İnsanlık tarihinin en kapsamlı siyasî-askerî ittifakı olan Kuzey Atlantik Antlaşması (NATO), Sovyetler Birliği'nin dağılması, komünizmin ideolojik tehdit unsuru olmaktan çıkmasına paralel olarak, işlevini önemli ölçüde kaybetti; varlık sebebi sık sık sorgulanan, imkânlarını nerede ve nasıl kullanacağı tartışılan, soğuk savaş dönemindeki itibarı hızla azalan hantal bir yapıya dönüştü.
Karşılarında hasım tehdit merkezi kalmayan ABD ile Avrupa arasında stratejik bakış ve algılama farklılıkları giderek derinleşiyor, geleneksel transatlantik iş birliği yerini, politik ve ekonomik rekabete terk ediyor. Bu gelişmeler NATO'nun yeni işlevinin ne olacağını ve hatta kurumsal anlamda devam edip edemeyeceğini belirsiz kılıyor.
NATO'nun genişlemesi, yakın zamana kadar Varşova Paktı bünyesinde öteki grubu oluşturan Doğu Avrupa ülkelerini de bünyesine katması sağlıklı bir büyüme anlamı taşımıyor. Tam tersine yeni katılımlarla belirsizlikler ve sorular çoğalıyor.
ABD, uygulamaya koyduğu Ulusal Güvenlik Stratejisi çerçevesinde somut bir gerekçe arama ihtiyacı duymaksızın, sadece kendi algılamasına dayanarak askerî müdahale hakkına sahip olduğu inancında. Bu bağlamda iki yıl önce Afganistan üzerinden Orta Asya'ya gelip yerleşti. Hemen ardından Kafkasya'da kontrolü eline aldıktan sonra, geçen yıl Irak operasyonunu başlattı. Bu girişimlerin amacı ortadadır. ABD, karşılaşabileceği muhtemel rekabet ve direnmelerin daha fazla gelişmesine fırsat vermeden ezmek, sindirmek ve küresel egemenliğini sürekli kılmak istiyor. Bunu gerçekleştirmeye çalışırken şimdiye kadar NATO gibi önemli bir ittifak yapısının desteğine ihtiyaç duymadı, Birleşmiş Milletlerle iş birliği yaparak hukukî statü aramadı; sadece kendi potansiyeline ve askerî gücüne dayanarak sonuç alacağını düşündü.
ABD'nin küresel imparatorluk ilânı anlamına gelen bu meydan okuyuş sırasında yanında iki stratejik müttefik yer alıyor: İngiltere ve İsrail…
İngiltere'nin 1917'den beri ABD ile ilişkileri, siyasî ve askerî yakınlıkları göz önüne alındığında, şimdiki durumunun orijinal bir yanı yok. Ancak İsrail'in son iki yılda ABD politikalarındaki rolü ve etkisi çok farklı bir görüntü sergiliyor.
Bu tablo İsrail'in bağımsızlığını ilân ettiği 1948 yılından başlayarak, günümüze kadar Amerika'dan sağladığı destek ve himaye ile karıştırılmamalıdır. Son yıllarda ABD'de toplum yapısında meydana gelen ve siyasî alanı derinden etkileyen gelişmeler, İsrail'i en ziyade himayeye mazhar ülke konumundan birkaç kademe yukarılara sıçrattı.
Yahudi lobisinin ABD'deki nüfuzu, medya ve finans çevrelerindeki gücü, yönetimde yer alan temsilcileri, Bush yönetiminin Evangelik patentli inanç dünyasıyla yakın ve sıcak bağlantılar kurmayı başardılar. Yönetim içinde belirleyici güç konumundaki Neo-Con'ların küresel üstünlük ihtirasları bu yakınlığı pekiştirdi ve politik anlam kazandırdı. Sonuçta Orta-Doğu'nun yalnız ve küçük ülkesi İsrail, bölgesel politikalarda ABD'ye akıl veren, metot öğreten, geri plânda kalmaya özen göstererek gelişmeleri yönlendiren, kendi projelerini rahatlıkla uygulayan küresel bir aktör hâline geldi.
