü yerine getiriyordu.
Aslında son aylarda iyiden iyiye netleşen bu tablonun oluşumu 1974'lerde başladı. Türk askeri gelmeden önce adada birbirinden kopuk bölgelerde, ceplerde yaşama mücadelesi veren soydaşlarımız, Yeşil Hattın kuzeyindeki bölgeye yerleştirildiler, kendilerine iş ve mesken imkânları sağlandı; bir devlet yapılanması için gerekli organizasyon kuruldu. Geçen otuz yıl süresince hem carî harcamalar hem de liman, yol, gölet gibi alt yapı yatırımları için TC bütçesinden önemli katkılar sağlandı. Ancak bu arada vahim bir hata yapıldı. Demokratik mekanizmaların acilen kurulması gerektiği düşünülerek Kıbrıslı Türklerin seçim yapmaları ve yönetim kademelerini oluşturmaları istendi. Ancak bu yapılırken Kıbrıs Türklerinin sosyal ve entelektüel yapısı dikkate alınmadı. 1965'lerden sonra Türkiye'ye okumaya gelen Kıbrıs Türklerinin önemli bölümü öğrenimleri sırasında sol gruplarla ilişki kurmuşlar, illegal TKP yahut legal İGD gibi militan son örgütlerin bünyesinde yer almışlardı. M. Ali Talat'ın ODTÜ öğrencisi iken, sol kesimlerle yakın ilişkisi kimsenin meçhulü değildir. Bu ortamda, 1974 Harekâtından hemen sonra yapılan seçimlerde, Türkiye'den dönen solcular başarı sağladılar, çeşitli yönetim kademelerinde ve siyasî örgütlenmelerde önemli yerlere geldiler.
Bu yerleşimin ne anlama geldiği ve nasıl sonuçlar vereceği ne yazık ki, ne Türkiye'deki ilgili çevreler, ne de Sayın Denktaş tarafından gerekli ölçüde algılanmadı. Bir zincire eklenen halkalar gibi uzanan bu sürecin sonunda Kıbrıs Türklerinin eğitim kurumları başta olmak üzere, genç nesillerin yetişmesinde rol oynayan bütün alanlar, solcuların kontrolüne girdi. Bu düşüncedeki insanların eliyle oluşan eğitim ortamının nasıl bir insan tipine vücut verdiğini görüyoruz. Türkiye'deki bir kısım aydınlar için bu hâsıla idealdir.
Millî kimliğini, tarih bilincini kaybetmiş, mankurtlaşmış, beyniyle ve yüreğiyle değil midesiyle düşünen, aidiyet, mensubiyet duygusu tanımayan, kutsallarından sıyrılmış insan tipi, bazı Türkiyeli aydınlar için tam aranan modeldir. Bu yüzden Kuzey Kıbrıs'ta karşılaştıkları tablodan derin heyecan duyuyorlar, bütün güçleriyle teşvik ediyorlar. Şu sıralarda başlarına geçirdikleri ultra-liberal, bireyci, özgürlükçü, demokrat şapkaların altındaki yakın geçmişlerini, darbeci, Leninci, Maocu ve hatta milliyetçi kimliklerini böylece unutturmuş oluyorlar. Her oportünist gibi kurnaz da olduklarından, düşüncelerini kendi imkân ve becerileriyle hayata geçiremeyeceklerini iyi biliyorlar. Bu yüzden hükûmetin çevresinde dolanarak, başbakana yaltaklanarak siyasî güce nüfuz etmeye çalışıyorlar. Gazete ve TV gibi popüler imkânlardan ve arkalarındaki büyük sermaye gücünden yararlanarak bunda önemli başarılar sağladıklarını kabul etmeliyiz.
Türkiye, Kıbrıs'taki problemin esas mahiyetini otuz yıldan beri anlamamasının sıkıntılarıyla karşı karşıyadır. Yıllar boyunca gönderilen malî ve ekonomik yardımların nerelerde kullanıldığı, nasıl sarf edildiği gerekli şekilde denetlenmedi. Sonuçta yıllar boyunca sürüp gelen, giderek dal budak salıp bütün yönetim mekanizmasını kaplayan geniş bir yolsuzluk ağı oluştu. Harcamalar doğru, verimli ve rasyonel yapılmayınca KKTC ekonomisinin gelişmesi mucizelere bağlı kaldı. Bir taraftan katı ve acımasız bir ambargo, diğer taraftan kaynakların, tıpkı Türkiye'de on yıl müddetçe yapıldığı gibi yağmalanması sonucu ekonomi yerinde saydı.
