AB'nin Türkiye ile ilgili geleneksel politikaları dikkate alındığında bu sonuç şaşırtıcı değildir. Çünkü Kopenhag'da bir kere karşılaştığımız bu tavrın temel nedeni, bazılarının sandığı gibi bizim ev ödevlerimizi tam olarak yerine getirmemiş olmamızdan kaynaklanan eksiklikler değildir. Nitekim görüşmelerde Türkiye'nin noksanlarının tamamlanması konusu ciddî şekilde tartışılmadı; hatta bu hususta somut bir program belirlenmesine ilişkin isteklerimiz duymazlıktan gelindi. Başka bir ifadeyle Türkiye ile ilgili karar, diğer aday ülkeler için her zaman uyguladıkları nasıl üye olabilir sorusuna cevap aramak bağlamında değil, müzmin bir problemden en az zararla nasıl kurtulabiliriz şeklinde düşünüldü.
Aslında bunu sağlamanın dolambaçsız bir yolu vardı. Valery Giscard D'Estaing'in defalarca dillendirdiği gibi üyeliğimizin kültür ve inanç farklılığı dolayısıyla mümkün olamayacağı açıkça belirtilir, kırk yıllık bir ilişki kesin olarak noktalanabilirdi. AB Parlâmentosunda son bir ay içerisinde art arda iki defa gündeme getirilen ve ilkinde 127, ikincisinde 25 oy farkıyla kabul görmeyen Türkiye'ye özel statü verme teklifi, bu tarz bir düşüncenin ürünüdür. Şimdilik resmiyet kazanamayan özel statü teklifi önümüzdeki süreçte karşılaşacağımız muhtemel alternatiflerden biridir. Ancak ilişkilerin üyelik bağlamından çıkartılmasının AB için önemli sakıncaları vardır. Çünkü Türkiye'nin AB'den kopması kontrol mesafesinin dışına çıkması anlamını taşır. Oysa jeopolitik konumumuzdan nüfusumuza kadar coğrafî, beşerî, kültürel ve ekonomik şartlarımız AB bünyesine alınmamızı engelleyen temel nedenler olmakla beraber, başka açılardan bunlar bizi asla kaybedilmeyecek değerde önemli kılan faktörlerdir. Türkiye ile ilişkisini yitiren bir Avrupa Birliği'nin Avrasya ve Orta Doğu politikaları onarılmaz yaralar alır; bunların başka kanallardan telâfisi ise imkânsızdır. Bu yüzden geleneksel Avrupa diplomasisine uygun sinsi bir ara formül üretmekte fazla zorlanmadılar. Avrupa Birliği politikalarının oluşumunda belirleyici güce sahip bulunan Almanya-Fransa ekseninin zirve öncesinde kararlaştırdığı yol, ciddî bir eleştiriyle karşılaşmadan benimsendi; böylelikle şiş de kebap da yanmaktan kurtulmuş sayıldı; Türkiye bir kere daha net bir adaylık perspektifinden mahrum bırakıldı.
Görüşmelere başlamak için görüşme tarihi belirlenmesi AB tarihinde şimdiye kadar hiç görülmeyen bir usuldür. Bunun anlamı açıktır; Türkiye iki yıl daha ucu açık bir parantezle başlatılan, sonu gelmez talepler dizisinin kıskacında kalacaktır. Kopenhag Kriterleri denilen ve birkaç maddeden ibaret muğlâk ve anlamını, yeterlik ölçüsünü ancak kendilerinin belirleyebileceği hususlar, önümüzdeki süreçte nerede biteceğini hiç kimsenin hiçbir zaman anlayamayacağı sonu gelmez listeler hâlinde birbiri ardınca önümüze sürülecek.
Şuur ve irademizi bir kara sevda gibi kuşatan, hareket kabiliyetimizi ve özverimizi önemli ölçüde yok eden, iç dinamiklerimizi işlemez hâle getiren kırk yıllık bir serabın peşinde koşmaktan yorulup usanıncaya kadar bu süreç işleyecek. Sonuçsuz kalan her hamlemizden sonra, adetimiz olduğu veçheyle, hatanın bize ait olduğunu ilân ederek, mazoşist bir yaklaşımla, kendimizi acımasızca suçlamaya devam edeceğiz.
