Geçen yılın Aralık ayı başında Çin’in Wuhan Eyaleti’nde ortaya çıkan, Korona Virüsü (Covid-19) olarak adlandırılan virüs, çok geçmeden küresel çapta, çok yönlü bir tehdide dönüştü. İlk başlarda virüsün mahiyeti ve yayılma hızıyla ilgili bilgiler yetersiz olduğundan Batı dünyası sorunu fazla önemsemedi. İlaç ve aşı gibi tedavi imkânlarının, solunum cihazı ve maske gibi malzemelerin eksikliğinin ne boyutta olduğunun, ancak salgınla yüz yüze gelince farkına varıldı; ama artık çok geçti. Dünyanın en güçlü ekonomileri çaresiz kaldı.
Bütün ülkeler bilimsel ve teknolojik kapasitelerine, bütçe imkânlarına göre seferber olmuş; bu noksanlıkları telafiye çalışıyor. Muhtemelen önümüzdeki altı ay içerisinde, belki de birkaç ülkede birden etkili ilaç ve aşı haberleri alabiliriz. Fakat bu zamana kadar geometrik dizi hâlinde yayılan Korona Virüsü, bir taraftan bir milyondan fazla can kaybına diğer taraftan küresel çapta sosyo-ekonomik tahribata yol açacak, mevcut dünya düzeni ve dengeler temellerinden sarsılacak, siyasi tablo ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönem başlayacaktır.
Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin pek çoğu, sorunu zamanında görmemiş olmanın bedelini çok ağır ödüyor. Özellikle son elli yıldır kârlılığı, ekonomik kazanımı, zenginleşmeyi esas alan neo-liberal kapitalist sistemin cilası döküldü. Bireyi fetiş hâline getiren, bütün değerlerin üzerinde sayan, hazcı (hedonist) tüketim eğilimini sürekli kışkırtan, sosyal devleti rafa kaldıran, doğayı acımasızca talan eden bu zihniyet ve felsefe, insanlığın günümüzde yaşamakta olduğu kâbusun sebebi ve sorumlusudur.
Geleneksel kültür değerlerinin ve Konfüçyüs ilkelerinin hâlâ geçerli olduğu Uzak Doğu ülkeleri, küresel salgın (pandemi) ile mücadelede başarılı olurken Batı medeniyetinin dışındaki başka bir medeniyetin varlığını reddeden kibirli Batılı ülkelerin yaşadıkları, ders niteliğinde bir tablodur.
Öte taraftan, milletler çağının kapandığı, dolayısıyla milliyetçiliğin tarihin çöplüğüne atıldığı, millî devletlerin hükmünün kalmadığı yolundaki kozmopolit görüşlerin gerçeklerle bağdaşmadığı yaşanılarak anlaşılıyor. “Milletlerüstü” (süpranasyonel) diye tanımlanan, sınırları kaldırıp ortak bir Avrupa Devleti kurulduğu iddia edilen AB Projesi’nin iflas ettiğini, bu birliğin üyesi ülkelerin yöneticileri söylüyorlar. Hristiyanlık, Roma hukuku ve kadim Yunan felsefesine yani ortak değerlere sahip olduğu öne sürülen Avrupa ülkeleri, Korona Virüsü şoku karşısında farklı yapılarının ve ulusal çıkarlarının bulunduğunu, Schengen Vizesi’nin, sınırları ortadan kaldıramayacağını gördüler. Virüsle mücadelede gereken sağlık malzemelerini temin için kıyasıya kapışıyorlar, ortaklık ilişkilerini bir kenara atarak bulduklarına el koyuyorlar. İş başındaki hükûmetler, önceliklerinin kendi milletlerinin çıkarında bulunduğunun, onları korumakla görevli olduklarının bilinciyle hareket ediyorlar. Kısacası toplum hayatının sosyolojik evrilme sürecinin en ileri merhalesi olan millet olgusunun rolü ve etkisi, günümüzde de sürüyor. Bunun sonucu olarak günümüzde devletlerin uyguladığı politikalarda milliyetçi tercihler belirleyici oluyor.
Korona Virüsü salgını, dünya ekonomilerini derinden sarsarken salgının kaynağı olan Çin, bundan kazançlı çıkmış durumda. Önce olayı gizlemeye çalıştılarsa da bunun mümkün olmayacağını erken anladılar. Wuhan Eyaleti’nde çok katı karantina uygulamasıyla 11 milyonluk nüfusu iki aydan fazla evlerinde tuttular ve sonuçta salgını kontrol altına almayı başardılar. Bu salgının Çin ekonomisini olumsuz etkileyeceği düşünülüyordu; bu nedenle ülkede büyük yatırımları olan Batılı şirketlerin borsalardaki değerlerinde ciddi bir düşüş yaşandı. Çin Hükûmeti, sessiz sedasız bu şirketlerin hisse senetlerini düşük fiyattan topladı. Mart ayına girilirken salgının önlendiği, Wuhan’da hayatın normalleşmeye başladığının açıklanması üzerine Çin hazinesi, kısa yoldan milyarlarca dolar kâr sağlamış oldu.