Kıbrıs Türklerinin kültür ve inanç alanında yaşadığı derin bunalım, toplumsal çözülme, gelecekle ilgili tercih kargaşası, ekonomik sıkıntılar, siyasî dağınıklık, ne yazık ki umut kırıcı bir tablo oluşturuyor. Bu manzaranın sorumlularını şu sırada sıralamanın yararı yoktur. İzlenecek politikaları bir an evvel doğru şekilde tespit etmek, bunlara siyasî ve toplumsal destekler sağlamak, becerikli ellerle uygulamaya geçirmek mecburiyetindeyiz.
Konunun iç politika malzemesi şeklinde kullanılması son derece yanlış olur. Kıbrıs meselesinde derin farklılıkların oluşması ve kronikleşmesi sadece burasıyla sınırlı kalmaz; hemen kapımızın önünde bekleyen kıt'a sahanlığı, Irak'taki yapılanma ve en önemlisi etnik ve şoven Kürt milliyetçiliği gibi hayatî meselelerde millî politikaların geliştirilmesini önler, millî refleksleri zayıflatır, hatta felç eder.
Referandum sonuçları Türkiye'ye elverişli bir pozisyon sundu. Ancak bunu siyasî kazanım hâline getirmek gerekiyor. Bunun sağlanması ölçüsünde kalıcı başarıdan söz edilecektir.
Ne AB ne de ABD Kıbrıs'ın şimdiki statüsünün devamına rıza göstermeyecektir. Bölünmüş bir Kıbrıs AB'nin Orta Doğu ile ilgili stratejik tasavvurları açısından ciddî bir engel olur. Kaldı ki, bölünmüşlük adada ihtilâf ve muhtemel çatışma demektir. Bünyesine problemli alanlar almama ilkesine sıkı sıkıya bağlı olan AB, şimdiye kadar Rumlara tanıdığı toleransla bunu ciddî şekilde zedelemiş olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Durumu daha da vahimleştirecek bir gelişme Avrupa'nın işine gelmeyeceğinden en kısa zamanda devreye girecek, kaybettiği zamanı telâfi edebilmenin imkânlarının arayacaktır. Bunu yaparken, Rumlara ne kadar kızarlarsa kızsınlar, Türk tarafını bir kere daha fedakârlığa zorlamayacaklarını kimse iddia edemez.
Rumların Helenizm saplantılarını frenlemeleri, AB'nin girişimlerine yardımcı olmaları muhtemeldir. Çünkü "hayır" derken, bunu adanın ilânihaye bölünmesi amacıyla değil, kazanımlarını olabildiğince artırmak gibi bir açgözlülük ve doyumsuzluk psikolojisiyle yaptılar. Avrupalı dostlarının telkin ve istişaresiyle birkaç ay zarfında yeni bir anlaşma plânına "evet" demeleri kimseyi şaşırtmamalıdır.
Şu anda masada sadece iki yüz bin Kıbrıs Türkünün değil, Türk milletinin kaderi yer alıyor. Bundan sonraki gelişmelerde, inisiyatifin M. Ali Talat'ta toplanması fevkalâde sakıncalıdır. Çünkü Talat konuya, millî politika açısından değil, bir an önce AB vatandaşlığını sağlamak gibi dar ve yüzeysel anlayışla bakıyor. AKEL Partisi ile mevcut fikrî ve hissî yakınlığı sebebiyle, bir süre sonra Türkiye'yi ikinci plâna iterek, kendisini karar mercii hâline getiren bir yaklaşımı benimsemesi ihtimali çok yüksektir.
Türkiye gerekli önlemleri bir an önce almalı, Talat'ın yapısını ve siyasî çevresini iyi bilen AB çevrelerinin onu kullanarak, sonuçta Türkiye'nin etkisinin kırıldığı bir Kıbrıs politikası inşasına fırsat verilmemelidir.
Denktaş'ın istifasını isteyen ultra-liberallerimiz bunu demokratik ve etik ilkeler adına değil, zihnî arka plânlarında taşıdıkları amaçların gerçekleştirilmesine zemin hazırlamak maksadıyla yapıyorlar. Çünkü Rauf Denktaş'ın devreden çıkartılması Kıbrıs'ta millîci anlayışın, milletle, vatanla bağlantılı mülâhazaların tasfiyesi anlamına gelecektir. Böylece, Türkiye için düşündükleri kapsamlı senaryoların adada başarılı bir provasını gerçekleştirmiş olacaklardır.
Rumların kaba ve şoven Pan-Helenist tutumları şimdilik ayaklarına dolandı ve Türkiye'ye fevkalâde değerli bir zaman kazandırdı. Bunun anlamını iyi bilmek ve değerlendirmek zorundayız. Çünkü önümüzdeki bir iki yıllık karmaşık ve kritik süreçte yapılacak hataların telâfi şansı muhtemelen olmayacaktır.