Her seçim önemlidir; seçmenin sandıkta yapacağı tercih, belirli bir süre ülkenin “kim” tarafından yönetileceğini belirler. Türkiye’de 14 Mayıs 1950’den bu yana serbest seçimler yapılıyor. Propaganda döneminde taraflar arasında sert tartışmalar yaşansa da, sandıktan çıkan sonuçlara herkes saygı gösteriyor. Çünkü siyasi mücadele ne kadar hararetli olursa olsun, sonuçları etkileyecek hileler yapılmadığına inanılıyor. Ülkemizin huzuru ve demokrasimiz adına şimdiye kadar oluşan bu tablo her bakımdan önemlidir; yarınlarımız adına sürdürmek zorundayız.
Bu defaki seçimlerin öncekilerden çok farklı özellikleri var. Bir kere sonuçlar sadece ülkeyi “kimin” yöneteceğini değil “nasıl” yönetileceğini de belirleyecek. 16 Nisan’da yapılan referandumda, yüzde 1.5 gibi küçük bir farkla Cumhurbaşkanlığı (başkanlık) sistemine geçilmesine karar verildi. Dolayısıyla 24 Haziran’da yahut 8 Temmuz’da ülkeyi sadece “kimin” yöneteceği değil, başkanlık sisteminin devamlı olup olamayacağı da kararlaştırılacak. Hem Akşener hem de İnce seçilmeleri halinde parlamenter sisteme dönülmesi için çalışacaklarını açıkladılar.
Referandumda “evet” oyları kazandı; ancak 2019’da geçilmesi plânlanan yeni sistemin gerekli kıldığı köklü mevzuat değişikleri yapılmadan erken seçim kararı alındı. Meclis tatile girerken, bu değişiklerin KHK ile yapılması için Bakanlar Kurulu’na yetki verdi. Ülkemizin ve milletimizin geleceği adına hayati öneme sahip bu düzenlemelerin Meclis’te ve komisyonlarda enine boyuna görüşülmeden, tartışılmadan yapılacak olması ciddi bir sorundur; Meclis’in devrede olmaması seçimlerden sonra yoğun tartışmalara yol açacaktır.
Bu seçimlerin bir başka özelliği, seçimler erkene alınırken iktidar blokunun oylarıyla yapılan değişiklikle, partilerin tüzel kişiliklerini koruyarak ittifak yapmalarına imkân tanınmasıdır. Bundan yararlanan iktidar cenahı “cumhur”, bazı muhalefet partileri de “millet” adıyla blok oluşturdular. Böylece seçmen aynı sandıkta, hem Cumhurbaşkanı hem de milletvekilleri için oy kullanacak. İlk defa uygulanacak bu tarz, çok sayıda geçersiz oya yol açabilir. Başa baş geçmesi beklenen seçimlerin sonuçları küçük oy farkıyla belirlenecektir. Bu açıdan her oy değerlidir; herkesin vatandaşlık görevini yerine getirmesi gerekmektedir.
Mevcut bloklaşmanın nasıl bir seyir izleyeceğini, siyasetle sınırlı kalmayıp sosyal ve toplumsal alanlara yansıyıp yansımayacağını kestirmek mümkün değil. Adayların ve partilerin propaganda dönemindeki sert söylemleri, karşısındakileri itibarsız kılmak için PKK ve FETÖ gibi terör örgütleriyle iltisak hatta irtibat iddialarıyla suçlamaları mevcut kutuplaşmaları derinleştirip kemikleştiriyor; toplumsal huzursuzlukları kalıcı hale getiriyor; ayrışmalara, düşmanlıklara zemin oluşturuyor. Bu öfkeli üslubun siyasi taktik olarak kullanılıp seçmen tabanının konsolide edilmeye çalışılması yanlış ve tehlikeli bir tercihtir; toplumsal bütünlüğümüzde kalıcı hasarlara yol açabilir.
Ekonomi, dış politika ve tehditler başta olmak üzere, ülkemizin gündemindeki temel sorunlar, sıkıntılar seçimlerle birlikte ortadan kalkmayacak. Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, bunları kucağında bulacak. Yürütmenin tüm yetkileri kendisinde toplandığından, sorumlulukları tümüyle üstlenmiş olacak.
Bu sorunların büyük kısmının giderek genişleyip derinleşecek nitelikte olmalarına karşı ülkemizin imkânlarının sınırlı oluşu, yapılan seçim vaatlerini temelsiz kılıyor; siyasi popülizm zirve yapmış durumda. Adaylar, adeta vaat yarışı yapıyorlar. Her kesimden, her meslek ve yaştan vatandaşlara, emeklilere, gençlere, esnafa, çiftçiye hazinenin kapıları ardına kadar açılmış durumda. Yükseltileceği söylenen asgari ücret rakamları dudak uçurtuyor. Bu sözlerin tutulması durumunda kaynakların nereden ve nasıl bulunacağı anlatılmıyor. 91 seçimlerinde benzer vaat furyasının nelere mal olduğu, sosyal güvenlik sisteminin bir daha düzelmemek üzere çöktüğü unutulmuş görünüyor.