ABD Irak'ta çıkardığı büyük yangını kontrol altına alabilecek mi? Giderek büyüyen tepkilerden ve genişleyen direnişten bir süre sonra yılıp usanarak Vietnam'da yaptığı gibi, bölgeden çekilecek mi? Amerikan toplumu Ebu Gharaip'teki vicdanları sızlatan utanç tabloları karşısında daha nereye kadar gerekli tepkileri vermemekte direnecek?
Irak'ta ortaya çıkan ahlâk, hukuk ve insanlık dışı manzaradan, katliam boyutuna ulaşan uygulamalardan rahatsızlık duymayan, hatta Amerikalılara şiddet ve baskı metotlarını telkin eden İsrail, adım adım hedeflerine ulaşıyor. ABD'nin Irak'taki varlığı ve sergilediği tavır, Filistin'deki faciayı, Şaron'un kural tanımaz vahşetini önemli ölçüde kamufle ediyor. Dünya kamuoyunda dikkatler dağılıyor, barbarlıkların mekânı ve failleri birbirine karışıyor; sonuçta basın ve TV'lerdeki Yahudi etkinliği, bu karmaşadan azamî şekilde yararlanarak İsrail'e yönelmesi gereken tepkileri asgarîye indirmeyi başarıyor.
ABD-İsrail stratejik ittifakının yönetim merkezleri arasında zihniyet ve felsefe açısından çok ilginç bir mutabakat ve paralellik yaşanıyor. Meşruiyet referanslarını sadece kendilerinin belirlediği kural ve ilkelerden alan, gücün her şeye muktedir olduğuna inanan, yaşadıkları dünyanın dışındakilerin kendilerine hizmetle yükümlü bulunduklarına iman eden mistik bir bakış tarzını benimseyen Neo-Con'lar ile Lukut ekibi ve liderleri Şaron, Orta-Doğu'da huzur ve barış ortamı kurulmasının önündeki en ciddî engellerdir.
Şimdiye kadar II. Dünya Savaşı döneminde yaşadıkları acıları yoğun şekilde dillendirerek, haklarını elde etmek için çırpınan mazlum ve mağdur bir kavim görüntüsü sergileyerek, kendilerine yöneltilen eleştirileri anti-seminist refleksler şeklinde tanımlayarak siyaset yapan İsrail, artık bunların yerine daha şeffaf, ahlâkî, adil ve inandırıcı tavırlar ikame etmek zorundadır. Bölgeyi ve dünyayı hoyratça talan etmeye çalışan tarafların şimdiki görüntülerinden yani cürüm ortaklığı imajından başka şekilde sıyrılmaları mümkün değildir.
ABD'nin bölgede yaşananları normal sayıp bir tarafa bırakarak, Büyük Orta Doğu Projesi adıyla Fas'tan Endonezya'ya kadar geniş bir alanda kapsamlı bir düzenleme plânlaması, yakın gelecekte çok daha büyük karmaşayla karşılaşacağımızı gösteriyor. Irak gibi küçük bir alanın demografik yapısını, dinî ve etnik özelliklerini, siyasal eğilimlerini bile yeterli ölçüde okuyamayan ABD'nin, milyonlarca kilometrekarelik bir alanda toplumların temel yapılarını kendi belirleyeceği çerçevede düzenlemeye kalkışması, kasap bıçağıyla kalp-damar operasyonuna girişmek olur.
Mantıkla bağdaşır tarafı olmayan böyle bir projenin oluşturacağı siyasal ve toplumsal depremler sadece kendi alanlarıyla sınırlı kalmaz, bütün dünyayı eşi görülmemiş bir kargaşanın içine çeker.
İnanç saplantılarının ve bazı hurafelerin etkisindeki Evangelist-Musevî ABD yöneticileriyle bağnaz ve şovenist Yahudi grupları bu tehlikeli uçurumu umursamaz görünüyorlar. Ancak gerek Amerika'da, gerekse İsrail'de meselelere daha rasyonel ve serinkanlı bakabilen geniş kesimlerin bir an evvel harekete geçmeleri ve sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekiyor. Zamanında yapılmayan müdahalelerin nelere yol açtığının somut örneği Irak'ta yaşananlardır.