Belki de Hungtinton'un en büyük yanılgısı medeniyetler çatışmasını Avrupa dışında araması, batılı değerler adına koyu bir makyaj altında gizlenmeye çalışılan bağnazlığı, taassubu ve bunların yol açtığı felâketleri görmezlikten gelişidir.
Kopenhag zirvesi kararlarının anlamı ve gelecekteki etkileri yeterli şekilde tartışılmadan Kıbrıs ve Irak konularındaki gelişmeler, yeni yıla girilirken gündemin ön sıralarına geçti. Önümüzdeki yıl boyunca Türkiye'nin bu konulara kilitli kalması, temel politikaların önemli ölçüde bunlarla ilgili gelişmelere göre belirlenmesi kaçınılmazdır.
Aslında Irak ve Kıbrıs konularındaki bu gelişmeler sürpriz değildir. Çünkü 11 Eylül saldırılarını vesile yaparak Afganistan'a çıkan ve sür'atle Orta Asya'ya yerleşen ABD'nin, küresel hâkimiyetini pekiştirmek amacıyla Orta Doğu'ya yöneleceği çoktandır belliydi. Kıbrıs ise AB için mutlaka çözümlenmesini istediği en önemli dış problemdir. Bölünmüş bir Kıbrıs siyasî anlaşmazlık ve kaçınılmaz bir gerginlik demektir. İnsanlarına huzur ve güvenlik sağlamak, kendi coğrafyasında çatışma ve gerginlikleri ortadan kaldırmak amacıyla kurulan AB'nin problemli bir alanı bünyesine katması, ilkeleriyle ciddî bir çelişkidir. AB, Rum kesimini Avrupa Birliği'ne alma kararını verirken bunun farkındaydı; ancak Türk tarafının, bütün dikkat ve enerjisini AB hedefine kilitleyerek ve araya Birleşmiş Milletlerin de girmesiyle yoğunlaşacak baskılara karşı direnme imkânını kaybedeceğini ve bir uzlaşma zemininin doğacağını düşündüler.
Kopenhag'da Annan Plânının 28 Şubata kadar görüşülüp karara bağlanmasına ilişkin karar, esas itibariyle Türk tarafına verilmiş bir muhtıradır. Türkiye'nin AB üyeliği meselesinin Kıbrıs'la bağlantılı olmadığını sık sık belirtmesi fazla bir değer taşımamaktadır. 3 Ağustosta ciddî bir etnisite probleminin doğma riskini göze alarak TBMM'den çıkarılan yasalarla istediği doğrultuda adımların atıldığını, Kopenhag zirvesine doğru bunların ilâve yasalarla daha da pekiştirildiğini yakından izleyen Avrupa'nın, şimdiki temel beklentisi Kıbrıs probleminin kısa sürede çözümlenmesidir. Kıbrıs'taki iki yüz bin Türk'ün gelecekte ne olacağı onların nazarında fazla önem taşımamaktadır. Annan Plânıyla Kıbrıs Türklerine genişletilmiş azınlık haklarının verilmesi, belirli bir tamponun kendilerine bırakılması, yönetime temsilci sokabilmeleri, sulandırılmış bir veto hakkı ve işlerliği kuşkulu bir başkanlık statüsü uzlaşmaya yanaşmaları için yeterli görülüyor; AB şemsiyesi altına girmek suretiyle güvenliklerinin sağlandığı varsayılıyor. Bu çerçevede bir uzlaşmanın adanın kısa sürede tümüyle Rumların kontrolüne girmesine, Girit'te olduğu gibi Türk varlığının ortadan kalkmasına yol açacak olması AB'nin gündemine almak istemediği konulardır. Bunun tersi bir durum olsaydı, yani adada iki yüz bin Rum'un varlığı, kültürel, ekonomik ve sosyal statüsü ve özellikle Kıbrıs ile Türkiye'nin siyasal bütünleşmesi gündemde bulunsaydı bambaşka bir Avrupa'yla karşılaşmamız kaçınılmaz olurdu. Bunun sayısız örneklerinin son elli yıl içerisinde Rumeli'de ne kadar sık yaşandığı hatırlanırsa, Avrupa'nın kendi ilân ettiği standartlarla nasıl bir çelişki yaşadığı daha güzel anlaşılır.
