Geçen hafta yapılan NATO zirvesi öncesinde oluşan gergin hava ittifakın geleceğine ilişkin kuşkulara yol açmıştı. Özellikle Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” ifadesi, Türkiye'ye yönelik S-400 alımı ve Barış Pınarı Harekâtı eleştirileri, bu konuları toplantı gündemine getirme niyeti toplantının tartışmalı geçeceğini işaret ediyordu. Ancak beklentilerin aksine hem zirve hem de onun öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Merkel, Macron ve Johnson arasındaki dörtlü liderler toplantısı son derece sakin geçti. İhtilaflı konularda görüşmelerin sürdürülmesi, Suriye konulu dörtlü toplantının Şubat ayında İstanbul’da yapılması kararlaştırıldı.
NATO zirvesinin belki de en önemli kararı 70 yıl önce bu oluşumun varlık gerekçesi olan Sovyet-Rus tehdidinin yanına ABD’nin isteği doğrultusunda Çin’in de eklenerek Uzakdoğu- Pasifik havzasına doğru ittifakın görev alanının genişletilmesidir.
Toplantı öncesinde Türkiye’nin güneyinden gelen terör tehdidine NATO’nun ilgisiz kalmasına karşılık, toplantı gündemine alınan Baltık ülkelerini Savunma plânını bloke edeceği konuşuluyordu. Ancak Türkiye buna yönelmeyerek doğrusunu yaptı. Çünkü veto etmesi durumunda halen iyi ilişkilerimiz olan üç Baltık ülkesini ve Polonya’yı karşımıza alarak sonuçta zararlı çıkacaktık.
NATO‘da değişen şartlar ve dünya dengelerine uyum sağlayan bir güncelleme ve yapısal değişiklik yapılabilir mi? Genel sekreter Stolonberk dahil bu konu ittifak içerisinde çok konuşulmaya başladı. Fakat bunun nasıl olabileceğine ilişkin öneriler olmadığından şu andaki yapı devam edecek görünüyor. Şikayetlere rağmen üyelerden hiçbiri ayrılmak niyetinde değil.
Üye ülkelerin birçoğunun mali yükümlülüklerini yerine getirmemeleri nedeniyle sık sık NATO’yu eleştiren Trump bile, ittifaktan yana tavır aldı. Macron’un “beyin ölümü” hükmüne büyük tepki gösterdi. Basın toplantısı sırasında Erdoğan’ın “Macron asıl kendi beyin ölümüne baksın” ifadesini överek Fransa cumhurbaşkanıyla alay etti.
Macron’un Türkiye’ye yönelik saldırgan ifadelerinin arkasında, Fransa’nın uluslararası alanda uzun yıllardır geri planda kalışından kaynaklanan ezilmişlik duygusu bulunuyor. Napolyon Bonapart döneminde bir ara Avrupa’nın efendisi konumuna gelen bu ülke, sonraki dönemlerde Almanya ve İngiltere’nin gerisine düştü, başkenti iki defa işgal edildi. On binlerce insanı acımasızca katlederek tutunmaya çalıştığı Cezayir’den zelil halde ayrılmak zorunda kaldı. Wietnamlılara direnemeyerek yarımadayı ABD‘ne devretti . Daha önce Suriye ve Lübnan’da da tutunamamıştı. Afrika’nın en yoksul ülkelerinin ekonomilerini güç kullanarak kontrolüne almış durumda; Mali gibi ülkeleri iliklerine kadar sömürüyor. Ruanda’da soykırım yaptığını bir kenara atarak sözde Ermeni iddialarının baş destekçisi rolünde Türkiye’yi suçlamaya kalkıyor.