Bölgemizde giderek yoğunlaşan kaotik ortamda pek sözü edilmeyen farklı bir gelişme daha yaşanıyor; Türkiye'nin jeopolitik konumu, stratejik önemi hızla ön plâna çıkıyor. Avrupa Birliğinin Türkiye ile ilgili kriterlerine ve bakış tarzına aykırı olan bu durum temel politikalarımızda yeni değerlendirmeler yapmamızı zarurî kılıyor.
Türkiye'yi şimdiye kadar kültür, medeniyet ve tarih farklılığı sebebiyle kabul edilmez sayan, diplomatik kurnazlıklarla oyalamayı başaran AB'nin stratejik körlük ve algılama zaafı bir kere daha ortaya çıkmıştır. Avrupa bu saplantılarıyla ve stratejik duyarsızlığıyla ekonomik potansiyeli ne olursa olsun, küresel plânda belirleyici bir güç olma şansına sahip olamaz.
Ev sahipliğini yapacağımız NATO zirvesi vesilesiyle başta Irak olmak üzere önemli bölgesel ve küresel konuların gündeme alınması muhtemeldir. ABD, Irak'ta giderek ağırlaşan şartlar karşısında bunalmakta, çözüm aramaktadır. Yaklaşan başkanlık seçimleri yönetimi bir çıkış yolu bulmaya zorluyor. NATO'nun ve Birleşmiş Milletlerin bir şekilde devreye girmelerini sağlayabilirse, yükünü hukukî statüye sahip milletler arası kuruluşlarla paylaşmak ve rahatlamak imkânı bulacaktır. Bunun yanı sıra ihtiyaç duyduğu askerî katkıyı bu yolla meşru plâtformlardan sağlamayı başaracaktır.
Bu hususlar dikkate alındığında NATO zirvesinde Irak'a asker gönderme kararının çıkması ve Türkiye'ye buna ilişkin davet yöneltilmesi beklenmelidir.
Bu ihtimalleri dikkate alarak izleyeceğimiz politikaları bir an önce tespit etmek zorundayız. Şimdiye kadar ne istediğimizi belirleyemediğimizden, reel şartları iyi okuyamadığımızdan ve özgüven eksikliğinden dolayı büyük kayıplara uğradık. Irak ve Kıbrıs meselelerindeki savruk ve çelişkili politikaların maliyeti ortadadır. Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresinde karşılaştığımız sonucu, M. Ali Talat "Ayağımıza kurşun sıktık" diye özetledi. Dışişleri Bakanının "Türk hükûmetinin resmî talimatıyla kullanılan oy değildir" demesi olayın vahametini hafifletemez. Üstelik bu olaydan kısa bir süre önce Konsey Genel Kurulunda Kıbrıslı Türklerin ayrı temsiliyle ilgili oylamada, benzer gevşeklik ve ilgisizlikle kıl payı farkla kaybetmiştik.
Meselelere iç siyaset hesaplarıyla yaklaşmak, geniş toplum kesimlerinin mutabakatını ve desteğini sağlayan millî politikaların inşasını hep engellemiştir. Geçmişte yaşananlardan ders almamak, hataların üzerini örtmeyi, yanlıştan dönmemeyi siyasî beceri olarak görmek doğruyu bulmayı imkânsız kılar.
Bir an önce ülke envanterimizi çıkarmaya, potansiyelimizi doğru ve gerçekçi şekilde tespit etmeye, imkânlarımızın kullanılmasını sağlayacak organizasyonları yapmaya mecburuz. Kaybedilen zamanları ve kaçırılan fırsatları telâfi şansımızın olmadığını anlamalıyız.
Kendimizle ilgili değerlendirmeleri doğru yapabilirsek, şartlarımızın görünenden çok daha elverişli olduğunu, gereksiz karamsarlıkların aslında milletimize hakaret anlamı taşıdığını anlarız. Altı doldurulmayan hamasî iddialar ne derece yersiz ve gereksiz ise, her türlü olumsuzluğun kaynağını kendimizde aramak, milletimizi, tarihimizi, millî değerlerimizi suçlamak hastalıklı bir ruh dünyasının, mazoşizmin işaretleridir.
Çevremizde ve dünyamızda giderek hızlanan gelişmelerden, yoğunlaşan karmaşadan yılmak ve içimize kapanmak yerine, meselelerin üzerine cesaretle yürümeyi, olayları bilinçli algılamayı başardığımız ölçüde aydınlık bir geleceğe ulaşacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.