Enosis'i AB üzerinden gerçekleştirme stratejisini özenle sürdüren Rumların, Avrupa Birliği'ne resmen katılmalarıyla daha güçlü hâle geldikleri açıktır. Sağladıkları imkânları her fırsatta ve her alanda kullanmaktan kaçınmayacaklardır. Nitekim Kıbrıslı Türkleri bölmek, Denktaş ve çevresinin direnişini kırmak amacıyla çeşitli ekonomik ve politik yemleri muhtemel ihanetlere ödül olarak sunmaya başladılar. Bunların açıkça dillendirilmesinin ahlâksızlık boyutu AB çevrelerinde bile geniş rahatsızlık uyandırdı ve daha ölçülü davranmaları için Rumlar ciddî ikaz aldılar. Ancak girişimlerini çeşitli kanallarla sürdürmeleri neticesinde Kıbrıs karıştırılıyor, düzenlenen gösterilerle millî şuur sahibi geniş kesim baskı altına alınmaya, Denktaş sindirilmeye çalışılıyor. Buna paralel olarak Türkiye'deki yandaşları vasıtasıyla kamuoyu ve hükûmet anlaşma adıyla tavize doğru yönlendirilmek isteniyor.
Kıbrıs'ta bir anlaşmanın lüzumunu ve faydalarını tartışmak bile yersizdir. Ancak anlaşma adil olursa yani iki taraflı bir yakınlaşma, uzlaşma ve karşılıklı çıkarlara saygı anlamı taşırsa, tezlerin telifi sağlanırsa değer kazanır; kalıcı ve etkili olur. Bunun tersi bir durum çaresizlikten, güçsüzlükten ve beceriksizlikten kaynaklanan taviz ve teslimiyettir.
Türkiye'nin bütün olumsuz şartlara rağmen yapacağı çok şeyler vardır. Bunların pek çoğunun yıllar boyunca uygulamaya konulmamasının temel nedeni doğrudan doğruya yönetim beceriksizliğidir. Kıbrıs konusunu otuz yıla yakın bir süre bürokrasinin rutin meselelerinden biri gibi algılamaktan kurtulamadık. Her yıl belirli parasal yardımla görevimizi yerine getirmiş sayıp, gelişmelerin seyircisi olduk. Kâğıt üzerinde Kıbrıs'la ilgili bir bakanlığın varlığı durumu değiştirmez. Türk tarafına uygulanan çeyrek yüzyıllık sımsıkı ambargonun olumsuz etkilerini ve sonuçlarını inkâr etmek elbette mümkün değildir. Ancak bu faktör bile Kuzey Kıbrıs'ın kaderine terk edilmesinin, kendisiyle baş başa bırakılmış şimdiki görüntüsünün gerekçesi olamaz.
Avrupa Birliği konusunda yeni hükûmetin gösterdiği enerjik, coşkulu ve kararlı tavırlar Kıbrıs'tan esirgenmemelidir. Bazı yetkililerin Rumlara cesaret veren, karar ve irade eksikliği anlamına gelen, Baykal'ın çok yerinde benzetmesiyle sakar şeklinde tanımlanabilecek sözlerinden özenle kaçınılmalıdır.
Bu ülkenin Fatin Rüştü Zorlu gibi, Londra ve Zürih'in anlaşmalarının mimarlığını yapan bir dış politika üstadından sonra, en kritik süreçte çapsız ve niteliksiz ellerde çok vahim bir temsil kriziyle karşı karşıya kalmış olması büyük talihsizliktir.
Geçen ay hastanede Sayın Rauf Denktaş'a geçmiş olsun demek maksadıyla yaptığımız ziyarette söyledikleri Kıbrıs Türkünün büyük mücahidinin yarım yüzyıllık mücadelesinin temel felsefesini bir kere daha ortaya koyması açısından çok anlamlı ve etkileyicidir:
"Biz dört yüz seneden beri Kıbrıs'ta yetmiş bin şehidin türbedarlığını yaptık. Çeyrek yüzyıldan beri sonradan gelip bu topraklara dikilen gencecik fidanlara bakıyoruz. Bizi buralardan söküp atmak kolay mı?"