Yaşadığımız temel zaaflar, bir iki yıllık bir dönemin değil, yıllardır sürüp gelen zincirleme yanlışların sonucudur. Başta ekonomi ve terör olmak üzere, sorunlarımızın dış güçlerin ülkemize yönelik komplolarından kaynaklandığını öne sürüp, sorumluluklardan kolayca kurtulmaya çalışmak gerçekleri değiştirmiyor.
Seçim tarihinin erkene alınmasıyla birlikte gündem tümüyle seçime kilitlendi. Suriye’de Afrin’den sonraki hedeflerden artık söz edilmiyor. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs açıklarındaki gaz yataklarına el koymak makasıyla, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rus Yönetimi ve Mısır’ın yaptığı girişimlerle de ilgilenecek zamanımız yok. Mayıs ortasında Türkiye’nin ana gündem konusu olarak bir anda parlayan Kudüs meselesi şu sıralarda ne konuşuluyor ne de yazılıyor. İstanbul’da yapılan İ.İ.T. kararlarını kim yürütecek belli değil; cami çıkışlarında ve meydanlardaki tekbirli toplantıların yerini seçim sloganları almış görünüyor.
Ancak, ekonomi ve dış politika gibi konular bizim tercih ve inisiyatifimizin dışında, istesek de istemesek de karşımıza dikiliyorlar; görmezlikten gelmemizi imkânsız kılacak sertlikte “ben buradayım” diyerek âdeta meydan okuyorlar.
Türk lirasında son iki ayda yaşanan düşüş, döviz fiyatlarının baş döndüren yükselişi seçimden sonra ekonomide yaşanacak sıkıntıları işaret ediyor.
Türkiye’nin yıllardır uyguladığı ekonomik model piyasayı belirleyici faktör kılıyor. Bu gerçeği unutarak, şahsi ve siyasi tercihlerimizi esas almaya kalkıştığımızda sopa yemiş gibi sarsılıyoruz.
2001’deki büyük ekonomik krizden sonra, Türkiye hızlı bir toparlanma dönemine girdi. IMF ile imzalanan Stand By anlaşmasıyla çizilen program 2008’e kadar istikrarlı şekilde uygulandı; ekonomimiz büyüdü, milli gelir arttı. Ancak bu büyümenin lokomotifi, o dönemde dünyada yaşanan likidite bolluğundan Türkiye’nin payına düşen sıcak paraydı. Bu paranın verdiği rehavet yapısal sorunlarımızın görülüp önlem alınmasını engelledi. O dönemde de var olan cari açık, dışarıdan gelen parayla kapatılıyor, sorun olarak görülmüyordu. Üretimi artırarak, katma değeri yüksek mal üretip ihraç ederek, teknolojik atılım yapacak köklü reformlar yapılmadı. Kaliteli insan ihtiyacına cevap verecek bir eğitim sistemi kuramadık. İnşaat piyasasını canlı tutacak, gösterişli ama ekonomik getirisi bulunmayan, fonksiyonları iyi hesaplanmayan alt yapı yatırımları, lüks binalar önceliğimiz oldu. O dönem uluslararası piyasalarda hüküm süren elverişli ortam, konjonktürel imkânlar doğru kullanılamadı; tam tersine bonkörce israf edildi. Doğru ve rasyonel politikalar tercih edilseydi, tarihi bir sıçrama yapıp gelişmiş ülkeler seviyesine yükselebilirdik; ekonomik kaynaklı geleneksel prangalarımızdan kurtulup küresel bir güç haline gelebilirdik. Güney Kore’nin başardığını bizim neden yapamadığımızı herkes ciddiyetle düşünmeli, rakamlarla oynayıp sanal tablolarla oyalanmak yerine gerçeklerle yüzleşilmelidir.
Ekonominin bütün dünyada geçerli evrensel kuralları, rasyonalitesi vardır; bunlara uyulmadığı zaman çok çabuk tepki verir. Kurlardaki artışı bu açıdan değerlendirmek, sebep değil sonuç olarak görmek gerekir.
Dövize muhtaç bir ülkeyiz. Bunu sıcak parayla karşılama kolaycılığı yerine, daha çok çalışarak gereken teknolojik hamleleri yaparak, katma değeri yüksek mal üretip satarak karşılamayı beceremiyoruz. İthalata, inşaata, iç tüketime dayalı büyümeyle güçlü ve dirençli bir ekonomi olunamıyor. Yüz liralık ihraç malı üretmek için 70 liralık ithalat yapan bir ülkenin cari açık sorununu aşmasını beklemek hayaldir.
2002’den itibaren, on yıl süresince Türkiye’ye yüz milyonlarca dolar getirip hazine bonolarına, devlet tahvillerine yatırım yapan fon yöneticileri, yatırım bankaları bunu ülkemizi çok sevdiklerinden değil, faizlerinden kazandıkları için yaptılar. ABD’de faizler çok düşüktü, para bizim gibi gelişmekte olan ülkelere akıyordu; ama bu para bizim değildi. Son dönemde notumuzu sürekli düşürmekte olan kredi kuruluşları, o dönemde tam tersini yaparak Türkiye’yi yatırım yapılacak ülkeler kategorisinde gösteriyorlardı. 2012’de basınımızda, kendi ülkelerinde faizler çok düşük olduğundan 3.7 milyar dolarlık Türk tahvili alan Japon kadınların boy boy resimleri yayınlanmıştı.