Son dönemde Suriye ve Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanan karışıklıktan yararlanarak buralarda rol kapmaya kalkışıyor. 90’lı yılların başında cumhurbaşkanı Mitterand’ın karısı PKK elebaşılarını defalarca Saray’da ağırlamıştı. Şimdi benzerlerini Macron yapıyor. PKK/YPG yöneticileriyle resmi temaslar kuruyor; Türkiye’yi “bizimle IŞİD'e karşı savaşanlara (YPG’ye) savaş açtı” diyerek suçlamaya kalkıyor. S-400 almasının NATO‘yu sabote etmek olduğunu öne sürerek yaptırım uygulanmasını istiyor. Türkiye’nin meşru Libya hükümetiyle imzaladığı Akdeniz‘deki dengeleri etkileyecek olan anlaşmaya en şiddetli tepkiyi Mısır ve Yunanistan’la birlikte Fransa gösteriyor. Asi Hafter grubunu destekleyerek meşru hükümeti yıkmaya çalışıyor.
Fransa’nın bu çırpınışlarına karşı, meseleleri daha serinkanlı değerlendiren batılı liderler, Türkiye’nin dışlanması durumunda Avrupa’nın güvenliğinin büyük zarar göreceğini, askeri kapasitesinin yetersiz hale geleceğini görüyorlar. Dolayısıyla duygularını bir kenara bırakarak ilişkileri mümkün olduğunca normalleştirmeye çalışıyorlar. Ülkemizi iki defa amiyane bir üslupla tehdit eden Trump’ın zirve sırasında Türkiye’yi ve Erdoğan’ı hararetle övüp Macron’u istiskal etmesi bilerek yapılmış taktik bir gösteridir. ABD başkanı bir yandan Türkiye’nin Rusya’ya daha fazla yanaşmamasını isterken diğer yandan YPG‘ye desteğini sürdürerek varlığını koruması için ne mümkünse yapıyor.
Başkan Trump Suriye‘de bulunma gerekçelerinin petrol olduğunu açıkça ifade etti. Diğer yandan Doğu Akdeniz’de son dönemde bulunan doğalgaz rezervi bölgenin maddi ve stratejik önemini çok daha artırdı. Küresel emperyalist güçlerin bu coğrafyadaki egemenlik kavgası önümüzdeki dönemde şiddetlenerek sürecektir.
Suriye’de bulunmalarını IŞİD ile mücadele adına meşrulaştırmaya çalışan ABD, batılı ülkeler ve Rusya aralarındaki küresel rekabeti buraya taşıdılar; PKK/YPG ve Esad rejimini taşeron olarak kullanarak vekalet savaşı yapıyorlar.
Türkiye mücadele alanındaki ülke olarak bu kirli kavgadan en fazla etkilenen ülke konumunda. Son NATO zirvesinde maruz kaldığımız tehditlere karşı sözde müttefiklerimizin ilgisiz hatta karşımızda olduklarını bir kere daha gördük. Buna rağmen NATO’nun içinde bulunmak dışında olmaktan daha iyidir. Aslında bu örgüt ABD ve Türkiye olmaksızın askeri açıdan kağıttan bir kaplan konumundadır. Afganistan’da, Bosna’da, Kosova’da bu gerçek yaşanılıp görüldü. Türkiye Barış Pınarı Harekatı’nı kimseden destek almadan yaparken sahadaki varlığını bütün taraflara deklere etmiş oldu.
Ancak mücadele sadece sahada değil, masada yani siyaseten başarıyla sürdürüldüğü oranda amacına ulaşabilir. Bundan dolayı NATO, Avrupa Konseyi gibi kuruluşlardaki üyelik ilişkilerimiz masada elimizi güçlendirecek faktörler. Kullanmaya gerek görmesek bile NATO’daki veto kozunun ne kadar etkili olabileceğini son zirvede gördük.