Diğer yandan ABD ile küresel rekabet hâlinde olan Çin, küresel salgın dünya üzerine bir kâbus gibi çökerken salgını kısa sürede bastırmayı başaran ülke olarak takdir topladı; çok etkili bir halkla ilişkiler çalışması yapma fırsatı buldu. Tedavi konusundaki başarısını ekonomik- ticari kazanıma dönüştürdü. ABD başta olmak üzere bütün Batılı ülkeler, Çin’in ürettiği sağlık malzemelerini pazarlık bile yapmadan alabilmek için yarışıyorlar. Berlin Eyaleti’nden bir yetkili, ABD’nin bu konudaki tutumunu “modern korsanlık ve vahşi batı yöntemi” diyerek kınadı. Ancak sağlık sisteminde kriz yaşayan, ölümleri 200 binin altında tutmayı başarı sayacağını açıklayan Trump, eleştirilere aldırmadan malzeme sorununu aşmak için bulabildiğini almaya çabalıyor. Öyle görünüyor ki ortalık yatıştığında krizden kazançlı çıkacak olan Çin’in yıldızı hayli parlamış olacak. ABD ise hem idari hem de ekonomik alanda ciddi sorunlar yaşayacağından emperyalist politikalarında mecburen birkaç adım da olsa geriye çekilecek.
Ancak şu andaki tablo dünya genelinde yaşanmakta olan büyük can kayıplarının yanı sıra belki de yüz yıl önceki 1929 Krizi’ni bile aşacak çapta ekonomik ve sosyal krizin yaşanacağını gösteriyor. Uluslararası Finans Enstitüsü, gelişen ülke piyasalarının yüzde 20’ye yakın düşebileceğini, iflasların yüzde 14’ü bulacağını, salgının 12-18 ay daha sürmesi durumunda büyük bir ekonomik ve finansal krizin kaçınılmaz olduğunu öne sürdü.
Şu andaki veriler, dünya ekonomisinin bir durgunluğa gireceğini gösteriyor. Küresel ekonominin daralması, para kısıtlamasına da yol açabilir. Ekonomistler dünya ekonomisinde yüzde 1.5 daralma tahmini yapıyorlar. ABD’de şimdiden 10 milyona ulaşan işsiz sayısının kısa zamanda 20 milyon olması, birçok firmanın batması bekleniyor.
Ekonomilerdeki karşılıklı bağlantılık ve akışkanlık nedeniyle krizin belli bir bölge veya ülkelerle sınırlı kalması mümkün değil. Sağlıktaki salgın bu defa “ekonomik küresel salgın”a dönüşebilir. Bu durum doğal olarak Türkiye’yi de etkileyecektir. Geçen ay yüzde 13.7 olarak açıklanan işsizliğin yüzde 20’yi bulması sürpriz olmaz. Turizmde bu yılı artık kaybettik, bu 35 milyar dolar kayıp anlamına geliyor. Dış pazarlar artık kapalı; talep olmayınca ihracata dönük üretim yapan, binlerce işçi çalıştıran fabrikalarımız üretimi durduruyor. Ekonomi ve Maliye Bakanı ise başka bir gezegendeymiş gibi açıklamalar yapıyor. Yüzde 5 büyüme hedefine ulaşılacağını, ekonomimizin temelinin sağlam, endişenin gereksiz olduğunu söylüyor. Oysa piyasa gerçeklerini TÜİK rakamlarıyla bile değiştirmek mümkün değil. Tuzu kuru, kamu kaynaklarından şu veya bu yolla yıllardır beslenen küçük bir azınlığın dışında ülkemizin esnafı, çiftçisi, işçisi, sanayicisi, tüccarı yani çok büyük toplum kesimi korku ve endişe içerisinde kıvranıp bekliyor. İnsanlarla bu ortamda alay eder gibi açıklamalar yapmak yerine, Sağlık Bakanı’nın yaptığı tarzda gerçekleri yansıtan, sorunu en azından hafifletmeye yönelik doğru kararlar alındığını, adımlar atıldığını gösteren inandırıcı açıklamalar yapılmalıdır. Siyaset yapmak, ayrımcılık, ötekileştirme hiç olmazsa bu dönemde durdurulmalıdır. Tekâlif-i Milliye kararının anlamı, milletçe benimsenmesinin hikmeti, zafere götüren millî seferberlik ruhu ve güvenilir, dirayetli bir Başkomutan’ının varlığı, doğru okunup anlaşılmalıdır.
Her liramızın özenle kullanılması, sınırlı kaynaklarımızın önceliği bulunmayan, gerekli olmayan yerlere harcanmasının yanlışlığı artık görülüp tekrarlanmamalıdır. Sağlık alanındaki bilimi, bilim insanlarının dediklerini esas alan uygulamaların başarılı sonuçlarını görüyoruz. Keşke Bilim Kurulu’nun tekliflerinin tamamı eksiksiz ve zamanında uygulansaydı, gecikmeler yaşanmasaydı. Bu alanda yapılan ekonomi, maliye ve finansal alanlarda neden yapılamıyor? Siyasi yakınlık ölçütüyle değil, meseleye gerçekten vâkıf uzmanlardan, sanayicilerden bir yüksek ekonomik kurul neden oluşturulmuyor?
Türkiye’de, önlemler gevşetilmeden ve Kurul’un önerilerine zaman geçirilmeden uyulup sürdürülse inşallah salgın ağırlaşmadan kısa sürede önce en üst noktaya ulaşılır; ardından süratle inişe geçilerek mayıs ayı çıkmadan bu kâbustan kurtuluruz. Ancak sağlıkta sorun biterken ekonomide oluşan hasar maalesef sürecektir. Bunun olabildiğince az olması; ekonomi yönetiminin tüm kurullarıyla birlikte köklü şekilde yeniden düzenlenmesi; bilgiye, uzmanlığa değer verilerek imkanlarımızla ve şartlarımızla örtüşen kısa ve orta vadeli plan ve programlar yapılıp tavizsiz uygulanması gerekir.
Şeffaflığın, denetimin olmadığı israf ve gösteriş ekonomisinden, verimliliğin üretimin esas alındığı, popülizmden uzak durulduğu rasyonel bir döneme geçilmediği sürece ekonomik sıkıntılarımız yazık ki bitmeyecektir.