Ekonomi iyi yönetiliyorsa, kurallara uyuluyorsa, kaynaklar doğru ve yerinde kullanılıyorsa, yatırımcıya güven veriyorsa konjonktürel değişikliklerden, küresel çalkantılardan fazla etkilenmez. Piyasalarda her zaman var olan spekülatörler, Saroz gibi oyuncular oyun oynama fırsatı bulamazlar.
Türkiye ekonomisini bir dönem başarıyla yöneten Ali Babacan, yıllarca önce 2011’de “orta gelir tuzağına” yani ekonominin patinaj yapmakta olduğuna dikkat çekmiş, vakit geçirilmeden yapısal reformların yapılması, özellikle büyükşehirlerde imar kaynaklı rantiyeyi engelleyecek şeffaf bir yapının oluşturulması gerektiğini ifade etmişti. Söyledikleri haddini bilmezlik olarak algılandı, kenara atıldı.
Benzer muamele, para politikalarını başarıyla yöneten iki Merkez Bankası Başkanı’na da yapıldı. Uluslararası piyasalarda saygınlığı bulunan iki ekonomi dergisi, önce 2006’da Durmuş Yılmaz’ı, ardından 2013’de Erdem Başcı’yı performanslarından dolayı yılın en başarılı Merkez Bankası Başkanı ilan etmişlerdi. Her ikisi de süreleri biter bitmez kızak görevlere gönderilerek uzaklaştırıldılar.
Tercihler bilgi, beceri, ehliyet ve nitelik gibi objektif kriterler yerine, itaat ve bağlılık üzerinden yapılınca yanlışlıklar kaçınılmaz hale geliyor, sorunlar ağırlaşıyor. Pusuda bekleyen spekülatörlere gün doğuyor. Bir yandan Türk ekonomisi kan kaybederken, diğer yandan Türk bonolarına yatırım yapmış olan yabancı yatırımcılar büyük kayıp yaşıyorlar. Zararları daha da artmasın diye ellerindeki kağıtları dolara çevirip çıkıp gidiyorlar.
Türkiye’de yaşanan yargı sorunları, yargının bağımsızlığı üzerinde oluşan kuşkular ve ne zaman sona ereceği belirsiz OHAL, sermayenin ülkemizde yatırım yapma cesaretini kırıyor. Az sayıda da olsa yatırıma niyetlenenlerse kredi temininde zorlanıyorlar. Bu ortam devam ettikçe ekonomideki daralmanın önlenmesi mümkün olmaz.
Diğer yandan ABD Senatosu’nda alt komisyonda kabul edilen, F-35 uçaklarının Türkiye’ye teslimini engelleyen yasa tasarısının kesinleşip, Temsilciler Meclisi’nde de kabul edilmesi halinde, iki ülke ilişkileri kopma noktasına evrilecektir.
Türkiye’nin Rusya’dan S-400 savunma sistemini satın alması ve Rahip Brunson’un serbest bırakılmaması gerekçesiyle yürütülen bu girişime Türkiye elbette boyun eğmeyecektir. ABD’nin bu konudaki anlaşmayı çiğneyerek uçakları vermemesi halinde, Rus yapımı SU-35 uçaklarının alınacağı konuşuluyor. Bunun yapılması durumunda gerginlik sadece uçaklar konusuyla sınırlı kalmaz; Batı ve NATO ile mevcut ilişkilerde deprem yaşanır, yörünge değişikliği gündeme gelir. Bu derece radikal bir değişime hazır mıyız, eksen kayması anlamına gelecek adımların getirisi götürüsü ne olur? Washington teokrasisinin bağnazlığı nedeniyle Batı’dan kopup Rusya ile stratejik ittifaka kalkışmak tehlikeli bir macera olmaz mı? Bütün bu ihtimaller vakit geç olmadan etraflı şekilde düşünülüp değerlendirilmelidir. Türkiye, Birinci Cihan Savaşı arifesindeki Osmanlı Devleti gibi denize düşüp yılana sarılma açmazına düşmemelidir.
Tekrarlayacak olursak; 24 Haziran yahut 8 Temmuz’da kim seçilirse seçilsin, Cumhurbaşkanı’nın önünde, başta ekonomi, dış politika ve yargı olmak üzere, çözülmesi gereken çok ciddi sorunlar bulunacaktır. Öncelikle ekonomi yönetimine vakit kaybetmeden, en tepeden başlayarak çeki düzen verilmesi, körü körüne itaatten başka özelliği olmayan silik ve beceriksiz isimlerin yerine, bu işleri iyi bilen liyakatli, eğitimli kadrolar göreve getirilmelidir. Mevcut cari açıkla, kronik ekonomik sorunlarla, hukuk, adalet ve yargıdaki sıkıntılarla, kalitesiz eğitim sistemiyle ve olağan hale gelen OHAL ile bugünleri bile arar hale gelebiliriz.