Türkiye‘nin hem caydırıcı bir güç olarak kendini savunması, hem de gerekli hallerde dışarda operasyon yapabilmesi için silahlı kuvvetlerimizin her yönüyle çok yüksek kapasiteye sahip olması gerekir. Ordumuzun ihtiyacı olan her tür silahı, uçağı, tankı, füzeyi, savaş gemilerini dışarıya ihtiyaç duymadan yapabilecek sanayi ve teknolojiye, ekonomiye vakit geçirmeden sahip olmak zorundayız. Ancak, uluslararası rekabetin odak noktası haline gelen, etnik ve mezhebi çatışmaların süreklilik kazandığı Ortadoğu’da milli varlığımızı korumak için sadece güçlü bir orduya ve teknolojiye sahip olmak da yetmez; toplumsal yapının sağlıklı ve istikrarlı şekilde işlemesini sağlayacak demokratik nizamın, evrensel değerlere uygun hukuk sisteminin, bağımsız ve tarafsız yargının, nitelikli insan ihtiyacını karşılayan kaliteli bir eğitim yapısının da bulunması gerekir.
Bunların her birinin ne kadar elzem olduğunu kendi tarihimizden biliyoruz. Osmanlı, bu ortamın bulunduğu ihtişamlı dönemlerinde yani 16ncı asra kadar cihan devletiydi; dünyaya nizamı biz verirdik. Adalet mülkün yani egemenliğin temeliydi, devletin omurgasıydı; müslim ve gayrimüslim tüm teba can ve mal güvenliğinden, yasaların herkese eşit uygulanacağından emin huzur içerisinde yaşardı. Sonra iklim bozuldu; sarsılan temel müesseseler işlevlerini yapamaz hale gelince zeval ve dağılma kaçınılmaz hale geldi.
Henüz gençlerin çoğunlukta olduğu 82 milyon nüfusumuz var; bunun altı buçuk milyonu 200’den fazla üniversitede öğrenim görüyor. Ama bilim kapasitemiz her yönüyle gelişmiş ülkelerin gerisinde kalıyor. Dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasında ancak iki üniversitemiz son sıralarda yer buluyor. Demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı konularında da tablo iç açıcı değil. Ortam elverişli olmayınca muazzam bir imkân anlamına genç nüfusumuzu verimli kılamıyor harcıyoruz. Oysa günümüzdeki küresel rekabet ortamında ülkelerin yerini, durumunu belirleyen en önemli faktör eğitimin kalitesidir; bu olmadan nitelikli, bilgi ve beceri düzeyi yüksek insan unsuruna sahip olamazsınız. Bilgi ve teknolojiyi kendiniz üretemeyince, inovasyon yapamayınca her alanda dışa bağımlı hale gelirsiniz.
Türkiye gerekenleri yapması halinde 16ncı asırdaki gibi, yeniden küresel bir güç haline gelebilir. Aslında bu çapta yeni bir medeniyet hamlesini yapacak imkanlara sahibiz. Ama enerjimizi, zekamızı, zamanımızı yerinde kullanamıyoruz; çok fazla politize oluyor, verimsiz siyasi tartışmalarla vakit geçiriyoruz. Bu durum toplumda gerginliğe, kutuplaşmaya yol açıyor. Siyaset ve kamu imkanları iç içe girdiğinden, iktidarda olmak, yakınında bulunmak güç devşirme aracı haline geliyor.
Bürokraside liyakat, bilgi ve becerinin yerine siyasi sadakat, bağlılık ve yandaşlık gibi kriterler öne geçiyor, tercih nedeni oluyor. Yüksek öğrenim yapan gençler arasında imkân bulup yurt dışına gitme eğilimi neden bu kadar yüksek? Yetişmiş insan gücümüzü her yıl artan oranda yurt dışına neden gönderiyoruz? Gidenler keşke bilgi ve deneyimle dönseler; ama maalesef büyük çoğunluğu oralarda daha huzurlu olduklarını söyleyip kalıyor. Beyin göçünün tersine çevrileceği sözleri neden havada kaldı? Bu ve benzeri sorular üzerinde düşünüp objektif bir değerlendirme yapılamadığı, makul bir çözüm yolu bulunamadığı sürece, en önemli hazinemiz olan nitelikli gençlerimizin göçü sürecek ve bu kayıpların maliyeti çok ağır olacaktır.